top of page

İlle De Ahlak

ÜMİT ŞİMŞEK


Asr-ı Saadete rengini veren iman eğitimi, hayatın bütün gözeneklerine nüfuz eden uygulamalı bir eğitim ruhu içeriyordu. Yoksa bugün bizim anladığımız mânâ ile hayatın sadece bazı bölümlerini ilgilendiren bir eğitim değildi. Bu eğitim, iyi, güzel ve faydalı olan herşeyi kucaklayan, kötüyü iyileştiren, çirkini güzelleştiren, güzeli daha da güzelleştiren ve insan neslinin yaratılışındaki gayeleri hayatın bütün alanlarında ortaya çıkarmayı hedef alan bir karakter inşası anlamını taşıyordu.




Aklı başında olan herkes bu eğitime talip olabiliyor, talip olur olmaz doğrudan doğruya âlemlerin Rabbi ile irtibat kuruyor ve kulluğunu bizzat O’na sunacak, en gizli arzularını O’na açacak, her gün ve gece defalarca O’nun huzuruna çıkıp O’nunla bâkiyâne bir sohbete mazhar olacak bir rütbeye erişiyor; bunun yanısıra kendisini Allah’ın diğer kullarıyla ebedî bir kardeşlik halkası içinde buluyor ve—tıpkı farklı türlerden rengârenk çiçeklerle dolu bir bahçeye her bir çiçeğin kendine has güzelliğiyle katkıda bulunuşu gibi—Allah tarafından kendisine bağışlanmış özel yetenekleriyle bu varlık âleminde diğer güzel kullardan farklı ama hepsiyle ahenkli bir güzel iz bırakmak suretiyle insan neslinin yaratılış gayesini ilân ediyordu.


Kur’an-ı Kerim, bu eğitimi “Oku!” emriyle başlattı. Ama bu emrin ilk muhatabı sıradan birisi değildi. O, insanlığın bütün güzellikleriyle bezenmiş, karakteriyle bütün insanların takdir ve güvenini üzerinde toplamış, ahlakın bütün alanlarında herkese örnek olacak bir insandı. İlk vahyin hayreti ve dehşeti içindeyken bu şifreyi çözen ve onun ahlakını hak peygamber oluşuna delil olarak değerlendiren, mü’minlerin annesi Hz. Hatice oldu. Örtülere bürünmüş, yüreği uçacak gibi çarpan, “Bana ne oluyor böyle?” diye soran hayat arkadaşına, o asil ruhlu ve feraset sahibi kadın “Korkma, sevin” diye cevap verdi. Sonra da yeminlerle bu tesellisine delil olarak onun ahlakını gösterdi:


“Vallahi, Allah seni asla mahcup etmeyecek. Vallahi, sen akrabalık bağlarını gözetirsin, sözün doğrusunu söylersin, gücü kuvveti yetmeyenlerin işini görürsün, yoksulların gönlünü alırsın, misafire ikram edersin, daima hakkın tarafını tutar ve haksızlığa uğramış kimselere yardım edersin.”


Bu ilk vahiyden sonra ikinci olarak inmeye başlayan sûre de, ilk âyetlerinde “Hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzeresin” buyurarak, Hz. Hatice’yi tasdik edecekti. Henüz insanların gizlice birer ikişer Müslüman olmaya başladığı bir zamanda inen bu âyet, aynı zamanda, bu dinin müstakbel sâliklerine de hedef olarak onun ahlakını gösteriyor ve zımnen “Siz de bu büyük ahlak sahibine tâbi olun, onun gösterdiği yoldan gidin ve onun gibi olmaya çalışın” diyordu.

Onun gösterdiği yoldan gidenler de ona benzediler. Allah’ın elçisi geldi ve zulmün, barbarlığın, vahşetin hüküm sürdüğü Cahiliye ortamında onları birer ahlâk ve fazilet abidesine çevirdi. Onlara nasıl bir din üzere oldukları sorulduğu zaman, nasıl ibadet ettiklerinden önce, nasıl bir insan haline geldiklerini anlatıyorlardı. Tıpkı Necaşi’nin sorusuna Cafer b. Ebî Talib’in verdiği cevapta olduğu gibi:


“Biz cahil, putlara tapan, leş yiyen, çirkin işler yapan, akrabalarla bağlarını koparan, komşuya kötü davranan, kuvvetlinin zayıfı yiyip bitirdiği bir toplum idik. Allah bize soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve iffetini bildiğimiz bir elçi gönderinceye kadar bu hal üzere devam ettik. O elçi bizi Allah’a, O’nu birlemeye ve O’na kulluğa davet etti. Atalarımızın ve bizim Allah’tan başka taptığımız taş ve putları terk etmeye çağırdı. Doğru sözlü olmayı, emaneti ehline vermeyi, akrabayla ilişkiyi devam ettirmeyi, güzel komşuluk yapmayı, haramlardan ve kan dâvâsı gütmekten kaçınmayı emretti. Çirkin işleri, yalan konuşmayı, yetim malı yemeyi ve iffetli hanımlara iftira atmayı bize yasakladı. Sadece Allah’a kulluk etmemizi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı istedi.”


Fakat hayır ve şerrin bir çatışma alanı olarak yaratılan şu dünyanın gerçekleri arasında kötü ahlakın her türlüsü de vardı ve örnekleri her devirde yaygın olarak bulunuyor, çoğu zaman da toplumlarda hâkim hale geliyordu. Kur’an talebelerinin önündeki görev, güzel ahlakla bezenmek kadar, hatta ondan da önce, kötü ahlaktan ve kötü ahlaklılardan sakınmak idi. Bu sebepledir ki, Resulullah’ın ahlakını örnek olarak mü’minlere gösteren Kur’an, bunu takip eden âyetlerde ise sakınılacak olan kötü ahlak sahiplerini sıralıyor ve onlar hakkında Resulullah ile mü’minleri uyarıyordu:


“Yolundan sapanları Rabbin çok iyi biliyor; doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur. Yalanlayanların sözüne uyma. Onlara yaltaklanmanı isterler, tâ ki onlar da sana yaltaklansınlar. Uyma sen çok yemin edene, aşağılık kimseye, Başkasını çekiştirene, söz taşıyana, Hayra engel olana, haddini aşana, çok günahkâr olana, Kaba ve katı kalpli, üstelik karaktersiz, aşağılık kimseye. Malları, oğulları var diye onlara uyma.”


Bütün bunlar bir başlangıçtı ve çeyrek asır boyunca devam edecek olan eğitim süreci boyunca gerek güzel ahlakı tarif eden ve ona özendiren, gerekse kötü ahlakı tarif eden ve ondan sakındıran âyetler hayatın içine imanla birlikte zerk edilerek mü’min karakterini en yüksek seviyelere taşıyacaktı. Resulullah’ın “Ben üstün ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadis-i şerifiyle bize açıkladığı görevi, işte bu suretle, peşpeşe hayatın ortasına inen âyetlerle gerçekleşecek ve nihayet, ahkâm âyetlerinin en sonuncusunda “Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” cümlelerinde görevin rıza-i ilâhîye uygun bir şekilde tamamlanmış olduğu müjdelenecekti.


