top of page

Entellektüel Sorumluluk Ve Arundhatı Roy

AHMET YILDIZ



Düşünce ve ifade hürriyetinin temeli, doğruların ancak bu şekilde ortaya çıkabileceğine ilişkin kabuldür. Yanlışları tolere edebilmek, toplumsal doğruların ‘müsademe-i efkâr’ sonucunda belireceğine olan inancın sonucudur.


Tüm toplumsal ilişkiler belli bir iktidar çerçevesine yaslandığından, iktidar ilişkilerinin ifşası, buna ilişkin farkındalıkların oluşmasının temelidir. İktidar ilişkileri ise rafine asabiyetlere dayanır. Bu asabiyetlerin hakkaniyet olarak adaletle ilişkisi her zaman sorgulanmaya açıktır. İktidar ilişkilerini biçimlendiren hâkim aktörler aynı zamanda kendi hakikat rejimlerini de üretirler.




Bu hakikat rejimleri çoğu defa iktidar merkezli yüzlerini maskelemeyi tercih ederler. İktidarın bekasına hizmet eden hakikat rejimleri, dayandıkları asabiyeti (‘biz’den olma duygusu) hakkaniyet olarak sunan bir iletişim dili geliştirerek bağlılarının vicdanını ‘rahatlatmaya,’ akıllarını ‘bağlamaya’ çalışırlar.


Günümüzdeki popülist iktidarların ürettiği hakikat rejimleri ‘gerçek-sonrası’ (post-truth) bir karaktere sahiptir. Politik, ekonomik ve toplumsal gerçekliğin olgulardan bağımsız olarak, öznenin anlayış tarzına göre oluşturulmasına dayalı bu söylem, bütünüyle kurgusallığa dayanır. Güncel siyasal pozisyonların haklılaştırılması ve politik mobilizasyon için tanımlanan gaye-i hayalin konsolidasyonu için en önemli araçlar ‘tarihin politik asabiyeti besleyecek şekilde yeniden inşası,’ ‘tarih kurucu güç’ olarak ‘biz’in inşası ve ‘iç ve dış düşmanlar’ edebiyatına dayalı bizden olanlar/bize karşı olanlar söylemidir. ‘Parlak gelecek’ vizyonu, ‘muhteşem geçmiş’ tasavvuru üzerinden üretilir. Bu söyleme itiraz eden her türlü fikir, kanaat, grup ve hareket ‘sadakat-ihanet’ sarkacı içine alınır ve iç ya da dış düşmanla(rla) ilişkilendirilir. Böylece iktidar cihazı üzerinde tekel oluşturulur ve muhalefet her türlü araca başvurularak tasfiye edilir. Popülist politik tahayyüller, siyasete farklı aktörlerin meşru rekabetine dayalı bir oyun olarak değil, içinde hiçbir farklılaşmanın bulunmadığı bütüncül bir homojenlik olarak bakar.


Bu tür popülizmin en baskın örneklerinden biri, 2014 yılından beri Hindistan’da iktidarda olan, dünyanın en zengin siyasi partilerinden biri olarak kabul edilen ve 25 milyon civarında üyesi bulunan, Narendra Modi liderliğindeki Hindistan Halk Partisi (BJP/Bharatiya Janata Party)’dir. BJP, 1925’te Hindistan’daki Müslüman azınlığa ve İslam’a karşı öncelikle sosyal ve kültürel planda ‘direniş’ amacıyla kurulan Hindu paramiliter örgüt Ulusal Gönüllü Teşkilatı (The Rashtriya Swayamsevak Sangh/RSS)’nın siyasi yüzüdür. Örgütün tüm Hindistan çapında okulları, yardım kurumları ve ideolojilerini yaymayı amaçlayan binlerce oluşumu bulunmaktadır. Partinin ideolojisi, Hindu kültürünün rönesansına dayalı Hindu milliyetçiliğini esas alan Hindutva’dır.


Hindistan’ı Hindulaştırmak ve Pakistan ve Bangladeş’i de içine alan ‘Büyük Hindistan’ı kurmak için öncelikle ülkeyi ve devleti Müslümanlardan ve sonra da tüm Hindu olmayan topluluklardan (Hıristiyanlar vd.) arındırarak Hindu toplumunun devleti yapmayı hedefleyen bu ideolojinin ilham kaynağı, İtalyan faşizmi ve Hitler Nazizmidir. Hitler’in saf ve üstün bir Alman halkı oluşturma hedefi, bu hareketin Golwalkar gibi liderleri tarafından takdirle karşılanmış ve yerli Hindu kültürüne dayalı türdeş Hindistan için örnek olarak alınmıştır. 1948’de, Hindu-Müslüman Birliğini savunduğu için Gandhi’yi öldüren Nathuram Godse, bu harekete mensuptu. Cinayetten sonra yasaklanan örgüt, en son 1992’de beşyüz yıllık Babri Camiinin (diğer adıyla, Babri Mescidi) yıkılması sürecinde yasaklanmış, ancak bir yıl sonra bu yasak kaldırılmıştı.


