top of page

“Ümmet-i Muhammed Gibi Konuşuyor, Ümmet-i Musa Gibi Yaşıyoruz”

MUHAMMED EREN YILDIRIM



Yaşadığımız sınanmalar, rahmet uslubunun yitimi ve ahlaki meselelerimiz üzerine Siyer Vakfı kurucularından Muhammed Emin Yıldırım ile konuştuk.




Hocam, şuradan başlayalım: Rabbimiz Kur’an’ında üzerine rahmeti yazdığını bize beyan buyuruyor. Peygamberimiz ise, bizzat Kur’an’ın haber verdiği üzere, rahmet peygamberi. Rahmet ve merhamet bütün kâinatı kuşatan bir hakikat iken, bugün Müslümanlara ve İslam dünyasına baktığımızda tam aksi bir manzara çıkıyor karşımıza. Bu yaman çelişkiyi nasıl aşabiliriz? Bu konuda neler öneriyorsunuz?


O kadar önemli bir meseleye dikkat çektiniz ki... Gerçekten en derin acımız. Çünkü rahmet, merhamet dediğimiz şey insanlığımızın en önemli göstergesi. İnsan diye bir varlıktan bahsedeceksek, rahmet ve merhamet üzerinden bahsedebiliriz. Bir de Allah’a, peygambere, Kur’an’a iman ettiğini ifade eden insanlar çerçevesinden baktığınızda, rahmet ve merhamet olmazsa olmaz bir esas olarak karşımıza çıkıyor. Cenab-ı Hakk’ın yüzü aşkın esmâ-i ilâhîsi var, ama kimlik diyeceğimiz serlevhaya Rahîm ve Rahmân’ı alıyor ve bunu ısrarla bizim nazarlarımıza veriyor. Yine Kur’an’daki rahmet vurgusunu onlarca ayette, onlarca farklı mesajda görüyoruz. Aynı şekilde Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın hayatına ve Kur’an’ın onu anlattığı ayetlere baktığımızda, Resulullah’ın oluşturduğu toplumun adı rahmet toplumu aslında. Mekke’de daha risalet vazifesine başlar başlamaz, Cahiliyenin o sıkıntılı sürecinden İslam’a doğru bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirirken kendi muhataplarında ilk sağladığı şey bu. Rahmet olunca bazı şeyler zaten yerli yerine oturmuş oluyor. Medine’ye gelip Medine’de güç, mülk, iktidar, devlet oluştuğu zaman da hiç değişmeden on yıl boyunca, gücün zirvesine çıktığı anlarda bile biz Allah resulü aleyhissalâtu vesselamda bunu görüyoruz.


Sonraları ne oldu bize? En büyük problemi aslında kavramlarda yaşadık. Çünkü kavram dediğimiz şey mihenk taşları, ölçü birimi. Birşeyi değerlendirirken o kavrama göre değerlendiriyoruz. Şimdi diyelim ki birisi elimize bir cetvel uzatsa ve dese ki bu otuz santim. Aslında orada hile yapmış olsa ve gerçekte cetvel yirmi sekiz santim olmuş olsa, ama biz o cetveli test etmesek, onunla ölçeceğimiz, biçeceğimiz, planlayacağımız herşeyi eksik yaparız. Birçok kavramda bunu ne yazık ki tarih boyunca yaşadık. Halen de yaşıyoruz. Ya kavramların içi boşaltılmış, ya kavram kırılmasına uğramış, anlamlar kaymış yahut kavram farklı bir biçimde genişlemiş, içine başka birşeyler girmiş, bazı şeyler çıkmış; yani bir şekilde bir anlam kargaşası oluşmuş. Merhamet de, rahmet de bu kavramlardan.


Şimdi biz Kur’an’a baktığımızda, aleyhissalâtu vesselam efendimizin o kutlu beyanlarına baktığımızda bir merhamet tarifi görüyoruz. O merhamet tarifi bizi diğerlerinden ayıran bir hususiyet. Nedir o tarif? Merhamet hem acımak, hem acıtmamak. Ama acıtmamak, acımaktan önce geliyor. Bu o kadar önemli birşey ki, bunu anladığımızda birçok şeyi zihnimizde yeniden konumlandırmış olacağız.

Şimdi birine haksızlık yaparsınız, mesela yanlışlıkla ayağına basar, canını acıtırsınız. Eğer merhametiniz varsa telafi edersiniz, özür dilersiniz, gönlünü alırsınız. Eğer erdemli birisiyseniz daha fazla bunun üzerinde durursunuz. Ama İslam bize öyle bir merhamet anlayışı oluşturuyor ki, ötesi de var; sen basma ayağına, acıtma. Acıtmama adına bir gayret içerisinde olursan merhamete ait şeyleri asıl o zaman tam anlamıyla tesis etmiş olursun.


Bu kavramlar altüst olduğu, gerçekten yerli yerine oturtamadığınız zaman—kâinat boşluk kabul etmiyor—merhameti hayatınızda tam anlamıyla tesis etmezseniz, öfke, nefret, şiddet onun yerine geliyor. Ve siz farkına varmadan bir şekilde kendinizi haklı gösterecek argümanlar kullanmaya başlıyorsunuz. “İşte biz şunlara merhamet mi göstereceğiz? Şunu yapana merhametli mi davranacağız? Öyle yaparsak biz merhamet görecek bir pozisyona düşeriz” diye, aslında İslam’ın bize öğrettiği temel merhamet ilkelerine aykırı bir anlayışa düşmüş oluruz. Ve ne yazık ki tarih boyunca bu yapılmış. Halen de bu noktada Müslümanlar rahmet, merhamet kavramlarını Kur’an’a, aleyhissalâtu vesselam efendimizin nebevî ufkuna inşa ettirmedikleri için ortadaki halimiz işte bu.