Bu eğitim sürecinin ilk Müslümanlar için oldukça çetin bir süreç olduğunu unutmayalım. Onlar bu derslerin hiçbirine rahat koltuklarında muhatap olmadılar. Özellikle Mekke dönemi, beşer tahammülünü aşan şartlar altında geçen bir eğitim dönemiydi ve Kur’an-ı Kerim’in iman ve ahlak derslerinin büyük bölümü bu dönem içinde tamamlanmıştı. Horlanan, taşlanan, saldırılara uğrayan, zincire vurulan, işkence gören, yaralanan, öldürülen, eli ayağı bağlanıp ipi çoluk çocuğun eline verilerek sokak sokak dolaştırılan o insanlar, bir yandan kendilerini doğrudan doğruya âlemlerin Rabbiyle irtibatlandıran iman derslerini alırken, aynı derslerin içinde Rablerinin esmâsından yansıyan rengârenk ahlak güzellikleriyle de beslenip süsleniyor; böylece Allah’tan başka hiç kimsenin önünde eğilmediği gibi hiç kimseye tahakküm de etmemeyi, Allah’ın lütuf ve ihsanlarıyla neşelenirken Allah’ın kullarına da ihsanda bulunmayı birarada öğreniyorlardı.


Fakat bütün güzelliklerinin yanısıra, bu eğitim en başından itibaren ciddiye alınması gereken bir eğitimdi ve hiçbir zaman rehavete düşmemek gerekiyordu. Zira geçmiş ümmetlerin az bir gevşeklik ve lâubâlîlikle başlayan maceraları ortadaydı. Bu yüzden de üzerlerinden eksik olmayan inayet-i ilâhiyenin zımnında rabbanî uyarılar da zaman zaman ilk Müslümanları teyakkuza sevkediyor ve rehavete kapılmalarına fırsat bırakmıyordu.

Mekke günlerinden bir gün, şöyle bir âyet nazil oldu:


“İman edenlerin, Allah’ı anmaya ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.”


İslâm’a ilk girenler içinde üçüncü veya altıncı kişi olan Abdullah b. Mes’ud, “Bizim Müslüman olmamız ile Allah’ın bizi bu âyetle azarlaması arasında sadece dört yıl geçmişti” diyor.


İlk Müslümanlar doğrudan doğruya Kur’an âyetleriyle yetiştiler. Bugün Dârü’l-Erkam adıyla bilinen ve Müslüman olduğu henüz müşrikler tarafından bilinmeyen Erkam’a ait geniş ev, Mekke döneminin ilk yarısında onlar için bir yeraltı okulu hizmetini gördü. Kâbe haremine dahil olduğu için dikkat çekmeden temas imkânı sağlayan bu geniş ve kullanılışlı eve Müslümanlar gizlice geliyor ve Rablerinden inmiş bulunan âyetleri birbirlerinden öğreniyorlardı. Ne Resulullah’ın, ne de sahabîlerinin o şartlar altında uzun uzadıya sohbetler yapmalarına imkân yoktu, pek az ahkâm âyeti içeren Mekkî sûreler için zaten buna zaruret de yoktu. Yalnız, başta namaz olmak üzere ibadetlerini öğreniyorlar, bu ibadetleri büyük bir şevk ve muhabbetle yerine getirmeye çalışıyorlar; bunun dışında Kur’an’ın emir, yasak, teşvik ve sakındırmalarını öğrenmeye, Kur’an’ın emrettiği güzel ahlaklarla süslenip çirkin huy ve davranışlardan arınmaya çabalıyorlardı. Daha önce Müslüman olanlar, bir yandan yeni inen âyetleri öğrenirken bir yandan da yeni Müslüman olanlara evvelce inen âyetleri öğretiyor, yeni Müslüman olanlar da evvelce inmiş bulunan âyetlerin yanısıra yeni inen âyetleri de öğrenmek için çalışıyorlardı. Onlar Rablerini bu âyetlerle tanıyor, neleri yapıp nelerden uzak duracaklarını yine bu âyetlerden öğreniyor, sonra da Rableri hakkında öğrendikleri herşeyi hayatlarında görüp gösteriyorlardı. Bir bakıma, bu eğitim sürecinin ortaya çıkardığı mü’min modelini ilâhî kader Kur’an ile yaşayan o insanların şahsında bize gösteriyor ve bu sıralarda nazil olan âyetler de onları bize şu şekilde tarif ediyordu:


“Mü’minler gerçekten kurtuluşa ermişlerdir. Onlar namazlarında derin bir saygı ve alçakgönüllülük içindedirler. Onlar boş şeylerden yüz çevirirler. Onlar zekât için çalışırlar. Onlar iffetlerini korurlar.

Ancak eşlerine ve ellerinin altındakilere karşı müstesna—bunlar kınanmazlar. Kim bunun ötesine geçmek isterse, işte onlar hadlerini aşmış olanlardır. O mü’minler, emanet ve ahidlerine riayet ederler. Onlar namazlarını da gözetir ve korurlar. İşte onlar vârislerin ta kendileridir. Onlar Firdevs cennetlerine vâris olacak ve orada ebediyen kalacaklardır.”


Bu âyet kümesinin benzeri, yine Mekke’de nazil olan Meâric sûresinde de yer almakta ve, dikkat çekici bir şekilde, her iki sûrede de mü’minlerin özellikleri namazla başlayıp namazla bitmekte, böylece her bir mü’min ferdin Allah ile doğrudan irtibatı onun en önemli özelliği olarak vurgulanmaktadır. Namazın dışındaki özellikler ise, zekât da dahil olmak üzere, mü’minlerin aile ve toplum hayatıyla ilgili hususlardır. Bu tariflere göre, bir insanı mü’min yapan şey onun imanı ve namazı olduğu kadar, aynı zamanda iffetli ve ahlaklı olması, sözünün eri olması, güvenilir kimse olması, “Zekât için çalışırlar” ifadesinden de anlaşıldığı gibi yoksulları gözetmeyi bir ideal olarak benimsemiş olmasıdır.


Tekrar hatırlatalım: Bu âyetlerin indiği ortam, mü’minlerin kendi canlarını kurtarmaktan başka birşeyi düşünemeyecekleri bir ortamdı. Ama onlar müşriklerin amansız ambargoları altında bir lokma ekmeği bulamaz durumda iken, aynı zamanda yetimi korumayı, yoksul doyurmaya önayak olmayı, anne ve babaya iyilik etmeyi, köle azad etmeyi, insanlara güzel söz söylemeyi, kusur edeni bağışlamayı, hayırda yarışmayı da öğreniyorlardı. Daha doğrusu, Kur’an’ın âyetleri, tıpkı balarısını nektarın kaynağına çağıran çiçek kokuları gibi, onları imanın bütün güzellikleriyle yaşandığı bir hayatın kaynağına çekiyor ve zahiren meşakkatli bir hayatın ortasında onlara bir saadet asrı yaşatıyordu.