RSS Hareketinin kurucu isimlerinden M.S. Golwalkar, Kemalist dönemde Mahmut Esat Bozkurt’un ‘Türk olmayanların bu vatandaki haklarına’ ilişkin olarak söylediği sözlere benzer şekilde, Hindu olmayanları ‘yabancı’ olarak görüyor ve Hindistan’da kalabilmelerinin Hindu inancına saygı duymak ve onu benimsemekle mümkün olabileceğini belirtiyordu. Müslümanlar ve Hıristiyanlar, bu inançları benimseyerek köklerinden uzaklaşmış Hindular idiler; Hinduizme yeniden kazandırılarak özlerine dönebilir ve ancak bu sayede vatandaşlık haklarına sahip olabilirlerdi (asimilasyoncu eşitliğe dayalı vatandaşlık anlayışı).


Hareketin Müslüman karşıtlığı pratikte çok sayıda pogromda ifadesini bulmuştur. 2002’de, başbakanlığını Narendra Modi’nin yaptığı Gujarat eyaletinde ikibinden fazla Müslüman katledilmiş; eyalet yönetimi—polis, yargı ve yöneticiler dahil—katliama destek vermiştir. RSS üyeleri, katliamın ana organizatörleri olarak öne çıkmışlardır. Ayodhya’daki beşyüz yıllık Babri Camiinin 1992’de yıkılması yine hareket tarafından organize edilmiştir.


2014’te Modi’nin liderliğindeki BJP iktidara geldikten sonra, süreç içinde toplumsal olarak zaten çok güçlü bir örgütlenmeye sahip olan RSS, devlet kurumlarına hâkim olmayı başarmış ve sürekli olarak kurgu gerçeklikleri kitlelere empoze eden çok büyük bir medya imparatorluğu kurmuştur. Tüm ders kitapları Hindutva ideolojisine uyumlu olacak şekilde değiştirilmiş, Hindular tarihsel olarak en büyük medenileştirici role sahip, tüm büyük bilimsel keşifleri gerçekleştiren üstün bir halk olarak resmedilmişlerdir. Hinduizmi temsil eden renk olan safran renginden dolayı ‘Safranlaştırma’ ya da ‘Safranlaştırma terörü’ olarak adlandırılan bu süreçte, Hindistan tarihi sadece Hindular üzerinden yeniden yazılmıştır. Müslümanların Hindistan toplumu ve tarihindeki rol ve katkıları yok sayılırken, Hindistan’ın Müslümanlar tarafından yönetildiği çağlar ‘karanlık kolonyal asırlar’ olarak nitelenmiştir. İyi olan herşeyin Hindulukla ve Hindularla, kötü olan herşeyin ise Müslümanlıkla ve Müslümanlarla ilişkilendirildiği tarihsel bir anlatı üretilmiştir. Hiç şüphesiz Keşmir’in tarihsel hikayesi de yeni bir anlatıma tâbi tutulmuştur. Tümüyle Hinduizme has karakter taşıyan kast yapısının varlığı ise görmezden gelinmiştir.


Bu dönemde RSS üyelerinin Müslüman topluma karşı gerçekleştirdiği eylemlerin cezasız kalması ve buna çoğu defa polis ve yargı birimlerinin de destek vermesi, inek kesiminin yasaklanması, Müslümanların Hindu kadınlarla evlenmesinin önlenmesi, camilere saldırılar, 2019’da Babri Mescidinin yerine bir Hindu tapınağının inşa edilmesi (Ram Mandir) ve Keşmir’e özerklik tanıyan Anayasanın 370. maddesinin iptali, yine 2019 tarihli, özellikle Assam bölgesindeki Müslümanların vatandaşlığını iptal etmeyi amaçlayan ve Müslüman olmayı göçmenlere vatandaşlık verilmesine engel bir nitelik haline getiren Vatandaşlık Yasasındaki değişiklik ile, en son 2021’de Delhi’de yaşandığı gibi Müslüman halka karşı kitlesel kıyımların gerçekleştirilmesi, Hindistan’da Müslümanların içinde yaşadığı gözyaşı denizini tutuşturmuş ve Müslüman olarak yaşayabilmelerini bir çile ve eziyet pratiği haline getirmiştir. Aynı şekilde, sadece Müslümanlar değil seküler muhalefet de hayat alanlarını kaybetmiş, dünyanın en büyük demokrasisi, yerini, İsrail’in Filistin politikalarını Müslüman vatandaşlarına peyderpey uygulayan bir Hindutva devletine bırakmıştır. Sosyalist gelenekten gelen ve kapitalizm ve küreselleşmenin yol açtığı büyük eşitsizlere dönük eleştirel metinleriyle tanınan Hintli romancı ve aktivist Arundhati Roy’un deyimiyle, Hindistan demokrasisinin kurumları ‘geri döndürülmesi mümkün olmayan ağır bir tahribata maruz bırakılmıştır.’