Bir de şöyle bir husus var. Bazı kavramların zıtları bizatihi o kavramın taşıdığı anlam üzerinden şekillenmez. Mesela ‘cehl’ kavramının zıddını bazı dil alimleri ‘hilm’ olarak gösterir; ilim değil de hilm. Cehl cehaletse onun zıddı ilim olmalı diye düşünürüz, ama niye öyle? İşte merhamet de böyle bir kavram. Merhametin olmadığı yerde sadece merhametsizlik oluyor değil, bir de menfaat oluyor. Yani doğrudan menfaat ile zıt bir kavram. Çünkü merhamet olduğunda kendi hukukunuzu koruma hassasiyeti olur, ama aynı şeyi karşıdaki insana da yansıtırsınız. Acıtmama meselesi o. Ama bu hassasiyet olmadığı zaman doğrudan neye odaklanmış oluyorsunuz: Ne elde ederim bundan, ne kazanırım, ne fayda sağlarım? Bütün mesele gelir, hep o menfaatin üzerinde yoğunlaşır.


Menfaat de düz menfaat olarak çıkmıyor karşımıza zaten; ambalajlarla çıkıyor. Milletin âlî menfaatleri, devletin âlî menfaatleri, hizbin, cemaatin âlî menfaatleri. Kalıplar belli. Öyle olduğu zaman taraftarları ikna etmek kolay. Çünkü orada sizin kullandığınız argüman, merhametsizlik üzerinden şekillenmiyor. Sizi dinleyen insanlara öyle birşeyler sunuyorsunuz ki yaptığınız şey aslında merhametmiş gibi gözüküyor, ama aslında en büyük merhametsizliği, haksızlığı, hukuksuzluğu yapıyorsunuz. Menfaat ambalajı olduğu andan itibaren değer yargıları değişiyor, daha acımasız oluyor, gözü kararıyor. Ve kendi menfaatlerini elde etmek yahut menfaatlerini korumak için herşeyi meşru görebilecek kılıflar, argümanlar, ambalajlar ortaya çıkmış oluyor.


Bu söylediğinizi İslam’ın ‘dünyevîleştirilmesi’ olarak anladım. Hatta ideolojiye dönüştürülmesi, ganimet psikolojisi... Bu mekanizma nasıl işliyor?


Bu, temelde bir problem zaten. Ve biz meseleyi bu kadar temelden ele almazsak çok da iyi bir noktaya gitmeyeceğiz, gitmiyoruz da. Bir kere şunu kabul edelim: Bu ümmetin bazı sorunları var ve bunlar derinin üstünde değil. Yara sadece deride olsa, merhemi süreriz, iyileşir. Ama eğer altlardaysa artık cerrahi müdahale gerektirecek bir durum olabilir. Asabiye olgusu, din-devlet ilişkisi, din-siyaset ilişkisi, bütün bunlar derinde olan, dolayısıyla çok daha derinden ele alınması gereken meseleler olarak karşımızda duruyor. Eğer bunları bu şekilde değerlendirmezsek bir yere doğru gidemeyiz. Zaten gidemememizin sebebi de o.

Şimdi aleyhissalâtu vesselam efendimizin yirmiüç yıllık bir örnekliği var önümüzde. Bu örneklik çok önemli; çünkü biz Müslümansak ve mutlak manada örnek ve ölçü Hz. Peygamber ise, o ana örneğe bakarak bazı şeyleri anlamak durumundayız. Öyle yapmıyoruz. Allah Resulü’nden sonra da Hulefa-i Râşidîn dönemi var ki, o dönem otuz yıl sürüyor. O dönemde de nübüvvet çizgisi nasılsa o çizgi otuz yıl devam ediyor. Elbette insanın olduğu yerde eksikler olur, hatalar olur. Zaten Asr-ı Saadet dediğimiz toplum hatasız bir toplum değil. Hatalar çıktığı zaman insani ve İslami çözüm bulunan topluma Asr-ı Saadet toplumu diyoruz. Eğer meleklerden oluşan bir toplum hayal ediyorsak, böyle birşey yok. Kur’an da zaten bize o imkânı vermiyor. Tarih de zaten öyle birşey söylemiyor. Sorunlar çıkmış, o sorunlar nasıl çözüme kavuşturulmuş? Bunun örnekleri var.


O otuz yıllık süreç bitince, Emevîlerle birlikte başlayan süreçte yavaş yavaş o ana merkezden bazı şeyler saptı. O sapmanın neticesinde biz merkezden uzaklaştık. Dönem içerisinde Ömer b. Abdulaziz gibi birisi kalktı, o yatağı tekrardan eski haline vardırdı. Yine süreç içerisinde, Abbasîler döneminde de, Selçuklular döneminde de, bazı beyliklerin içerisinde, mesela Artuklularda, Eyyubîlerde böyle dönemler oldu. Tamamen silip tarihin hepsini yanlış diye isimlendirmek tabii ki doğru olmaz. Aynı şey Osmanlı için de geçerli. Ama biz şartları kutsayıp tarihi değerlendirirken tarihteki o insanlara bir kudsiyet zırhı giydirdiğimizde mecburen yanlışlarını da dinin içerisine taşımış oluyoruz. Onların yanlışları da sanki dinin bir parçasıymış gibi “böyle de olur, dinde bunun da yeri var” diye fetvalar bulmaya başlayınca, iş bu noktaya kadar geldi. Onun için bu süreçleri iyi bir biçimde ele almaya mecburuz. Bunu yapmadığımızda bazı şeyleri rayına oturtamayacağız. Belki bedel de ödeyeceğiz. Çünkü bu çok ciddi bedeller de ödetecek birşey.