Onlar “Amel imandan bir cüz müdür, değil midir?” diye düşünmüyorlar, bu emirleri Âlemlerin Rabbinden gelen bir iltifat ve Onun rızasına ulaştıracak bir yol olarak görüyorlardı. Öyle ki, iman ile amel kelimelerinin birbiri yerinde kullanıldığı da oluyordu. Kıblenin değişmesinden sonra “Şimdiye kadar kıldığımız namazlar boşa mı gitti?” endişesine kapılan mü’minleri rahatlatan âyet, “Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir” diyor ve bu cümledeki “iman” kelimesinden amelin kastedildiğini herkes anlıyordu. Resulullah, bir keresinde “İslâm nedir?” diye soran kimseye “Kalbini Aziz ve Celil olan Allah’a teslim etmen ve senin dilinden ve elinden Müslümanların selâmette olmasıdır” cevabını vermiş, “Hangi İslâm daha faziletlidir?” sorusunu “İman” diye cevaplandırmış, “Hangi iman daha faziletlidir?” sorusuna “Hicret” cevabını vermiş ve hicreti de “kötülükten uzaklaşmak” şeklinde tarif etmişti. Biat etmek üzere kendisine gelen kimseye ise Resulullah İslâm’ın şartları ile cihad şartını bildirince adam bunlardan zekâta ve cihada gücünün yetmeyeceğini söyleyerek nazlanmış, bunun üzerine Resulullah “Cihad yok, zekât yok, peki cennete neyle gireceksin?” diye sormuş, adam da yaptığı hatayı anlayarak bütün şartları kabul etmişti.


Hiç şüphesiz, bütün bunlar iman, İslâm, amel gibi kavramların müteradif kelimeler olduklarını göstermez, fakat tıpkı bir canlı vücudundaki organlar ve sistemler gibi birbirinden ayrılmayacak şekilde içiçe geçmiş kavramlar olduklarını apaçık gösterir. Kur’an’ın ibadet, muamelât, namaz, oruç, aile hayatı, toplum hayatı gibi bir tasnifata girişmeksizin bütün bir hayatı bize ders vermesi de yine aynı hikmete binaendir.


İlk nesillerin Kur’an’ı ve hayatı bir bütün olarak okumaları sebebiyledir ki, onlardan bize aktarılan hatıralar ne kadar çok namaz kılıp oruç tuttuklarından ziyade, Kur’an’ın bize ‘en güzelini almak’ şeklinde gösterdiği hedefi hayatın bütün alanlarına nasıl yansıttıkları üzerinde yoğunlaşıyor. Kur’an “Size indirilenin en güzeline, en güzel bir şekilde tâbi olun” diyor, onlar da hayatlarının her ânını en güzeli aramak yolunda harcıyorlardı. Tâbiîn muhaddislerinden Muhammed b. Ziyad’ın dile getirdiği şu uygulama, bu arayışın en güzel meyvelerinden birini anlatıyor:


Ben Sahabe ve Tâbiîn nesline yetiştim. Onlar kendi yakınlarıyla birlikte bir evde otururlardı. Bazan onlardan birine misafir gelirdi, birinin tenceresinde yemek pişerken misafiri gelen kimse yakınının evine gider, misafirine yemek yedirmek için onun ocağındaki tencereyi alıp götürürdü. Tencerenin sahibi tencereyi yerinde göremeyince “Tencereyi kim aldı?” diye sorardı. Kendisine misafir gelen kimse “Onu misafirimize ikram etmek için biz aldık” derdi. Tencerenin sahibi de “Afiyetle yiyin” veya buna benzer birşey söylerdi. Ekmek pişirdikten sonra da böyle birbirlerinden alırlardı. Onların evlerini birbirinden sadece kamış duvarlar ayırırdı.

[Ravilerden] Bakıyye b. Velîd şöyle dedi: “Ben hocam Muhammed b. Ziyad’a ve arkadaşlarına yetiştim. Onların durumu da aynen böyleydi.”


Kur’an ve sünnetten Sahabe ve Tâbiîn nesillerinin hayatlarına yansıyan bu büyük nasibi bizim nasibimizle karşılaştırdığında aradaki farkın büyüklüğünü teslim etmeyecek kimse yoktur. Fakat zorluk, bu büyük farkın sebebini teşhis etmekte ortaya çıkıyor, daha doğrusu, bu sebebi teşhis etmek yerine, “Onlar nerede, biz nerede” kabilinden iç geçirmelerle ciddi bir muhasebeden yakamızı sıyırıyor, daha doğrusu böyle bir muhasebe fırsatını heba ediyoruz. Oysa, Allah Teâlâ kitabında mü’minleri ‘kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanları ziyadeleşen,’ ‘inen her sûre ile imanları artan’ kimseler şeklinde tarif ederek onların imanlarındaki kuvvet ve zenginliği doğrudan doğruya Kur’an’a bağlıyor ve bizi de bu muazzam güç kaynağından feyiz ve kuvvet almaya çağırıyor. Lâkin bu âyetlerden bizim nasibimiz “İman artıp eksilir mi?” şeklindeki felsefî tartışmalardan öteye nadiren geçebiliyor.


Burada en ziyade dikkatimizi çekmesi gereken husus herhalde şurasıdır: Kur’an, ayrıntılarda kaybolmaksızın vahyin asıl maksadını nazara alan icmalî bir bakışla ona yönelenlere mânâlarını açıyor. Sahabe Resulullah’tan işte böyle bir bakışı ders almıştı.

Ünlü tefsir hocası Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu Resulullah’ın metodunu şöyle açıklıyor:


“Hz. Peygamberin tefsirinde, sonraki tefsirlerde aranacak olan teferruat yoktur. Onda, şeriat ve ahkâmda Allah’ın muradını beyan vardır. ... Onun tefsiri, ahkâmı beyan, mekârim-i ahlâkı şerh ve ona teşviktir. Onun tefsirde takip ettiği yol âyetteki kelime mânâlarını değil, âyetin bütün olarak mânâsını öğretmekti.”