Arundhati Roy 1997’de Booker Ödülünü kazanan The God of Small Things (Küçük Şeylerin Tanrısı) ile 2017’de Man Booker Ödülünde final listesine kalan The Ministry of Utmost Happiness (Mutlak Mutluluk Bakanlığı) romanlarının yazarıdır. Siyasi yazıları My Seditious Heart (Benim İsyankâr Kalbim, 2018) ve Azadi (Özgürlük, 2020) isimleriyle kitaplaştırılmıştır. Yeni Delhi’de yaşayan ve sonradan Hıristiyanlığa geçmiş Hindu bir baba ile Süryani bir annenin kızı olan yazarın ayrıca çok sayıda deneme kitabı vardır.


Roy, 22 Haziran 2022’de, sekiz yıldır Hindistan’da iktidarda olan Hindu milliyetçisi Bharatiya Janata Partisi’nden (BJP) iki sözcünün geçen ay Hz. Peygamber ve eşleri hakkında hakaretâmiz beyanlarda bulunmasının yol açtığı uluslararası tepkiler üzerine CNN’e bir röportaj verdi. Röportaja arkaplan oluşturan bu olay, Hindistan’ın Müslüman azınlığı arasında birkaç eyalette protestolara yol açtı. Çoğunluğu Müslüman olan bazı ülkeler Hindistan büyükelçilerini geri çağırdı. Hindistan Dışişleri Bakanlığı, yorumların hükümetin görüşlerini yansıtmadığını belirtti. O sözleri söyleyen iki parti yetkilisinden biri daha sonra sözlerini geri çektiğini söyledi ve ikisi de disiplin cezasıyla karşı karşıya kaldı.


Ancak yukarıda kısaca özetlediğimiz Hindutva ideolojisini devlet ideolojisi haline getiren BJP siyasi pratiği gözönüne alındığında, Hindistan’daki 200 milyon Müslüman için bu yorumlar aslında süreklilik arzeden bir vaziyetin tezahürleridir.

Arundhati Roy’un Hindistan demokrasisi ve Müslümanların karşı karşıya olduğu soykırım tehlikesine karşı söyledikleri, gerçek bir entellektüel sorumluluk örneğidir. Zulüm yaşanırken, haksızlık kurumsallaşırken ses çıkarmayanlar, insanı bayağılaştıran kötülüğün taşıyıcısı haline gelirler. Bir fark meydana getirebileceklerin, bu imkân varken ideolojik sebeplerle, korkudan ya da konfor alanında kalma isteği ile bunu yapmamaları, toplumsal kötülükleri önleme konusunda öncülük bekleyenleri liderlikten yoksun bırakırken, bu kötülüklerin gözardı edilerek sıradanlaşmasına yol açmaktadır. Nazilerin yaptıkları karşısında Protestan Kilisesinin sessizliğini kınayan Alman ilahiyatçı Emil Gustav Friedrich Martin Niemöller’in Ocak 1946’da söylediği şu ünlü söz, bu durumun en özlü ifadelerinden biridir:

“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist değildim. Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal demokrat değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, birşey söylemedim; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudiler için geldiler, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”


Bu ifadeleri Hindistan bağlamında “Önce Müslümanlar için geldiler... Benim için geldiklerinde, sesini çıkaracak kimse kalmamıştı” şeklinde yeniden yazmamız mümkün ki, romanları Türkçenin yanı sıra çok sayıda dünya diline çevrilen, çok satan ve çok okunan küreselleşme karşıtı sosyalist bir aktivist olarak aslında Roy tam da bunu yapıyor. Bunu yaparken Hindutva ideolojisini benimseyenlerden aldığı kaba ölüm tehditlerini ve yazarın halen Yeni Delhi’de yaşadığını unutmamak gerekiyor. Şu sözleri Niemöller’in tekrarı gibi:


“RSS, ‘Akhand Bharat’ dediği şeye, aynı anda hem fütürist hem de eski olan bir tür fanteziye inanıyor—fethedilecek ve Hindu yönetimine tâbi olacak Pakistan ve Bangladeş’i içeren gelecekteki bir Antik Hindistan. Hindistan’ın tüm Avrupa’dan daha çeşitli olan akıllara durgunluk veren dinî, sosyal ve ulus altı kimliklerini can çekişen, kastlara bağlı bir Hindu ulusunun katı hiyerarşisinde düzleştirmek, hayal edilemeyecek kadar şiddetli bir süreçtir. Bu, anayasayı bir kenara bırakmak ve Hindistan fikrinden vazgeçmek anlamına geliyor.


Ateş hattının ilk sırasında Müslüman topluluklar var. Bunun hemen arkasında Hıristiyanlar da var—aynı zamanda gaddarlığa uğrayan küçük bir azınlık. Sadece geçen yıl Hıristiyanlara yönelik 400’den fazla saldırı oldu. Kiliseler tahrip edildi, rahipler ve rahibeler dövüldü, cemaatleri tehdit edildi ve küçük düşürüldü.

2014 ve 2019’daki son iki ulusal seçimde BJP, Hindistan’ın 200 milyonluk Müslüman topluluğunun oyu olmadan ulusal parlamentoda sağlam bir çoğunluk kazanabileceğini gösterdi. Bu, son derece tehlikeli olan, Müslümanların bir tür siyasi haklarından mahrum bırakılmaları ve siyaseten tecrit edilmelerine sebep oldu.”


Roy, CNN'e verdiği röportajda, Hz. Peygamber ve eşlerine hakaret olayını BJP’nin ‘ortak bir düşmana (Müslümanlara) karşı tezgahlanmış nefretinin’ doruk noktası olarak değerlendiriyor:


“Hindistan’ın trajedisi dünyanın en kötü yeri olması değil, oraya doğru yolda olmamız. Evimizi yakıyoruz. Hindistan tehlikeli bir şekilde başarısız olan bir tecrübe olmaya doğru gidiyor.

Sevgili arkadaşlarımın birçoğu—şairler, yazarlar, profesörler, avukatlar, insan hakları aktivistleri ve gazeteciler—hapiste. Pek çoğu, seslerini yükselttikleri için Yasadışı Faaliyetleri Önleme Yasası adı verilen korkunç bir yasa uyarınca suçlanıyor. Azınlıklar, Dalitler (parya sınıfı/dokunulmazlar) ve ormanlarda yaşayanlar yerinden edilme ve devlet terörüyle karşı karşıya.

Aralarında Hindistan’ın en önemli beyinleri olduğunu düşündüğüm insanlar var. Faşizm zamanında hür bir insan olarak yaşamanın ne anlama geldiğini merak ediyor insan. Dünya yıkılırken çok satan bir yazar olmak ne anlama geliyor?”


Dünyanın yıkılması, adaletin çatırdamasıdır. Arundhati Roy, zulüm politikalarına adalet kisvesi giydirilirken susuyorsanız, çok satan bir yazar olmanızın bir anlamının kalmayacağının altını çiziyor.

Roy, gerçeklik-ötesi durumun Hindistan’daki yansımasını ortaya koyarken, ülkesi Covid-19 salgını sırasında dünya ülkeleri içinde en kötü performanslardan birini gösteren, ölümlerin en fazla yaşandığı ülkelerden biri olmasına rağmen, Modi’nin nefret siyasetinin neden rağbet gördüğüne ilişkin olarak şunları söylüyor:


“Facebook ve Twitter’ın algoritmaları üzerine yapılan araştırmalar, nefretin nezaketten çok daha fazla ilgi gördüğünü gösteriyor. Sefil insanlar, ezilen insanlar, işsizler, ezici yoksulluk içinde yaşayan insanlar kendilerini daha fazla cehenneme iteceklere oy veriyorlar, batık gözleri nefretlerinin nesnesine sabitlenmiş durumda.

Modi’nin pandemi sırasında şok edici duygusuz beceriksizliğini göstermesinden sonra—ilk dalgadaki ani kilitlenme, milyonlarca işçinin mahsur kalmasına yol açtı ve çoğu evlerine binlerce kilometre yürümek zorunda kaldı, ikinci dalgada ise milyonlarca ölüme rağmen—bazıları hâlâ hüzünlü bir huşu içinde başlarını sallıyor ve ‘Modi olmasaydı daha kötü olurdu’ diyor.