Ama biz mesela peygamberlerin kıssalarını okuyoruz Kur’an’dan. Çoğu peygamber kaybederek kazandı. Biz kazanmayı hep dünyevî anlamda bir kazanç, bir başarı olarak görüyoruz. Asıl kazanmanın ilkelere sadakat olduğunu, değerleri korumak olduğunu bilsek, bazen kaybedeceğiz ama kazanacağız. Eğer bunu bilmezsek, çoğu zaman kazandığımızı zannederek kaybetmiş olacağız.


Neticede bütün meselenin dönüp dolaşıp geldiği kavramın adı ahlak. Bizim ahlak eğitimimizde bir problem var. Ahlakı, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın öğrettiği şekliyle öğrenmiyoruz. Ahlakı farklı alanlara sıkıştırıp değerlendirdiğimiz için, hayatın birçok alanında ahlak-din ilişkisini tam anlamıyla kuramıyoruz. Kuramadığımız zaman, yaşadığımız gibi inanmaya başlıyoruz.


Nübüvvetin altıncı yılında Allah resulü Necâşî’ye gönderiyor yüzbir insanı, siyerde bunu çok iyi biliyoruz. Olaylar uzun, Cafer b. Ebû Tâlib, Necâşî’nin huzurunda bir konuşma yapıyor. Orada Necâşî soruyor: Peygamberiniz size ne anlatıyor? Onsekiz tane madde var Cafer b. Ebû Tâlib’in cevabında. İnanın o onsekiz maddeyi alalım, bir de Türkiye’deki hocaların, Diyanetin, vakıfların, derneklerin, cemaatlerin ahlaka ait anlattıkları yirmi yıllık, on yıllık konuları da bir derleyelim. Altıncı yıla kadar Allah resulünün anlattığı çoğu şey bizim hayatımızda yok. Altıncı yılda Necâşî “Sizin peygamberiniz sizden ne istiyor, nasıl bir din va’z ediyor?” diye sorunca, sahabe adaletin ikamesi diyor, ölçü ve tartıda hassasiyet diyor, sözü doğru söylemek diyor, asla insanların aile mensubiyetlerine, kavmiyetlerine bakarak üstünlük taslamamak diyor.


Ama siz ahlakı belli alanlara sıkıştırırsanız, olmuyor işte. Problem buradan zaten kaynaklanıyor.

Şimdi gelelim ganimet meselesine. Bu meselede Allah resulü bir hukuk oluşturdu mu, oluşturdu. Gitti bir devenin üstünden deveden kopan bir tüyü aldı, kim bu ganimet meselesinde hakkı olmayan şu tüyü bile almışsa ahirette şöyle şöyle bir cezayla karşı karşıya kalacak deyince sahabe şöyle bir sarsıldı. Bu hassasiyeti bugün İslam toplumları olarak, Müslümanlar olarak ne kadar hayatlarımıza yansıtabiliyoruz?


Ki o ganimeti bugün kamu malı diye yorumlayabiliriz.


Tamamen öyle, millete ait olan bir mal. Bir tüyün bile hesabı var. Bir tüyün, bir iğnenin bile hesabı varsa, bu noktada bazı şeyleri zihin dünyamızda doğru yerlere koysaydık, ödümüz kopardı bazı şeylerden. Bugün hangi Müslümana domuz eti deseniz gözleri faltaşı gibi açılır. Ya diğeri, onun ne farkı var? O haramsa, bu da haram. Üstelik bir de domuz eti yemek ferdî bir günah. Ya milletin malını, ya kamuya ait bir malı yiyince, oradan haksızca bir kazanç sağlayınca, torpil yapınca, birinin hakkına girerek torpille bir yerde bir görev alınca?


Peki nasıl o kadar kolay yapılabiliyor hocam? Kişi kendisini buna nasıl inandırıyor?


Ben gelmesem başkası gelecek, diyor. İşte kazanmayla kaybetme bu. Ben olmasam, diyor. Zaten diğerleri de yapıyordu, diyor. İnanın çok zor bazı şeyleri anlamak. Düşünün Mekke’yi fethediyor aleyhissalâtu vesselam Efendimiz. Herkes Benî Haşim’den birini vali olarak atayacak diye beklerken, Benî Ümeyye’den bir delikanlıyı, Attâb b. Useyb’i vali tayin ediyor. Orada öyle bir terbiyede bulunuyor ki, şahsa takılmayın diyor, yaşa takılmayın diyor, aileye takılmayın diyor. Ve yeni Müslüman olmuş bir genç... İşte bunu anladığımız zaman bazı şeyleri anlarız.

Şimdi bunları konuştuğumuzda bazıları “Hocam böyle yaparsak Müslümanlar hiçbir şekilde bir yere gelemez” diyorlar. Yapmadık da nereye geldik peki?


Deyim yerindeyse, İslam’ın yerine Müslümanları koymuşuz. Ve İslam’a uygun olmayan birçok şeyi Müslümanların menfaatine, Müslümanlar için diyerek meşrulaştırıyoruz.


Ve Müslümanların menfaati dediğimiz şey de aslında kendi menfaatimiz. Tamamen şahsî menfaat başka ambalajlar içerisinde sunuluyor.


Böyle olunca da, Müslümanların bu halinin Benî İsrail’den ne farkı var diye bir soru akla geliyor.


Vallahi İsrailoğulları’nın Kur’an’da niçin bu kadar ısrarla ve tekrarla anlatıldığının sırrını bu durumları görünce daha iyi anlıyoruz. Biz ümmet-i Muhammed gibi konuşuyoruz, ama ümmet-i Musa gibi yaşıyoruz. İsrailoğulları’nın karakterlerine dair Kur’an’ın anlattığı özelliklerin çoğu şu anda bize uyuyor. Mesela Allah’a karşı güvensizlikleri, Kitaba ve peygambere güvensizlikleri, menfaatlerini öne almaları, en ufak bir imtihanla karşı karşıya kaldıklarında akidelerine ters dönmeleri, vahyi eğip bükmeleri, menfaatleri için Allah’ın ayetlerini gizlemeleri, değiştirmeleri, bir sürü şey. Bunları Kur’an onlarca ayette anlatıyor ve çok ilginçtir, bunları Mekke’de anlatmaya başlıyor. Bir tek Yahudi’nin olmadığı yerde. Daha Mekke’de başlıyor bu İsrailoğulları hikâyesi. Niye? Çünkü bir millet anlatılmıyor orada, bir karakter anlatılıyor. Çünkü neticede onların bir karakterleri var. Onu siz de kendiniz için karakter olarak belirlediğinizde onlardan hiçbir farkınız kalmıyor.