Ne yazık ki bu nebevî metod, daha sonraki asırlarda varlığını aynı canlılıkla devam ettiremedi. Ulûhiyet sıfatlarında yapılan selbi-sübutî sıfat tasnifatı gibi Kur’an’ın ve sünnetin emir, yasak, teşvik ve uyarılarında da bunları yekvücut olmaktan çıkaracak seviyede birtakım tasnifata girişilmesi, bu iki ana kaynağın öngördüğü eğitime asıl rengini veren ve Müslümanın hayatında candamarını teşkil etmesi gereken adalet, ahlak ve fazilet esaslarının zaman içinde geri planlara itilmesini ve nihayet zamanımızda da fiilen yürürlükten kalkmasını netice verdi. Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı bu konuya ayırdığı bir makalesinde bu süreci şöyle özetliyor:


“Epey bir zaman unutulduktan sonra Cüveyni (ö.m. 1085) ve öğrencisi Gazâli ile birlikte tekrar ulemanın gündemine giren maḳāsıd (yasa koyucunun gözettiği temel amaçlar) konusunda da ahlaka ilgi gösterilmedi ve belki de bu yüzden maḳāsıd tartışmaları hiçbir zaman toplumsal hayatta dönüştürücü sonuçlar üretmedi. Cüveynî’den 300 yıl sonra maḳāsıdı müstakil bir metodoloji haline getirdiği söylenen Endülüslü âlim Şâtıbî bile ahlaka ilgisizliği sürdürdü. Şâtıbî, geleneğe uyarak dinin genel amaçlarını önem sırasına göre ‘zarûriyyât (din, can, akıl, nesil ve malın korunması), hâciyyât (ihtiyaçlar), tahsîniyyât’ (güzelleştiriciler) diye üçe ayırır ve tahsîniyyâtı diğer ikisinin tamamlayıcısı (tekmile) sayar. Şâtıbî’ye göre ahlakî erdemler (mekârimu’l-ahlak) ile—mesela—güzel giyinmek, koku sürünmek aynı kategoriye (‘tahsîniyyât’a) girer (el-Muvâfaḳât, nşr. A. Dirâz, Beyrut, ts., IV, 31).


Bu anlatılanlardan çıkan sonuç şudur: ‘Mekârim-i ahlak’ zarûriyyât ve hâciyyât’tan sayılmadığına göre, ne zorunludur ne de ihtiyaçtır. O ‘tahsîniyyât’tandır; öyleyse uygulanırsa ‘güzel’ olur. Güzel olmasının sebebi ise kendisinden değil, zarûriyyâtı oluşturan yukarıdaki beş aslı tamamlamasından dolayıdır. Ama uygulanmasa da dine ve inanca zarar vermez. Mesela—Şâtıbî’nin örneğiyle (a.g.e., IV, 32)—bir koca, eşine iyi davranırsa ‘güzel’ olur. Ama—yukarıdaki “maḳāsıd” sistematiğine göre—kocanın eşine iyi davranması ne ‘zaruri’dir ne de ‘ihtiyaç’tır; sadece ‘güzel’dir.”


İman ile amelin arasını tamamen ayırmak, sadece salih amel cephesinde değil, aynı zamanda günahlar cephesinde de ümmetin başını dertten derde sokan bir probleme dönüşmüştür. Tahsiniyat adı altında tasnif edilip bir kenara ayrılan güzel ameller ve güzel huylar için takınılan “Olsa güzel olur, ama olmasa da olur” şeklindeki tavrın kötü ameller ve kötü huylar konusundaki karşılığı bazılarında en sonunda “Olmasa iyi olur, ama olsa da olur” şeklindeki bir anlayışa dayanmakta, bu anlayış ise dünyada hayatın fesada uğramasına, ebedî âlem hakkında da—hâşâ—hırsızların, hainlerin, yalancıların, hainlerin, zalimlerin elini kolunu sallaya sallaya girebildiği bir cennet tasavvuruna yol açmaktadır. Her ne kadar bu sahada aşırılıklar sadece gevşeklik şeklinde değil, hassasiyette aşırılık ve dengesizlik şeklinde de ortaya çıksa bile, değişen fazla birşey yoktur; çünkü her ikisi de hüsrandan başka birşeyle sonuçlanmamaktadır.


Günahlardan bir kısmının âyet ve hadislerde ‘büyük günah’ olarak nitelendiği doğrudur. Ancak bu tasnif üzerinde yapılan tartışmalar kimilerini “Nasıl olsa büyük günah işlemekle iman gitmez” diyerek günah karşısında duyarsızlığa sevkederken, bazıları da âyet ve hadislerde bulduklarıyla yetinmemiş, sayısı yetmişlere, yüzlere varan kebâir, yani büyük günah listeleri çıkararak âdeta Allah ve Resulü ile yarışa girmiştir. Kitaplarda ve internette yaygın şekilde dolaşan 72 maddelik bir kebâir listesinde dünyayı sevmek, tok karnına yemek yemek, köpek artığı yemek, vaktinden önce namaz kılmak gibi birçoğu kırk yıl düşünse insanın aklından bile geçmeyecek, bir kısmı da Kur’an ve hadisin büyük günah olarak sakındırdığı kötülüklerin seviyesine ulaşmayan şeyler büyük günah olarak yer almakla kalmamış, bunların çoğunluğuna helâk edici kebairden daha ön sıralarda yer ayrılmıştır.


Meselâ bu listede vaktinden önce namaz kılmak 11’inci, tok karnına yemek yemek 20’nci, köpek artığı yemek 22’nci sırada yer alırken, faiz yemek 26’ncı, yetim malı yemek 55’inci, rüşvet yemek 71’inci, zulmetmek 54’üncü, yalan söylemek 57’nci, adam öldürmek 68’inci sırada yer almaktadır. Toplum ahlâkını fesada veren ve insanın imanını gerçekten tehlikeye atan büyük günahların bu liste içinde kaynayıp gittiğini söylemeye hacet yoktur. Bu tür listeleri hazırlayan ve yayanların eğer niyetlerini sorgulamayacaksak, en azından ehliyetlerini sorgulamaya hakkımız vardır; çünkü yaptıkları işin sonucunu hesap edememek gibi bir kabahati ve Allah’ın çizdiği sınırları değiştirmek ve etkisiz hale getirmek gibi çok büyük bir günahı bu fiilleriyle kendileri işlemiş olmaktadırlar.


Oysa günah konusu, özellikle büyük günahlar, iman açısından da ciddiye alınması gereken şeylerdir. Gerçi Allah’a ortak koşmadan ölen kimsenin zina da etse, hırsızlık da yapsa sonunda cennete gireceğini Allah’ın Elçisi bize haber vermiştir; ancak bu hadisin insanları zinaya ve hırsızlığa cesaretlendirmek için söylenmediği açıktır. Bu bakımdan, hadis-i şerif sadece ‘amelin imandan bir cüz olmadığı’ açısından değerlendirilip orada bırakıldığı takdirde, günahın tiryakisi olmuş, dinî hassasiyetleri körelmiş, Allah’ın dergâhına istiğfarla dönerek O’nun rahmetine erişmek yerine müptelâ olduğu günahları önemsizleştirecek en küçük bir emareyi delil yerine kullanmak için fırsat arayan kimselerin “Nasıl olsa sonunda Cennet var” diyerek Allah’ın cezasını küçümsemesi, hatta bu umursamazlığın zamanla imanını da tehlikeye atması uzak ihtimal değildir. Bu hadis-i şeriften alınacak ders, herhalde, ne olursa olsun imanı korumak, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek ve dergâh-ı ilâhînin son nefese ulaşmadıkça günahkârlara ardına kadar açık olduğunu bilmek ve hatırlamak olmalıdır.