Kendileri hakkında, kendi hayatları hakkında beslendikleri hikâyeyi yuttular. Bu arada Modi’nin sorumluluğu sıfır. Başbakan olarak geçirdiği bunca yıl boyunca tek bir basın toplantısında konuşmadı. Tek elde ettiğimiz, sahnelenen performanslar ve fotoğraf çekimleri.”


Arundhati Roy, Hindistan demokrasisinin yaşadığı gerilemeyi ve dünyadaki en büyük azınlık olarak Müslümanların hayat hakkı dahil tüm temel haklarından yoksun kalma tehlikesine maruz olmaları karşısındaki uluslararası tepki ya da tepkisizliği, uluslararası siyasetin değer değil çıkar eksenli bir oyun olması ile ilişkilendiriyor:


“…Dünyayı dolaşan, Amerikan başkanına sarılan başbakanımız, uluslararası kamuoyunu derinden umursar. Hiçbirimiz onun bir Hintliye sarıldığını görmedik. Yurtdışı gezilerinin optikleri özenle seçilmiştir. Milyonlarca takipçisi ondan ‘Vishwa-Guru,’ Tüm Dünyanın Gurusu olarak bahseder. Barack Obama, Donald Trump, Angela Merkel, Emmanuel Macron, Boris Johnson, hepsi onu şımarttı. Uluslararası eylem ve tepki, yalnızca bir pragmatizm ve çıkar oyunudur. Ticaret ve jeopolitiğin, ırk, din ve etnisite ile, değerler ve ahlak ile çok az ilgisi vardır.


Hindistan, diyelim ki Fransa’dan bir savaş uçağı filosu satın alıyorsa, linç ve biraz toplu katliamın karşılığının en fazla hassas bir parmak sallaması olacağını bilir. Büyük bir pazar, ahlaki kınamaya karşı mükemmel bir sigortadır.

Şu anda, Ukrayna savaşı ve Hindistan’ın Rusya’ya yakınlığı sebebiyle dış ilişkiler Hindistan için biraz zor. Yani, Hindistan’ın Keşmir’deki suçları ve Hindu milliyetçiliğinin bu çok şiddetli biçimi, küçük bir inceleme altına giriyor. Ama bunların hepsi Büyük Oyun’da sadece pazarlık kozları. Bu kadar alaycı konuştuğum için üzgünüm, ama öyle.”


Roy’un Hindistan’ın ‘dünyanın en büyük demokrasisi’ olduğu mitine ilişkin olarak söyledikleri, İsrail’in Orta Doğunun tek demokrasisi olduğu propagandası bağlamında da karşılık bulabilir: “Demokrasi sadece düzenli seçimler yapmak demek değildir. Dinî azınlığı oluşturan 200 milyon insan haklarından mahrum yaşarken onları linç edebildiğinizde, öldürebildiğinizde, hapsedebildiğinizde, ekonomik ve sosyal olarak boykot ettiğinizde, evlerini tam dokunulmazlıkla yıkıp vatandaşlıktan çıkarmakla tehdit ettiğinizde, katiller ve linççiler siyasi merdiveni hızla tırmanmaya can attıklarında, demokrasi olamazsınız.”

Hindistan demokrasisinin uğradığı tahribatlar karşısında söyledikleri ise günümüzdeki tüm popülist siyasi yapılanmalar için geçerli:


“Onyıllar boyunca gerçekleştiği ölçekte insanların sistematik olarak beyin yıkamasını tersine çevirmek zordur. Kontrol ve denge sistemini oluşturması gereken her kurum, Hindu milliyetçiliğinin bir silahı olarak boşaltıldı, yeniden tasarlandı ve insanlara karşı kullanıldı. Siyasi muhalefet açısından, Tamil Nadu, Bengal, Kerala, Maharashtra, Pencap’ta devlet düzeyinde BJP’ye başarıyla karşı çıkan siyasi partiler var, ancak ulusal düzeyde muhalefet neredeyse yok.

Tüm seçim sistemi ile oynandı. Gerçek oyların çoğunluğuna yakın birşey olmadan bile koltukların büyük çoğunluğunu kazanabilirsiniz. Hindistan’da, çok partili bir demokrasiye sahibiz. Bu, bir seçim bölgesinde oyların yalnızca yüzde 20’sini alsanız bile, en yakın rakibinizden daha yüksek olduğu sürece kazanacağınız anlamına gelir. Zengin bir parti, oyları bölmek için sahte adaylar çıkarabilir. Ama bu, bir sürü numaradan sadece bir numara.”