Hocam bir de Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın tavsiyesi itidal, vasat, orta yol iken, dini özellikle zorlaştırır gibi bir gayret var. Bunun nasıl açıklıyorsunuz?


Bu çok ciddi bir sıkıntı gerçekten. Mesela dışarıya çıksak, dinle alakalı sorular sorsak, inanın çoğu insan dini yasaklar üzerinden tarif eder. Ama din bize yasak sayıklayın diye birşey söylemiyor. Zaten çok yasak yok aslında. Dinde helaller fazladır, helal dairesi geniştir çünkü; haramlar, sınırlar sayılıdır. Ama öyle bir din dilimiz var ki, şu haram, şu yasak... Böyle konuşulduğu için avam da sanki dinin hep böyle birşey sunduğunu zannediyorlar. Özellikle şu anda yeni nesil gençlerimizin dinle sağlıklı ilişki kuramamalarının en büyük sebeplerinden biri budur.


Bir kere biz bilelim ki, şeriat hayatı kolaylaştırmak için bize Allah’ın koyduğu yasalar. Ve biz her konulan hükmü üç çerçevede değerlendirmek durumundayız. Maslahatına bakarız; fayda, yarar meselesini anlamak için. İlletlerine bakarız; sebeplerini anlamak için. Gayelerine bakarız; hikmetlerini anlamak için. Bunların hepsini şeriatın bize söylediği çerçeveden değerlendirdiğimizde, aslında dinin bizim için hayatı ne kadar kolaylaştırdığını farketmiş oluruz. Din hayatı zorlaştırmıyor, kolaylaştırıyor. Ama öyle bir mantık var ki, bir yerde külfet varsa iyi bir dindarlık varmış gibi anlaşıyor. Fakirlik varsa, zorluk varsa iyi birşey... Sanki bu din bizim hayatımızı zindan etmeye gelmiş. Dinde yoksa da biz yapalım ki sevap kazanalım.


Böyle birşey yok. Din bunu ortadan kaldırmak için geliyor. Allah bizim için hiçbir zaman zorluk istemez. Mesela Efendimiz Zeynep binti Cahş annemizin odasına giriyor, bakıyor ki odanın ortasında bir ip var. Bu neyin ipi diye soruyor. Diyorlar ki, Zeynep geceleri uzun uzun namaz kılan birisi, yorulduğu zaman yaslanmak için kendine bu ipi koydu buraya. Şimdi hanımı gece sabahlara kadar namaz kılan birisi diye Allah Resulünün sevinmesi gerekmez mi? Dini peygamberimizden öğrenmemişsek, sabaha kadar namaz kılan bir veli kerameti bizi sevindiriyor. Ama Allah resulü bu duruma sevinmiyor. Sökün diyor bu ipi. Siz yorulmadıkça Allah yorulmaz. Böyle olmaz. Nefsinizin de sizin üzerinizde bir hakkı var. Bedeninizin de sizin üzerinizde bir hakkı var. Dengeye çağırıyor Allah resulü. Onlarca bunun gibi örnek var, onlarca. Onun için Allah Resulünün dünyasında bu noktada mutedil bir duruş görüyoruz. Onun dışındaki herşey aslında dini yaşanmaz kılıyor. Çünkü zorlaştırdığınızda, bir müddet sonra diyorsunuz ki artık yaşanmaz bu din. Yaşanmayan bir dinden de irtibatınızı koparmış oluyorsunuz.


Burada özellikle gençlerin dinle olan mesafesine dair iki şey sormak istiyoruz: Birincisi, cehennem meselesi. Deniliyor ki, niye bizi sürekli cehennemle tehdit ediyor? Korkutarak inandırmayı sağlamak istiyor gibi bir algı var. Çocukları nasıl ikna edeceğiz? İkincisi de kötülük problemi; dünyada bu kadar zulüm oluyor, masumlar, çocuklar eziyet çekiyor, musibete maruz kalıyor, merhamet bunun neresinde?


Bir kere şunu netleştirelim: Cehennem Allah’ın azabının bir karşılığı mı, merhametinin bir karşılığı mı? Eğer cehennemin varlığını Kur’an âyetleri üzerinden okursak, şunu görürüz: Cehennem merhametin karşılığı. Çünkü ne olacak bu zalimlerin yaptıkları? Ya cehennem olmasa, bu zalimler ne olacak; yanlarına kâr mı kalacak? Dolayısıyla orada bir ceza verilmesi gerekir. O da bir merhametin karşılığı. Çünkü orada zalime verilen ceza, mazluma merhamettir.


Ama şöyle bir anlatım var: Zalim de olsa Müslüman cennete gidiyor, imanından dolayı. Öbür tarafta Müslüman değilse bir mazlum cehennemde kalıyor.


Orada bir dil problemimiz var, ama bu konuda gençlerimiz birşeyler sorduğunda, zalimlere verilecek cezaları söylemek lazım.