Her ne kadar büyük günah işlemekle küfre düşmek birbirinden farklı şeyler ise de, âyet ve hadislerde büyük günahların, büyük günahlar arasında da özellikle bazılarının doğrudan doğruya şirk ve küfürle irtibatlandırıldığını görürüz ki, bunlar ahlâkı temelinden kemiren ve toplum hayatını fesada veren belli başlı günahlardır. Bunların en başında yalan gelir.


Çoğumuzun dikkatini çekmiş olmalıdır; Kur’ân-ı Kerim bir âyetinde putperestlikle yalanı beraber sayarak “Putperestlik pisliğinden ve yalan sözden kaçının” buyurur. Burada, biri imana, diğeri amele ait iki husus birbiriyle eşitlenmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu âyetin apaçık anlamını daha da açık hale getiren hadisler vardır. Meselâ:

Resulullah bir gün sabah namazını kıldı, bitirdikten sonra ayağa kalkarak “Yalan şahitlik Allah’a ortak koşmakla bir tutulmuştur” dedi ve bu sözü üç defa tekrarladı, sonra da Hac sûresinin yukarıda geçen 30. âyetini okudu.


Bir başka hadis-i şerif, insanların arasını bozmayı ‘dini kökünden kazımak’ şeklinde tarif eder. Daha başka bir hadis, “Kişinin kalbinde iman ile küfür, doğru ile yalan, emanet ile hıyanet beraber bulunmaz” der. Bunlar ve benzerleri, imanı amel ile irtibatlandıran ve bir kısım amellerin imanı ciddî şekilde tehdit ettiğini gösteren delillerdir. Ve bu amellerin çok büyük çoğunluğu da doğrudan doğruya ahlâk ile ilişkilidir. Ancak bir yandan iman-amel ilişkisini zaafa uğratan yorumlar, diğer taraftan da bir kısım insanları haksız yere küfür veya nifakla suçlama ihtimaline karşı takınılan ihtiyatlı tavır, temelde doğru gerekçelere dayanmakla birlikte, belirli bir sınırda tutulamadığı ve Kur’ân ve sünnetin ölçülerinden ziyade haklı-haksız birtakım kişisel yahut cemaatî hassasiyetlere dayandığı için, günahkârı günaha, ahlâksızı ahlâksızlığa, zalimi zulme cesaretlendirmekten başka pek az işe yaramıştır. Münafıklara dair şiddetli uyarılar içeren âyet ve hadislerin yeterince ciddiye alınmaması bizce bu sebebe dayanmaktadır.


Âyetlerde münafıklarla ilgili olarak sayılan özelliklerdeki bazı farklılıklardan hareket eden âlimlerimiz, genellikle, bunlardan bir kısmının inançtan ziyade amelle ilgili olduğunu, diğer kısmının ise doğrudan doğruya küfür anlamını ifade ettiğini belirterek, birinci gruba girenleri amelî münafık, diğerlerini ise halis münafık olarak tasnif etmişlerdir. Bu arada bir hadis-i şerifte de Peygamber Efendimiz ‘halis münafık’ olarak nitelediği bir kısım insanların ahlakını bize şu şekilde haber vermektedir:


“Dört huy vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kişi halis münafıktır. Her kimde bu huylardan biri bulunursa, bunu terkedinceye kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet bulunmuş olur: - Kendisine birşey emanet edildiğinde hıyanet eder. - Konuştuğunda yalan söyler. - Söz verdiğinde sözünden döner. - Düşmanlık ettiğinde haddi aşar.”


Halis münafığı apaçık özellikleriyle âdeta fotoğrafını verir gibi tanımlayan bu hadisten alacağımız ders açık değil midir:

Emanete hıyanet mü’min işi değildir, münafık hasletidir. Eğer bir kimsede bu huy varsa, o kimse hemen münafık olarak damgalanamaz, ancak kendisinde münafık ahlâkından bir huy var demektir ve bu kadarı dahi hem kendisi hem de çevresi için son derece vahim bir durumdur. İkinci huyla birlikte bu tehlike iki misline, üçüncüsüyle üç misline çıkar. Dördüncüsü de eklendiği zaman, artık bilmeliyiz ki, bu dört kötü ahlakı birden kâmilen kendisinde toplayan kimsenin kalbinde Allah korkusundan eser kalmamıştır. Bundan sonra feraset sahibi Müslümana düşen şey, böylelerinin hâlâ mü’min olarak kalabileceğine dair delil araştırmak değil, onların zararından uzaklaşmak ve diğer insanları da uzak tutmaya elinden geldiği kadar çalışmaktır.


Çünkü kötülük bulaşıcıdır. Rahmetli Tevfik İleri’nin tesbitiyle, “Bir ülkede ahlaksızlık yüzde 10’u bulduğu zaman, orada ahlaksızlık hakim hale gelir.”

Tevfik İleri’nin bu sözünü Süleyman Hayri Bolay’dan işitmiştim. Bir gün kendisine bunu hatırlattığımda, yine İleri’den naklen şunu da ilave etti: “Mekteplerde, ailelerde ahlak dersleri vermek yetmez. İcracıların da birer ahlak kahramanı olması gerekir.”


Problem ne kadar meydanda ise, sebebi de o kadar açıklıkla ortada duruyor. Daha önceki yazılarımızda, ilâhî sıfatlarda yapılan tasnifatın bizi Kur’an ve hadisteki ulûhiyet tanımlarından ne kadar uzaklaştırdığına temas etmiştik. Ahlak konusunda da bugün içinde bulunduğumuz durum aynı problemi vurguluyor ve iman-amel ilişkisinde yapılan tasnif ve tariflerin bizi getirip bıraktığı çıkmazı aynı açıklıkla ortaya koyuyor. Çok şükür ki bu büyük ve yaygın problemin net, basit ve kesin bir çözümü vardır; o da az önce Cerrahoğlu’ndan yaptığımız kısa nakilde tarif edilmiş bulunuyor. Zor olan birşey varsa, o da taklit prangalarından kurtularak salim bir zihin ve halis bir niyetle Resulullah’ın Kur’an okuyuşuna yönelmek, Allah’ın Kitabını Allah’ın Elçisinin okuduğu gibi okumaktır.

Böyle bir okuyuşla Kitabın kapağını açtığımız zaman, daha ilk sayfalarda, Kur’an’ın dikkatimizi bir tehlikeye çektiğini göreceğiz: Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeylerin arasını ayırmak.

Âyet-i kerime genel bir ifadeyle bunu şöyle açıklıyor:


“Yoldan çıkmış olan o fasıklar, sözleştikten sonra Allah’ın ahdini bozan, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi kesen ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar, hüsrana düşenlerin ta kendileridir.”


Tefsirlerde yaygınlaşmış olan görüş, burada ‘birleştirilmesi emredilen şeyi kesmek’ ile kastedilen ağırlıklı mânânın akrabalık bağları olduğu yönündedir. Ancak Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şey sadece akrabalık bağlarından ibaret değildir ve âyetin ifadesi de genel ve kapsayıcıdır. Ve bu genel mânânın içine, iman ile ameli, Müslümanlık ile ahlakı ayırmak ve farklı muamelelere tâbi tutmak da dahil olmalıdır. Çünkü Allah ve Resulü bunları hiçbir zaman birbirinden ayırmamış, bilâkis daima birleştirmiş ve birleştirilmesini istemiştir.