Ekonomik açıdan kendisini ‘güvende’ hissettiği için Roy’un bu düşüncelerini söyleme lüksüne sahip olduğu düşünülse bile, Roy’un konfor alanında kalmak yerine toplumsal sorumluluk almayı tercih ettiği açık. BJP’den bir parlamenterin, bir askerî jipin arkasına bağlanarak Keşmir’de insan kalkanı olarak kullanılmasını önerdiği bir aktivist romancı olarak Roy, entellektüel sorumluluk açısından örnek bir figür olarak görülmeyi hak ediyor. Hindistan’ın dinî, kültürel ve siyasi açıdan homojen bir teklik üzerinden yapılandırılmasına bir insan, bir entellektüel, bir azınlık mensubu ve bir kadın olarak itiraz eden Roy, Hindu ‘biz’in dışında konumlanabilmeye cesaret ediyor, resmî onaylı ‘yalan balonlarına’ iğnesini batırmaktan çekinmiyor ve mensubu olmadığı bir azınlığın içine düşürüldüğü çaresizlik durumu karşısında güçlü bir tonda itiraz edebiliyor. Edward Said’in “Entellektüel. Sürgün, Marjinal, Yabancı” isimli çalışmasındaki şu sözleri de bunu işaretliyor:


“Entellektüel bireyin hangi partiye yakınlık duyarsa duysun, hangi ülkeden gelirse gelsin ve kendini aslen neye bağlı hissederse hissetsin, insanların çektiği acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli doğruluk standartlarından şaşmaması gerektiğini söylemeye çalıştım. Nabza göre şerbet vermek, konuşulması gereken yerde susmak, şovenist kabadayılıklara, tantanalı döneklik ve günah çıkarma törenlerine rağbet etmek bir entellektüelin kamusal rolüne en çok gölge düşüren tavırlardır.”


Said, entellektüel sorumluluğu evrensel doğrulara bağlı kalabilme ihtiyacı ve riski ile ilişkilendirir:


“Düzenin adamları belli çıkarları gözetirler, oysa entellektüeller şovenist milliyetçiliği, şirketleşmiş düşünce müsveddelerini ve sınıfsal, ırksal ve cinsel imtiyazları sorgulayan kişiler olmalıdırlar. Çoğunlukla başkalarının gerçekliğini görmemizi engelleyen birer perde işlevi gören, yetiştiğimiz ortamın, sahip olduğumuz dilin ve milliyetin sağladığı ucuz kesinliklerin ötesine geçebilme riskini göze alabilmek demektir evrensellik. Aynı zamanda dış politika, toplumsal politika gibi meseleler sözkonusu olduğunda insan davranışları için tek bir standart arama ve buna uyma çabası demektir. Sözgelimi bir düşmanın durup dururken bir şiddet eylemine girişmesini kınıyorsak, hükûmetimiz kendisinden daha zayıf bir ülkeyi işgal ettiğinde de aynı şeyi yapabilmeliyiz.”


Çünkü, “Entellektüel, sürgün, marjinal ve iktidara hakikati söylemeye çalışan, bunu da (başta devlet olmak üzere medya büyük şirketler vb. otoriteden) bağımsız olarak yapan kişidir.”

Said’in söylediklerinden de hareketle entellektüel sorumluluk konusunda şunları söylemek mümkündür:

  • Entellektüelin tek dayanağı tavizsiz düşünce ve ifade hürriyetidir.

  • Entellektüel evrensel doğrulara bağlı kalmaya çalışır. Yaşanan bir krizi evrenselleştirir, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının acılarıyla ilişkilendirir.

  • Profesyonel değil amatör bir ruhun beslediği ahlakla meselelere bakar: otorite ve iktidarla profesyonel bir ricacı olarak değil, itibar görmeyen amatör bir vicdanın sesi olarak ilişki kurar. Entellektüel zihnî bağımsızlığını ancak bu şekilde koruyabilir.

  • İktidara hakikati söylemek, hülya ile malul bir idealizm değildir: Seçenekleri dikkatle tartıya vurup doğru olanı seçmek ve onu en yararlı olabileceği, doğru yönde değişmeye yol açabileceği yerde zekice temsil etmektir.

  • Entellektüeller ruhani bir azınlıktır; bir tür ruhban olmak zorundadır. Konfor alanının baştan çıkarıcılığına kapılan, profesyonelleşmenin girdabında boğulur.