Diğer hususa gelince, diyelim ki bir adam iman ettiğini iddia ediyor, ama birçok zulüm yapıyor. O gerçekten kabul görecek mi, orada göreceğiz. İlâhî adalet zerre miktar hayrı ve zerre miktar şerri karşılıksız bırakmayacaksa, o noktada başka birşeyi zaten söylememizin hiçbir anlamı yok. Orası biraz sürprizler yurdu yani. Gerçekten bazı şeylerin çok da bizim anladığımız gibi olmadığını farketmiş olacağız. Ama şimdi gayba ait birşeyi konuştuğumuz için, mecburen mevcut veriler üzerinden konuşmamız lazım. Bu verilerin de en önemlisi Kur’an ile Allah Resulünün kutlu beyanları. Ama bunların çerçevesinde konuştuğumuzda, aslında cehennemin nasıl bir rahmet tezahürü olduğunu görmüş oluyoruz. O zalimlere verilecek cehennem gibi bir cezayla teskin olabiliriz ancak. Onun için, “zalimler için yaşasın cehennem” diyoruz.


Müslüman zalim bile olsa bir şekilde paçayı kurtarıyor şeklinde bir anlayış var.


Fakat Kur’an tam tersini söylüyor. Düşmanlık ancak zalimleredir; zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur, diyor. Yani bir adam inanmıyorsa kafirdir, ateisttir, deisttir, Hıristiyandır, şudur, budur, ama zalim değilse benim onunla bir düşmanlığım yok. Ama bir adam kendini Müslüman diye nitelendiriyor ama zalimse, ben onun karşısındayım. Bu din bana bunu yüklüyor. Zalim bizdense görme; hatta zalim bizden, mazlum karşıdansa zalimin yanında yer al! Cahiliye Arabının asabiye düşüncesi bu. Allah Resulü bunu ayakları altına aldı.



Bir de, gençler ve din dediğimizde şöyle bir problem sözkonusu: Daha yaşlı olanlar kendi yaşayış biçimlerine göre daha genç olanlara dini dikte ediyorlar...


İşin aslının öyle olmadığının en güzel örneklerini Peygamberimizin hayatında görüyoruz. Mesela yanında gençler var, o gençlerle bir münasebeti var Efendimizin. Zeyd b. Sâbit çok güzel bir örnek veriyor. Diyor ki, biz gençler Medine’de oturmuş, kendimizce konuşurken, Resulullah’ın bize doğru geldiğini görünce hemen sözümüzü değiştirir, onun hoşuna gidecek şeyleri konuşurduk. Ama Resulullah gelip içimize oturduğunda diyordu ki, biraz önce konuştuklarınızı konuşun. Allah Resulü bu; hayatı doğal yaşıyor. Zaten bu dinin en güzel tarafı şeffaf olması ve doğal olması. Ama sonrakiler buna başka şeyler kattığı için din yaşanmaz hale geldi. Birisi bu dine geldiği zaman hayatı daralacak, bir sürü şeyden vazgeçecek; böyle birşey yok. Böyle olmadığının onlarca örneğini Asr-ı Saadette, asl-ı saadette görüyoruz.


Ama bazı şeyler o kadar değişmiş ki, o yüzden belli şeyleri zihnimize oturtamıyoruz ve bu bir çatışmaya dönüşüyor. İnanın gençlerin büyük bir kısmının dinle sorunu yok; anlatılan dinle sorunları var ve dindarlarla sorunu var. Bunu iyi farketmemiz lazım. Oturup konuştuğunuzda görüyorsunuz; büyük bir kısmı babasına kızmıştır, annesine kızmıştır, camideki imama kızmıştır, cemaatteki birine kırmıştır, devlete kızmıştır, Diyanet’e kızmıştır. Yani o anlatılan dinle problem yaşıyor aslında.


Bu din anlatımı ve dindarlık algısında siz yaşama sevinci görüyor musunuz?


Göremiyorum. Çünkü burada doğallık kaybolduğu için rol hâkim. Böyle bir dindarlık yok yahu. Şimdi dindar hayatın birçok alanına küsmüş, hayatı sadece belli ibadetlere sıkıştırmış ve hiçbir şekilde yüzünde tebessüm yok. Bakın, bugün girelim internete, İslam coğrafyalarından şöyle bir resim tarayalım, gülen insanı çok az görürsünüz. Bizim dinimiz tebessüm istemiyor mu bizden? Selamlaşma yok yahu bizde. Halbuki Allah Resulü selamlaşmayı bu dinin kodu olarak bize söyledi.

O sevinci kaybettik biz. Kaybettiğimiz için de, şekle ait şeyleri koruyarak telafi edeceğimizi zannediyoruz. Ama hayatı dinin verdiği ölçüde lezzetli yaşamadığımız müddetçe o insanlara bu lezzeti tattıramayacağız.


Kur’an’da müminler ‘insanları affederler ve öfkelerini yutarlar’ diye tarif ediliyor. Ama değil affetmek, affetmeyeceği kusur, öfkeleneceği mevzu arayan, yoksa üreten bir dindar figürü oluştu.


Biliyorsunuz, Mekke’de kıtlık olduğunda Ebu Süfyan gelip “Sümâme bize tahıl ambarlarını kapattı” dediğinde Allah Resulü Sümâme b. Üsâl’e mektup yazıyor. Mekke için, müşrikler için. Aç kalmışlar, onlara tahıl ver diyor. Yetmiyor, kendisi Medine’de bir seferberlik başlatıyor, insanlardan infak istiyor, o infakı Mekke’nin fakirlerine gönderiyor. Nerede bu ufuk? Bu insanlarla Bedir yaşanmış, Uhud yaşanmış, Hendek yaşanmış, Hudeybiye’de Peygamberin adının Resûlullah olarak yazılmaması noktasındaki o tablo daha yeni yaşanmış; bu şartlarda yapıyor bunu.