Nitekim imanın ve İslam’ın güzelliği de ancak ahlakın güzelliğinde ortaya çıkmakta, bunlar birbirinden ayrıldığı takdirde ise, geride kalan şeyin iman veya İslam denecek hali kalmamaktadır. Bu gerçeği dünya gözüyle apaçık görmek için bugün içinde bulunduğumuz duruma göz atmak yetecektir. Zira iman ile ahlakın arasını ayırmanın sonuçları bugün hayatta, toplumda, ailede, işte, ticarette, siyasette, diyanette karşımıza çıkıyor, bizi her taraftan kuşatıyor ve, tıpkı âyetin haber verdiği gibi, hüsran içinde bırakıyor.

Biz bu hüsrana ebediyen mahkûm muyuz?


Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayırmaya devam ettiğimiz müddetçe evet, birleştirmeye başladığımız ve bunda sabit kaldığımız müddetçe hayır.

Bu, bir mânâda, dinimizi öğrenmekte ne kadar ciddî ve istekli olduğumuzu da gösteren bir durumdur. Çünkü Allah’ın Resulü böyle buyuruyor:


Müslümanlığı en hayırlı olanınız, dinini öğrendikçe ahlakını güzelleştireninizdir.



ÖZETLER


Kur’an’ın ilk muhatabı, karakteriyle bütün insanların takdir ve güvenini üzerinde toplamış, ahlakın bütün alanlarında herkese örnek olacak bir insandı. Resûlullah ilk vahyin hayreti içindeyken onun ahlakını hak peygamber oluşuna delil olarak değerlendiren, mü’minlerin annesi Hz. Hatice oldu.


İlk vahiyden sonra ikinci olarak inmeye başlayan sûre de, “Hiç şüphesiz sen pek büyük bir ahlak üzeresin” buyurarak, Hz. Hatice’yi tasdik edecekti. Bu âyet, aynı zamanda, bu dinin müstakbel sâliklerine de hedef olarak onun ahlakını gösteriyor ve zımnen “Siz de bu büyük ahlak sahibine tâbi olun ve onun gibi olmaya çalışın” diyordu.


Allah’ın elçisi geldi ve zulmün, barbarlığın, vahşetin hüküm sürdüğü Cahiliye ortamındaki insanları birer ahlâk ve fazilet abidesine çevirdi. Onlara nasıl bir din üzere oldukları sorulduğu zaman, nasıl ibadet ettiklerinden önce, nasıl bir insan haline geldiklerini anlatıyorlardı. Necaşi’nin sorusuna Cafer b. Ebî Talib’in verdiği cevap bunun bir örneğidir.


Şu dünyanın gerçekleri arasında kötü ahlakın her türlüsü de var ve örnekleri her devirde yaygın olarak bulunuyor, çoğu zaman da toplumlarda hâkim hale geliyor. Kur’an talebelerinin önündeki görev, güzel ahlakla bezenmek kadar, hatta ondan da önce, kötü ahlaktan ve kötü ahlaklılardan sakınmaktır.


Kur’an’la gelen iman ve ahlak eğitiminin ilk Müslümanlar için oldukça çetin bir süreç olduğunu unutmayalım. Onlar bu derslerin hiçbirine rahat koltuklarında muhatap olmadılar. Özellikle Mekke dönemi, beşer tahammülünü aşan şartlar altında geçen bir eğitim dönemiydi.


İlk Müslümanlar doğrudan doğruya Kur’an âyetleriyle yetiştiler. Ne Resulullah’ın ne de sahabîlerinin o şartlar altında uzun uzadıya sohbetler yapmalarına imkân yoktu. Onlar Rablerini bu âyetlerle tanıyor, neleri yapıp nelerden uzak duracaklarını yine bu âyetlerden öğreniyor, sonra da Rableri hakkında öğrendikleri herşeyi hayatlarında görüp gösteriyorlardı.


Mü’minûn sûresindeki tariflere göre, bir insanı mü’min yapan şey onun imanı ve namazı olduğu kadar, aynı zamanda iffetli ve ahlaklı olması, sözünün eri olması, güvenilir kimse olması, “Zekât için çalışırlar” ifadesinden de anlaşıldığı gibi yoksulları gözetmeyi bir ideal olarak benimsemiş olmasıdır.


Sahabîler, müşriklerin amansız ambargoları altında bir lokma ekmeği bulamaz durumda iken, aynı zamanda yetimi korumayı, yoksul doyurmaya önayak olmayı, anne ve babaya iyilik etmeyi, köle azad etmeyi, insanlara güzel söz söylemeyi, kusur edeni bağışlamayı, hayırda yarışmayı öğrendiler. Kur’an’ın âyetleri, onları imanın bütün güzellikleriyle yaşandığı bir hayatın kaynağına çekiyordu.


İman, İslâm, amel, ahlak müteradif kelimeler değildir, fakat tıpkı bir canlı vücudundaki organlar ve sistemler gibi birbirinden ayrılmayacak şekilde içiçe geçmişlerdir. Kur’an’ın ibadet, muamelât, namaz, oruç, aile hayatı, toplum hayatı gibi bir tasnifata girişmeksizin bütün bir hayatı bize ders vermesi de yine aynı hikmete binaendir.


İlk nesillerin Kur’an’ı ve hayatı bir bütün olarak okumaları sebebiyledir ki, onlardan bize aktarılan hatıralar Kur’an’ın bize ‘en güzelini almak’ şeklinde gösterdiği hedefi hayatın bütün alanlarına nasıl yansıttıkları üzerinde yoğunlaşıyor. Kur’an “Size indirilenin en güzeline, en güzel bir şekilde tâbi olun” diyor, onlar da hayatlarının her ânını en güzeli aramak yolunda harcıyorlardı.


Kur’an ve sünnetten Sahabe ve Tâbiîn nesillerinin hayatlarına yansıyan büyük nasibi bizim nasibimizle karşılaştırdığında aradaki farkın büyüklüğünü teslim etmeyecek kimse yoktur. Fakat zorluk, bu büyük farkın sebebini teşhis etmekte ortaya çıkıyor. Biz, bu sebebi teşhis etmek yerine, “Onlar nerede, biz nerede” kabilinden iç geçirmelerle ciddi bir muhasebe fırsatını heba ediyoruz.


Ne yazık ki bu Kur’anî ve nebevî metod, daha sonraki asırlarda varlığını aynı canlılıkla devam ettiremedi. Bu iki ana kaynağın öngördüğü eğitime asıl rengini veren ve Müslümanın hayatında candamarını teşkil etmesi gereken adalet, ahlak ve fazilet esasları zaman içinde geri planlara itildi ve nihayet zamanımızda neredeyse fiilen yürürlükten kalktı.