  • Hâkim normların karşısında olabilmek, her zaman görülmek istenmeyene parmak basmak, sadakat ve itaatten çok sorgulamak ve yeniden incelemek entellektüelin ana misyonudur.

  • Entellektüel fildişi kuleden değil toplumun içinden konuşur; meselelerin yakıcılığını hisseder, en iyi nereden duyulacaksa oradan söyler.

  • Kısacası: “Bence hiçbir şey entellektüeli sakınganlığa, doğru olduğunu bildiği ama benimsememeye karar verdiği güç ve ilkeli bir konuma tipik bir biçimde sırt çevirmeye iten zihinsel alışkanlıklar kadar tekdire layık değildir. Fazla politik görünmek istemezsiniz; adınızın oyunbozana çıkmasından korkarsınız, patronunuzdan ya da bir otoriteden onay almanız gerekir; dengeli, nesnel, ılımlı biri olarak kazandığınız ünü korumak istersiniz; kendisine fikir sorulan, danışılan biri, bir yönetim kurulu ya da prestijli bir komiteye üye olmak, sorumlu vasıtalar arasından ayrılmamak gibi bir umudunuz vardır; günün birinde bir şeref payesi, büyük bir ödül, hatta belki de bir elçilik kapma peşindesinizdir. Bir entellektüel için bu zihinsel alışkanlıklar tümüyle yozlaştırıcıdır. Tutkulu bir entellektüel hayatı biçimsizleştirebilecek, soğurabilecek ve nihayetinde öldürebilecek birşey varsa o da bu alışkanlıkların içselleştirilmesidir.”

  • İslami bağlamda entellektüel ‘nâsih’tir: ahlaki doğruyu samimiyet ve ihlasla, her türlü zeminde, en doğru şekilde temsil etmekle yükümlüdür. Bunu yaparken:

    • Kınayıcıların kınamalarından çekinmez.

    • Hakkın hatırını yüksekte tutar; hiçbir hatıra feda etmez.

    • Gevenden ancak diken çıktığını bilir; iktidar ve otorite ile mesafesini her zaman korur, nisbi özerkliğinin bu şekilde korunabileceğinin farkındadır.

    • Profesyonelleşmenin getireceği konfor ve ikbalin maliyeti hakikatten taviz vermek olduğunda, bundan imtina edebilmek için ihtiyaç alanını ızdırar alanına dönüştürmez; Allah’ın âyetlerini az bir paha için eğip bükmekten Allah’a sığınır.

  • Entellektüel sorumluluk asabiyete hakkaniyet üzerinden bakmayı gerektirir. Hakkaniyeti asabiyetin hizmetine sunanlar, vicdanı susturup burhanı sultanın/gücün hizmetine koşarlar.

  • Seküler entellektüelin sahip olamadığı ahlaki çıpa, Müslüman entellektüelin inanç limanında demirlidir; bu ona her türlü dalga karşısında sığınak vazifesini görür.

  • İçtihadı mümkün kılan bir zemin yoksa, entellektüel sorumluluğun gereklerini yerine getirmek de zorlaşır. Bu yüzden entellektüel sorumluluğun ifası, düşünce ve ifade hürriyetinin korunması ile kâimdir.

Hindu çoğunluklu bir toplumda, üzerinizde devletin tüm baskıcı gücü Demokles’in kılıcı gibi sallanırken, sokaklarda linççi güruhlar dolaşır ve medya itibar suikastında bulunurken, dış dünya sizi umursamazken, aslında yalnız olduğunuzu çok acı bir biçimde iliklerinize işlemiş olarak hissederken ahlaki bir pozisyona sahip olmak ve bunu koruyabilmek, burhanın salim akıl üzerinden vicdanla buluşmasıdır. Kanaatimce, Roy, yukarıda paylaştığım görüşleriyle bunu yapabilen nadir entellektüellerden biridir.




Referanslar

  1. “Arundhati Roy: 'Hint Demokrasisine Verilen Hasar Geri Döndürülebilir Değil,” 22 Haziran 2022, https://edition.cnn.com/2022/06/22/opinions/bjp-hindu-muslim-democracy-modi-arundhati-roy/index.html (Erişim tarihi: 25 Temmuz 2022).