Allah Resulünün o noktadaki örnekliğini Müslümanlar çok ciddi bir biçimde sorgulamalı. “Ama” demeden yalnız. “Ama”lı cümle, yamalı cümle. “Ama” dediğin zaman bir yere varamazsın. Burada ama yok. Amasız kabul etmek durumundayız. Çünkü Peygamber bize burada böyle bir örneklik sunuyor. Ne olursa olsun bizim yapmamız gereken, bu rahmeti kuşanmak. Bu rahmeti kuşanmadığımız, o rahmânî ahlakı hayatımızda tesis etmediğimiz sürece biz kendi kodlarımız üzerinden konuşmamış, davranmamış oluyoruz.


Efendimiz aleyhissalatu vesselam bir hadisinde “Siz sakın şu şahsiyetsizler gibi olmayın” diyor ve şahsiyetsiz insanı tarif ediyor. Neye göre? “İnsanlar bize iyi olursa biz de onlara karşı iyi oluruz. Onlar bize kötü olursa biz de onlara karşı kötü oluruz.” Buna şahsiyetsizlik diyor Peygamberimiz. Bugün birçok insanın iyileşmemesini, iyi olmamasının altında bu yatıyor. Niye eşine karşı iyi değilsin? “O da bana böyle.” Niye babana annene karşı böyle değilsin? “O da bana şöyle davrandı.” Niye arkadaşınla şöylesin? “O bana bunu yaptı.” Hep iyiliği karşıya bağlandığı için, karşıyla öyle olunca da olmuyor. Ama aleyhissalâtu vesselam Efendimiz birşey söylüyor. Şartlar ne olursa olsun, durum nasıl olursa olsun, muhataplar bu noktada ne olursa olsun, senin koruman gereken esaslar var.


Bugün giderek yaygınlaşan dışlayıcı bir söylem var. Hatta bu söylem tekfire de çok kolay bir şekilde yönelebiliyor. Tarihsel sürece baktığımızda Ehl-i Sünnetin böyle dışlayıcı yaklaşımlara karşı itidali, dengeyi temsil etmesine karşılık, Ehl-i Sünnetin adını da kullanarak gelişen bir dışlayıcılık olgusu var. Bu probleme nasıl bir mukabele bulunmak gerekiyor?


Esasında Ehl-i Sünnet mezheplerden bir mezhep değil; peygamber yolu, sahabe yolu. Bu yolun, bu ana caddenin en temel özelliği kimseyi dışarıda bırakmamak. Tevilin olduğu yerde tekfir olmaz. Bu İmam Ebu Hanife’nin koyduğu bir kuraldır. Bir yerde problemli birşey var, ama sen onu tevil edebiliyorsun, yani yoruma açık. Adam çok uç noktalarda bile olsa, bir tevil imkânı varsa, onu bile çizginin dışında bırakmıyorsun. Ama bunu sağlamaz da kendini bir yere oturtur, en ehl-i sünnet, en dindar, en vatanperver diye o ‘en’i kendine yakıştırdığında, senin dışında kalanları zaten dışarıda bırakmış olursun. Böyle birşeyin aslında reddedilmesi lazım Müslümanlar tarafından. Yani gerçekten bizim tekfiri tekfir etmemiz lazım. Çünkü buna hakkımız yok bizim. Allah’ın dininden kimi dışarıya atmış olacağız?

Ve öyle bir toplumda merhametin oluşabilmesi mümkün değil. Çünkü öfkeyle, nefret dili arttırılarak hareket ediliyor. Bu da ümmetin içerisinde zaten varolan parçalanmışlığı, bölünmüşlüğü, kavgaları, fırkalaşmayı daha da derinleşmiş bir hale getiriyor.


Dolayısıyla ne olursa olsun bu ana caddeyi korumak zorundayız. Birileri bizi başka yerlere çekse de, buna prim vermemek durumundayız.


Çabalarınızla, çalışmalarınızla toplumun çok geniş kesimine temas edebiliyorsunuz. Bu noktada gözlemleriniz vardır muhakkak, bugünün Müslümanlığında bir temel mesele olarak merhameti tespit ettiğimizde, özellikle daha yakın insan ilişkileri bağlamında, bilhassa hem eşler arası, hem ebeveyn ile çocuk arası bağlamda rahmet dili açısından neredeyiz?


Tebliğ ve davet noktasında hepimizin sorumluluğu var mı, var. Ama bir hakikat var, en başta onu söylemek gerekiyor. O da şu: İnsanlara tepeden baktığınız müddetçe asla tebliğ yapamazsınız. İnsanlara kendiniz kurtulmuş, farklı bir konumda gibi bakarsanız, “Ben sizi kurtarmaya geldim. Ben zaten işi garantiledim, sizi de o bataklıktan almaya geldim” gibi bir üslup ve eda ile yaklaşırsanız, bu tebliğ olmaktan çıkıyor ve hiçbir tesiri olmuyor. Tebliğ eşit şartlarda yapılır. İnsani bağ kuramadığınız hiçbir insanla İslami bağ kuramazsınız. Öncelikli şart insani bağdır.


Ben insani bir bağ kurayım insanlarla, etrafımla, iş arkadaşlarımla, işte okuldaki arkadaşlarımla, neredeysem, komşularımla, akrabalarımla. Bir hesapla değil ama, fıtrî biçimde. Belki o bağ kurduğum insanlara birşey vermekten ziyade onlardan birşeyler almak durumunda kalacağım. Çünkü siz kendinizi yukarıda gördüğünüzde, o insanlarla aranızdaki mesafe açıldığında istifade olmuyor. Sizde bir iyilik varsa siz veremiyorsunuz. Karşı tarafta bir iyilik varsa siz alamıyorsunuz. Onun için bir kere bundan kendimizi kurtarmamız lazım.