Güzel ameller ve güzel huylar için takınılan “Olsa güzel olur, ama olmasa da olur” şeklindeki tavrın kötü ameller ve kötü huylar konusundaki karşılığı bazılarında en sonunda “Olmasa iyi olur, ama olsa da olur” şeklindeki bir anlayışa varıp dayanmıştır. Bu anlayış dünyada hayatın fesada uğramasına, ebedî âlem hakkındaise hâşâ hırsızların, hainlerin, yalancıların, hainlerin, zalimlerin elini kolunu sallaya sallaya girebildiği bir cennet tasavvuruna yol açmaktadır.


Büyük günah işlemekle küfre düşmek birbirinden farklı şeyler ise de, âyet ve hadislerde büyük günahlar arasında özellikle bazılarının doğrudan doğruya şirk ve küfürle irtibatlandırıldığını görürüz ki, bunlar ahlâkı temelinden kemiren ve toplum hayatını fesada veren belli başlı günahlardır. Bunların en başında yalan gelir.


Emanete hıyanet mü’min işi değildir, münafık hasletidir. Eğer bir kimsede bu huy varsa, o kimse hemen münafık olarak damgalanamaz, ancak kendisinde münafık ahlâkından bir huy var demektir ve bu kadarı dahi hem kendisi hem de çevresi için son derece vahim bir durumdur.


İmanın ve İslam’ın güzelliği de ancak ahlakın güzelliğinde ortaya çıkmakta, bunlar birbirinden ayrıldığı takdirde ise, geride kalan şeyin iman veya İslam denecek hali kalmamaktadır. Bu gerçeği dünya gözüyle apaçık görmek için bugün içinde bulunduğumuz duruma göz atmak yetecektir.






Kutu:

Güzelin en güzeline çağıran âyetler


Musa’ya Biz Tevrat levhalarında bir öğüt olmak üzere herşeyi yazdık ve herşeyi açıkladık. Ona sıkıca yapış. Kavmine de emret, onun en güzelini alsınlar. Yoldan çıkanların yurdunu ne hale getirdiğimi yakında size göstereceğim.

A’râf, 7:145


Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp da Allah’a yönelenler için müjde vardır. Müjdele o kullarımı! Onlar sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Onlar, aklıselim sahiplerinin ta kendileridir.

Zümer, 39:17-18


Hiç farkında olmadığınız bir sırada azap ansızın gelip çatmadan önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun.

Zümer, 39:55


Size selâm verildiğinde, ya aynısıyla, yahut daha güzeliyle o selâmı alın. Zira Allah herşeyin hesabını tutmaktadır.

Nisâ, 4:86

Rüştüne erinceye kadar yetimin malına yaklaşmayın—daha güzel bir şekilde olursa, o müstesna. Verilen sözü yerine getirin; çünkü verilen söz sorumluluk gerektirir.

İsrâ, 17:34


Kullarıma şunu da söyle ki, sözün en güzelini söylesinler. Yoksa şeytan aralarına fesat sokar. Çünkü şeytan insana apaçık bir düşmandır.

İsrâ, 17:53


Kitap Ehliyle ancak en güzel bir şekilde tartışın—yalnız onlardan zulmedenler müstesna. Onlara deyin ki: “Bize indirilene de, size indirilene de biz iman ettik. Bizim tanrımız da, sizin tanrınız da birdir. Ve biz O’na teslim olmuşuzdur.”

Ankebût, 29:46


Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. Onların yakıştırdıklarını Biz biliyoruz.

Mü’minûn, 23:96

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğe iyiliğin en güzeliyle karşılık ver. Bir de bakarsın, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan bir dost oluvermiştir.

Fussılet, 41:34


Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle çağır; onlarla en güzel şekilde mücadele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları iyi biliyor; doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur.

Ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle ceza verin. Ama sabrederseniz, hiç kuşkusuz, bu sabredenler için daha hayırlıdır.

Sen sabret; senin sabrın da ancak Allah’ın yardımıyladır. Onlar için tasalanma; kurdukları tuzaklar yüzünden de için daralmasın.

Allah takvâ sahipleriyle ve muhsinlerle beraberdir.

Nahl, 16:125-128






Kutu:

Güzel ahlaka dair


Muhakkak ki sen pek büyük bir ahlak üzeresin.

Kalem, 68:4


Onun [Resulullah’ın] ahlakı Kur’an’dır.

Müslim, Müsafirîn 139; Müsned, 6:188


Ben güzel ahlakı tamamlamak için günderildim.

Muvatta’, Hüsnü’l-huluk 8; Müsned, 2:381 (no. 8939)


Allahım, yaratılışımı güzelleştirdiğin gibi, ahlakımı da güzelleştir.

Müsned, 1:403

Mü’minlerin imanı en kâmil olanı, ahlakı en güzel olanıdır. Sizin en hayırlınız da kadınlarına karşı ahlaken en hayırlı olanınızdır.

Tirmizî, Radâ’ 11


Birr güzel ahlaktır. İsm (إثم) ise içini tırmalayan ve insanların muttali olmasını istemediğin şeydir.

Müslim, Birr: 14-15; Tirmizî, Zühd: 29


“Kıyamet gününde bana en sevgili ve en yakın olacak kimse hanginiz, size haber vereyim mi?”

Sahabîler sükût ettiler, Resulullah bu soruyu iki veya üç defa tekrarladıktan sonra “Evet yâ Rasulallah” diye cevap verdiler. O da “Ahlakı en güzel olanınız” buyurdu.

Müsned, 2:185 (no. 6735)


Enes b. Mâlik:

Ben Peygamberimize on yıl hizmet ettim. Bana bir defa olsun “Öf” demedi. Yapmadığım birşey için “Niye yapmadın?” demedi, yaptığım birşey için de “Niçin yaptın?” demedi.

Buhârî, Edeb 39 (no. 6038)


Şu iki özellik mü'minde biraraya gelmez: cimrilik ve kötü ahlak.

Tirmizî, Birr 41 (no. 1962)


Güzel ahlakı sayesinde bir kimse, gecelerini ibadetle geçiren kimsenin derecesine ulaşır.

Ebû Dâvûd, Edeb 7 (no. 4798); Müsned, 6:187 (no. 26053)


İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez.

Müslim, Fezâil 66; Tirmizî, Birr 16


Bir adam “Yâ Rasulallah, ben koyun keserken ona acıyorum” (veya “Acıdığım için koyunu kesmeye elim varmıyor”) dedi.

Resulullah “Sen koyuna merhamet edersen Allah da sana merhamet eder” buyurdu ve bu sözü iki defa tekrarladı.

Müsned, 3:436


Namazdan, oruçtan ve sadakadan daha üstün bir dereceyi size haber vereyim mi? Küs olanların arasını bulmaktır. İnsanların arasını bozmak ise dini kökünden kazımaktır.

Ebû Dâvud, Edeb 50; Tirmizî, Kıyamet 56


Mü’min için en kötü ahlak, ağzının bozuk olmasıdır.

Taberanî, el-Mu’cemu'l-Kebîr, 9:107


Birbirinize kin tutmayın, haset etmeyin. Kardeş olun, ey Allah’ın kulları!