  2. Edward W. Said, Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Ayrıntı, 1995.




ÖZETLER


Popülist politik tahayyüller, siyasete farklı aktörlerin meşru rekabetine dayalı bir oyun olarak bakmaz, içinde hiçbir farklılaşmanın bulunmadığı bütüncül bir homojenlik olarak bakar. Bu tür popülizmin en baskın örneklerinden biri, 2014 yılından beri Hindistan’da iktidarda olan, Narendra Modi liderliğindeki Hindistan Halk Partisi’dir.


Hindistan Halk Partisi, 1925’te Hindistan’daki Müslüman azınlığa ve İslam’a karşı öncelikle sosyal ve kültürel planda ‘direniş’ amacıyla kurulan Hindu paramiliter örgüt Ulusal Gönüllü Teşkilatı’nın (RSS) siyasi yüzüdür. Partinin ideolojisi, Hindu kültürünün rönesansına dayalı Hindu milliyetçiliğini esas alan ve Hindistan’ı Hindulaştırmayı amaçlayan Hindutva’dır.


Hindistan’ı Müslümanlardan ve sonra da tüm Hindu olmayan topluluklardan arındırarak Hindu toplumunun devleti yapmayı hedefleyen Hindutva ideolojisinin ilham kaynağı, İtalyan faşizmi ve Hitler Nazizmidir. Hitler’in saf ve üstün bir Alman halkı oluşturma hedefi, bu hareketin Golwalkar gibi liderleri tarafından yerli Hindu kültürüne dayalı türdeş Hindistan için örnek olarak alınmıştır.


1948’de, Hindu-Müslüman Birliğini savunduğu için Gandhi’yi öldüren Nathuram Godse, bu harekete mensuptu. Cinayetten sonra yasaklanan örgüt, en son 1992’de beşyüz yıllık Babri Camiinin yıkılması sürecinde yasaklanmış, ancak bir yıl sonra bu yasak kaldırılmıştı.


2014’te BJP iktidara geldikten sonra, RSS devlet kurumlarına hâkim olmayı başardı ve sürekli olarak kurgu gerçeklikleri kitlelere empoze eden çok büyük bir medya imparatorluğu kurdu. Böylece, iyi olan herşeyin Hindulukla ve Hindularla, kötü olan herşeyin ise Müslümanlıkla ve Müslümanlarla ilişkilendirildiği tarihsel bir anlatı üretildi.


Bugün Hindistan’da sadece Müslümanlar değil seküler muhalefet de hayat alanlarını kaybetmiş, dünyanın en büyük demokrasisi, yerini, İsrail’in Filistin politikalarını Müslüman vatandaşlarına peyderpey uygulayan bir Hindutva devletine bırakmış durumda. Buna karşı Hintli romancı ve aktivist Arundhati Roy’un söyledikleri, gerçek bir entellektüel sorumluluk örneği.


Zulüm yaşanırken, haksızlık kurumsallaşırken ses çıkarmayanlar, insanı bayağılaştıran kötülüğün taşıyıcısı haline gelirler. Bir fark meydana getirebileceklerin, bu imkân varken ideolojik sebeplerle, korkudan ya da konfor alanında kalma isteği ile bunu yapmamaları, toplumsal kötülükleri önleme konusunda öncülük bekleyenleri liderlikten yoksun bırakırken, bu kötülüklerin göz ardı edilerek sıradanlaşmasına yol açmaktadır.


Arundhati Roy’un konfor alanında kalmak yerine toplumsal sorumluluk almayı tercih ettiği açık. Hindistan’ın dinî, kültürel ve siyasi açıdan homojen bir teklik üzerinden yapılandırılmasına bir insan, bir entellektüel, bir azınlık mensubu ve bir kadın olarak itiraz eden Roy, resmî onaylı ‘yalan balonlarına’ iğnesini batırmaktan çekinmiyor.


Üzerinizde devletin tüm baskıcı gücü Demokles’in kılıcı gibi sallanırken, sokaklarda linççi güruhlar dolaşır ve medya itibar suikastında bulunurken, dış dünya sizi umursamazken ahlaki bir pozisyona sahip olmak ve bunu koruyabilmek... Roy, bunu yapabilen nadir entelektüellerden biridir.


Entellektüel sorumluluk asabiyete hakkaniyet üzerinden bakmayı gerektirir. Hakkaniyeti asabiyetin hizmetine sunanlar, vicdanı susturup burhanı sultanın/gücün hizmetine koşarlar.


İçtihadı mümkün kılan bir zemin yoksa, entellektüel sorumluluğun gereklerini yerine getirmek de zorlaşır. Bu yüzden entellektüel sorumluluğun ifası, düşünce ve ifade hürriyetinin korunması ile kaimdir.


bottom of page