Allah Resulü böyle bir dille konuştu. Efendimiz bir şairle karşılaştığında, onlarca örneği var bunun, şaire diyor ki, sana birşeyler anlatsam dinler misin? Şair diyor ki: “Ben dili senden daha iyi kullanıyorum, önce sen beni dinle.” Allah Resulü diyor ki, tamam konuş. Şair konuşuyor ve Resulullah dinliyor; ondan sonra anlatıyor anlatacağını. Niye dinlemeyelim insanları? Dinlemediğiniz bir insana ne anlatacaksınız? Karşıdaki insana hep tepeden baktığınız, farklı bir nazarla baktığınız zaman nasıl bu noktada bazı şeyler yapabileceksiniz?


Onun için bir kere bu eşit seviyeye inelim. Kendimizi ‘en’ görmekten vazgeçelim; en iyi, en dindar, en vatanperver, en, en, en... bunlardan vazgeçelim. İnsani ölçülere riayet ederek, insanlarla insani ilişkilerimizi geliştirecek yollar oluşturalım. O zaman etrafımızda belki bizimle aynı dünya görüşünde olmayan nice insandan inanın çok güzel şeyler istifade edeceğiz. Biz de eğer bazı güzelliklerimiz varsa onlara bunları yansıtmış olacağız. İnsani bağ kurabileceğim herkesle ortak bir zemin oluşturmamız gerekiyor.

Bediüzzaman’ın bir güneş metaforu var. İslamiyet güneştir, yerdeki cam parçalarına alet edilemez diyor. Fakat bugün din belli bir kesimin diniymiş gibi bir anlatım var.


Dinin eğer özünü kavrasaydık, hiçbir şeye alet edilmeyecek kadar büyük bir değer olduğunu farkederdik. Ne ticarete, ne siyasete, ne başka bir menfaate. Çünkü din Allah’ın dini. Siz birşeye alet etmeye başladığınızda o alet ettiğiniz şeyin seviyesine düşürmüş olursunuz dini. Ve ister istemez karşısında bir sürü kitlenin oluşmasına sebebiyet verirsiniz.


Şimdi bu noktada eğer kalkar da dini, dine ait olan değerleri mesela siyasi herhangi bir partiyle özdeşleştirirseniz, o partinin dışında kalan herkesi kendinize rakip olarak görmüş olursunuz. Din herkesi muhatap alıyor; inkarcısı da, inananı da, herkese birşey söylüyor. Ama burada birileri dine ait olan değerleri kendi siyasetine ve ticaretine alet ettiğinde en büyük zararı dine vermiş oluyor ve din bir musibet yaşıyor, çok büyük bir musibet hem de. Böyle üsluplardan ve böyle dillerden uzak durmak lazım.


Din, insanların kendi vicdanlarıyla başbaşa kalacakları, kendi bilgilerini elde ederek kendilerine yol tayin edecekleri birşey. Dolayısıyla birilerinin dayatmasıyla, zoruyla olabilecek birşey değil. Zorla yaptığınız şey de dindarlık olmuyor. Sadece nifakı çoğaltmış oluyorsunuz. Bu işleri vicdanla yaptırmadığınız zaman ortaya sağlıklı neticeler çıkmaz. İslam’ın, İslam’a ait değerlerin, dine ait olan değerlerin böyle bir özelliğinin olduğunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor.


Hocam, tarihte de böyle kırılma anları var mı?


Mesela Emevîler döneminde, Kerbela’da, Harre olayları sürecinde, Moğolların İslam coğrafyasını kasıp kavurdukları süreçte… Mesela Moğollar saldırdığında o günün Bağdat’taki tarihçileri kıyamet koptu, bundan sonra bu ümmet ayağa kalkmaz diyorlar. Ama neler oldu, gördük. Çok böyle dibe vurduğumuz zamanlarda bile kalkmışız ayağa. Çünkü neticede Allah’ın dininden bahsediyoruz.


Ama özellikle yeni neslin din algısını düzeltmek epey bir zaman alacak. Bunu bilmemiz ve neleri bu noktada telafi etmemiz gerektiği konusunda çok iyi bir ders çıkarmamız lazım. Eğer iyi bir ders çıkarırsak, enkazı kolay kaldırırız. Ama iyi ders çıkarmazsak… Ki maalesef bizi ona sevkedecek bir konjonktür de var, onu gözardı etmemek lazım. Bu meselenin farkında olan kardeşlerimiz, hocalarımız, cemaatlerimiz iyi bir muhasebe etmeliler. Büyüyen binalar kadar sevdalar büyümüş mü? İhlas gerçekten korunmuş mu? Görünme, beğenilme, bilinme, bir yerlerden birşeyler elde etme arzusu gerçekten ihlasın önüne geçmiş mi, geçmemiş mi? Bunlar ferdî olarak da çok ciddi bir biçimde test edilmesi, muhasebe edilmesi gereken şeyler. Bunları yapar da olan bitenden iyi bir tecrübe çıkarırsak, neticenin hayır olacağına inanıyorum. Çünkü sağlıklı bir halimiz yoktu zaten. Biz sağlıklı halimizi kaybetmedik, varolan hastalığımız daha da derinleşti aslında. İyice teşhis edersek, gerçekten bir cesaret ortaya koyar da yüzleşirsek, Allah’ın izniyle buradan iyi birşey çıkarırız.



ÖZETLER


İnsanın olduğu yerde eksikler olur, hatalar olur. Zaten Asr-ı Saadet dediğimiz toplum hatasız bir toplum değil. Hatalar çıktığı zaman insani ve İslami çözüm bulunan topluma Asr-ı Saadet toplumu diyoruz.


Biz şartları kutsayıp tarihi değerlendirirken tarihteki o insanlara bir kudsiyet zırhı giydirdiğimizde mecburen yanlışlarını da dinin içerisine taşımış oluyoruz. Onların yanlışlarına sanki dinin bir parçasıymış gibi fetvalar bulmaya başlayınca, iş bu noktaya kadar geldi. Bu çok ciddi bedeller de ödetecek birşey.