Buhârî, Edeb 57-28; Müslim, Birr 24, 28-30


Kölelerinize yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin.

Müslim, Zühd 74


Cerîr b. Abdillâh: Müslüman olduğum günden bu yana Resulullah’ın bana tebessüm etmeksizin baktığını görmedim.

Sahîhu İbni Hibbân (thk. Şuayb el-Arnavut), 16:173-174




Ahlâkın en güzeli


“Yürürken öne meyilli düz yürür, ayaklarını yere sert vurmaz, sakin, ama hızlı ve vakarlı yürür, meyilli bir yerden iniyormuş görünümü verirdi. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi. Konuşmadığı zaman gökten çok yere bakar ve düşünceli görünürdü. Arkadaşlarıyla yürürken onları öne geçirir, kendisi arkadan yürürdü. Yolda karşılaştığı kimselere önce o selam verirdi.

Çok defa hüzünlüydü ve hep Allah’ı düşünürdü. Gerekmedikçe konuşmaz, çoğu zaman sükût ederdi. Sözünün başından sonuna kadar her kelimenin hakkını vererek konuşurdu. Az sözle çok mâna ifade eder, açık seçik konuşurdu. Sözünde ne fazlalık ne de eksiklik bulunurdu.


Kibar ve yumuşak huyluydu. Etrafındakilere kaba davranmaz, onları hor görmezdi. Ne kadar az olursa olsun Allah’ın nimetlerine saygı gösterir, onları asla küçümsemezdi. Yenilen, içilen şeyleri lezzetsiz diye kötülemez, aşırı şekilde övmezdi.


Dinin bir emrini uygulayacağı sırada buna aykırı birşey söylendiğinde son derece öfkelenir, gerekeni yapıncaya kadar da öfkesi yatışmazdı. Öte yandan kendisine yapılan kaba ve haksız bir davranıştan dolayı öfkelenmez, onun intikamını almaya kalkışmazdı.


Birşeye işaret edeceği zaman parmağıyla değil eliyle işaret ederdi. Birşeye hayret ettiği zaman elinin içini semaya doğru kaldırırdı. Konuşurken sözüyle uyumlu olarak elini hareket ettirir ve sağ elinin baş parmağını sol elinin avucuna vururdu. Birine öfkelendiği zaman başını ondan çevirirdi. Sevindiği zaman bakışlarını yere indirirdi. Gülmesi çoğunlukla tebessüm şeklindeydi.


İnsanlara faydası dokunmayacak bir sözü söylemezdi. Ashabıyla kendisi arasında sevginin çoğalmasına yarayacak iltifatlarda bulunur, onların kendisinden uzaklaşmasına yol açacak sözleri ağzına almazdı. Her kabilenin önde gelen kişilerine ikramda bulunur ve onları kendi kabilelerine başkan tayin ederdi. Davranışlarını beğenmediği yöneticilere karşı müslümanları dikkatli ve uyanık olmaya teşvik eder, kendisi de kimseden tebessümünü ve güzel sözlerini esirgememekle beraber onlara karşı daha ihtiyatlı davranırdı. Meclisinde göremediği ashabını sorup araştırır, halkın arasında ne olup bittiğini yine onlardan sorup öğrenirdi. İyi ve güzel olan şeyin güzelliğinden söz edip onu tavsiye eder, kötü olan şeyin kötülüğünü dile getirip ondan sakındırırdı.


Yaptığı her iş ölçülüydü, hiçbir işi ve sözü diğerine ters düşmezdi. İnsanlara, yapmaları gereken din ve dünya işlerini gerektiği gibi yapamayabilecekleri veya gevşek davranabilecekleri endişesiyle görevlerini hatırlatmaktan geri durmazdı. Dünya ve âhiretle ilgili her güç meseleye bir çözüm bulurdu. Yapması gereken görevi uygulamada kusur etmediği gibi, hakkın dışına da çıkmazdı.


Oturup kalkarken Allah’ı zikrederdi. Meclislerde kendine özel bir yer ayırmaz, ayrılmasına da izin vermezdi. Bir topluluğun yanına vardığında meclisin baş tarafına geçmez, nerede boş yer varsa oraya oturur, başkalarına da böyle yapmalarını söylerdi. Yanındakilerle ilgilenip onlara iltifat ederdi. Meclisinde bulunan herkes onun en çok değer verdiği insanın kendisi olduğunu düşünürdü. Bir sorusu veya ihtiyacı sebebiyle yanına gelip oturan kimse kendiliğinden kalkıp gidinceye kadar onun yanından ayrılmazdı. Kendisinden birşey isteyeni ya istediği şeyi vererek veya vereceğini vaad ederek yahut gönül alıcı bir söz söyleyerek gönderirdi.


Güzel davranışları ve güzel ahlakıyla herkesi kucakladığı için bütün müslümanların babası durumundaydı. Herkes haklarının gözetilmesi bakımından onun yanında birbirinden farksızdı. Ona göre üstünlüğün ölçüsü takvâ idi.

Her zaman güleryüzlü, güzel huylu, halim selimdi. Kötü huylu, katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmaz, çirkin söz söylemez, kimseyi ayıplamaz ve aşırı derecede övmezdi. Hoşlanmadığı şeyi görmezden gelirdi. Kimse onun lutuflarından ümitsizliğe düşmezdi. Üç şeyden hep uzak dururdu: ikiyüzlülükten, çok konuşmaktan, kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmaktan.


İnsanlarda kusur aramazdı. Hiç kimseyi aşağılayıp küçümsemez, kimseyi ayıplamaz, kimsenin ayıplarını araştırmazdı. İnsana sevap kazandırmayan faydasız sözleri söylemezdi. Ashabının gönlünü hoş etmek için onların güldüğü şeye güler, onların hayret ettiği şeye hayret ederdi. Huzurunda konuşma âdâbını bilmeyen yabancıların kaba saba konuşmalarına sabrederdi. Daha önce iyilik yaptığı birinin övgüsünü kabul eder, fakat kendisini aşırı şekilde övmeye kalkışanlara izin vermezdi. Bir kimse uygun olmayan birşey söylemedikçe sözünü kesmezdi. Uygun olmayan tarzda konuşan kimseyi ise ya ikaz ederek sözünü keser veya oradan kalkıp giderdi.”


(Hind b. Ebu Hâle ve Hz. Hasan ve Hüseyin’in Resûlullah’ın şemâil ve ahlakına dair hadis kitaplarında yer alan rivayetlerinden derlenmiştir.)




ÖZET


Her zaman güleryüzlü, güzel huylu, halim selimdi. Kötü huylu, katı kalpli değildi. Bağırıp çağırmaz, çirkin söz söylemez, kimseyi ayıplamaz ve aşırı derecede övmezdi. Hoşlanmadığı şeyi görmezden gelirdi. İnsanlarda kusur aramazdı. Hiç kimseyi aşağılayıp küçümsemez, kimseyi ayıplamaz, kimsenin ayıplarını araştırmazdı.


bottom of page