Bütün meselenin dönüp dolaşıp geldiği kavramın adı ahlak. Bizim ahlak eğitimimizde bir problem var. Ahlakı, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın öğrettiği şekliyle öğrenmiyoruz. Ahlakı farklı alanlara sıkıştırıp değerlendirdiğimiz için, hayatın birçok alanında ahlak-din ilişkisini tam anlamıyla kuramıyoruz.


Cafer b. Ebû Tâlib, Necâşî’nin huzurunda bir konuşma yapıyor. Onsekiz madde var onun cevabında. O onsekiz maddeyi alalım, bir de Türkiye’deki hocaların, Diyanetin, vakıfların, derneklerin, cemaatlerin ahlaka ait anlattıkları yirmi yıllık, on yıllık konuları da bir derleyelim. Altıncı yıla kadar Allah resulünün anlattığı çoğu şey bizim hayatımızda yok.


Altıncı yılda Necâşî “Sizin peygamberiniz sizden ne istiyor?” diye sorunca, sahabe adaletin ikamesi diyor, ölçü ve tartıda hassasiyet diyor, sözü doğru söylemek diyor, insanların aile mensubiyetlerine, kavmiyetlerine bakarak üstünlük taslamamak diyor. Ama siz ahlakı belli alanlara sıkıştırırsanız, olmuyor işte. Problem buradan zaten kaynaklanıyor.


İsrailoğulları’nın Kur’an’da niçin bu kadar ısrarla ve tekrarla anlatıldığını bu durumları görünce daha iyi anlıyoruz. Biz ümmet-i Muhammed gibi konuşuyoruz, ama ümmet-i Musa gibi yaşıyoruz. İsrailoğulları’nın karakterlerine dair Kur’an’ın anlattığı özelliklerin çoğu şu anda bize uyuyor.


Mesela Allah’a karşı güvensizlikleri, Kitaba ve peygambere güvensizlikleri, menfaatlerini öne almaları, en ufak bir imtihanla karşı karşıya kaldıklarında akidelerine ters dönmeleri, vahyi eğip bükmeleri, menfaatleri için Allah’ın ayetlerini gizlemeleri, değiştirmeleri... Bir millet anlatılmıyor orada, bir karakter anlatılıyor.


Bizi dengeye çağırıyor Resûlulllah. Allah Resulünün dünyasında mutedil bir duruş görüyoruz. Onun dışındaki herşey aslında dini yaşanmaz kılıyor. Çünkü zorlaştırdığınızda, bir müddet sonra diyorsunuz ki, artık yaşanmaz bu din. Yaşanmayan bir dinden de irtibatınızı koparmış oluyorsunuz.


Bu dinin en güzel tarafı şeffaf olması ve doğal olması. Ama sonrakiler buna başka şeyler kattığı için din yaşanmaz hale geldi. Birisi bu dine geldiği zaman hayatı daralacak, bir sürü şeyden vazgeçecek; böyle birşey yok. Böyle olmadığının onlarca örneğini Asr-ı Saadette görüyoruz.


İnanın gençlerin büyük bir kısmının dinle sorunu yok; anlatılan dinle sorunları var ve dindarlarla sorunu var. Bunu iyi farketmemiz lazım. Oturup konuştuğunuzda görüyorsunuz; büyük bir kısmı babasına kızmıştır, annesine kızmıştır, camideki imama kızmıştır, cemaatteki birine kırmıştır, devlete kızmıştır, Diyanet’e kızmıştır. Yani o anlatılan dinle problem yaşıyor aslında.


Bugün dindar hayatın birçok alanına küsmüş, hayatı sadece belli ibadetlere sıkıştırmış ve hiçbir şekilde yüzünde tebessüm yok. Bakın, bugün girelim internete, İslam coğrafyalarından şöyle bir resim tarayalım, gülen insanı çok az görürsünüz. Bizim dinimiz tebessüm istemiyor mu bizden?


Selamlaşma yok yahu bizde. Halbuki Allah Resulü selamlaşmayı bu dinin kodu olarak bize söyledi. O sevinci kaybettik biz. Kaybettiğimiz için de, şekle ait şeyleri koruyarak telafi edeceğimizi zannediyoruz. Ama hayatı dinin verdiği ölçüde lezzetli yaşamadığımız müddetçe insanlara bu lezzeti tattıramayacağız.


İnsanlara tepeden baktığınız müddetçe asla tebliğ yapamazsınız. Tebliğ eşit şartlarda yapılır. İnsani bağ kuramadığınız hiçbir insanla İslami bağ kuramazsınız. Öncelikli şart insani bağdır.


Dinin eğer özünü kavrasaydık, hiçbir şeye alet edilmeyecek kadar büyük bir değer olduğunu farkederdik. Ne ticarete, ne siyasete, ne başka bir menfaate. Çünkü din Allah’ın dini. Siz birşeye alet etmeye başladığınızda o alet ettiğiniz şeyin seviyesine düşürmüş olursunuz dini. Ve ister istemez karşısında bir sürü kitlenin oluşmasına sebebiyet verirsiniz.


Dini, dine ait olan değerleri bir zümreyle özdeşleştirirseniz, onun dışında kalan herkesi kendinize rakip olarak görmüş olursunuz. Din herkesi muhatap alıyor. Ama birileri dine ait olan değerleri kendi siyasetine ve ticaretine alet ettiğinde en büyük zararı dine vermiş oluyor ve din bir musibet yaşıyor, çok büyük bir musibet hem de...


Din, insanların kendi vicdanlarıyla başbaşa kalacakları, kendi bilgilerini elde ederek kendilerine yol tayin edecekleri birşey. Birilerinin dayatmasıyla, zoruyla olabilecek birşey değil. Zorla yaptığınız şey de dindarlık olmuyor. Sadece nifakı çoğaltmış oluyorsunuz.


bottom of page