top of page

Tarihyazımında nereye?

SAFA MÜRSEL

Doğru bilgiyle donanımlı bir tarih şuuru toplumların güvenli yol haritasıdır. Acı-tatlı anılarıyla tarih her an güncellenen canlı bir hafızadır. Abartılı efsanelerden beslenen bir tarih okuması, toplumların geleceğine potansiyel bir tehdittir. Gün gelir faturası ağır olur.

Asırlar içinde oluşmuş ortak hafızayı tahrip eden bir tarih algısı, nesillerin yaşayabileceği en büyük talihsizliktir. Sahih bir tarihyazımı her milletin bağımsızlığına eşdeğer önem taşır. Milletçe yaşanmış asırlık tecrübeleri kazanıma dönüştürmenin yolu gerçekçi tarihyazımından geçiyor.

Araştırmacı tarihyazımı metodunda çığır açan İbn Haldun (1332-1406) bu kimliğiyle zamana direniyor ve tarihyazımı metoduna referans olma vasfını hâlâ koruyor. Çünkü o, ‘tarihi olayların tahlilinde akılsal ilkeler ve toplumsal gerçeklerden hareket’ edilmesini savunuyor. Bu yaklaşımı ile İslam irfan coğrafyasından yetişmiş bir bilgin olarak tahkikçi ve gerçekçi tarihyazımı metodunun öncüsü sıfatıyla ilim dünyasını etkilemeye devam ediyor. Elimizde böyle bir örnek ve kaynak varken, tarihyazımında hata lüksümüz olamaz.

Padişahların iktidar amaçlı siyaseten kardeş ve çocuk katline cevaz veren kişisel ‘örfî hukuk’ düzenlemesini İslam’ın emri ve öngörüsü gibi sunan tarihyazımı algısının pazarlanabildiği bir konjonktürde, tarihyazımı daha bir önem kazanıyor. Çünkü, “Haksız yere kim bir insanı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” (Maide, 5:32) buyurarak “Bir masumun hayatı, kanı, hatta umum beşer için olsa da heder olmaz” ilkesini yerleştiren bir inancın hukukundan masum cinayetine ruhsat çıkartılamaz. İslam’ın engin şefkat ve merhamet öngörüsü buna izin vermez. Bu yaklaşım, İslamiyet’i ilim adına hak etmediği bir töhmet altında bırakıyor. Onun için sahih, gerçekçi ve dürüst bir tarih şuuruna ihtiyaç var.

Öğretici, realist tarihyazımı için benimsenmesi gereken anlayış ve metotlar hakkında uzman tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı dikkat çekici tespitler yapıyor. Tarih yazımına pozitif katkı yapacak şu öngörülerde bulunuyor:


“Tarihyazımcılık, biraz da zaman ve zamanın etrafındaki oluşumu görme ve tasvirdir. Bu görüş ve tasvir için düpedüz bilinen tarihyazım tekniklerinin kullanımıdır. Yani tarihçi nasıl bir teknik kullanıyor... doğruları saptamak için bu teknikler çok önemlidir.”


Tarihçimiz, bu cümledeki ‘önem’ ifadesini daha da vurgulamak için Alman tarihçi J. G. Droysen’in (1808-1884) “Tarih bilim değildir, bilimin de ötesinde birşeydir” şeklindeki oldukça iddialı sözünü naklediyor.

Uzman tarihçi Ortaylı, zamanı ve mekânı objektif olarak ‘görüp,’ önyargılardan arınarak olgulara dayalı verileri dürüstçe ‘tasvir’ etmeyi gerçekçi tarihyazımı için benimsenmesi gereken öncelikli ilkeler olarak sayıyor. Objektif ve realist tarihyazımına karşı üretilen ‘resmi tarih’ yazımı için ise, şu analizi yapıyor:


“Resmi tarihçilik, aslında akademik tarih geleneğinin ve tekniklerinin oturduğu bir çevrede, bu yöntemlerle ortaya konan, yerine göre saptırılmış ve yönlendirilmiş bir yorumdur. Bilim, yöntem, bilgi ve akademik tekniklerden uzak bir resmi tarihçilik ise, çok defa kendisi kadar pespaye bir sözde alternatif tarih yazımını da beraberinde getirir. Metot ve teknik endişesinin olmadığı bir çerçevede her türlü uydurma ve düzeysiz bilgi akışı mümkündür.”


İfadesine devamla çarpıtılmış, düzeysiz tarihyazımını eleştiren Ortaylı, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki ‘Orta Asya’dan göç yollarını takip ederek’ Anadolu’ya geldiğimiz görüşünü, resmi tarih yazımının asılsız bir örneği olarak gösteriyor. Hatta o zaman akademik çevrelerin bu görüşü reddettiğini, fakat Cumhuriyetin ilk dönem maarif vekilinin siyasi nüfuz kullanarak Türk Tarih Kurultayında bunu kabul ettirdiğini söylüyor. Asılsızlığı sebebiyle bu görüşün kısa süre sonra sessiz sedasız ‘hasıraltı’ edildiği bilgisini vermeyi de ihmal etmiyor.

Başka bir çalışmada, tarihyazımının nasıl çarpıtılabileceğine ilişkin. Hıristiyan kimliği öne çıkarıp İslam’ı unutturma amaçlı bir örnek, Endülüs tarihi üzerinden veriliyor: “Tarih yazımı terminolojisi çoğunlukla masum değildir, tam tersine pek çok durumda güçlü bir ideolojik doz içeren anlamlar taşır. Sorun, çoğu durumda içeriğin gözden kaçıyor olmasında yatar. (Bu ideolojik tarihyazımı) geçmişteki olaylara son derece çarpık bir görüş açısı getirir” deniliyor.

Tarih üzerine tartışmalar genelde gerçeğe yabancılaşan bu tür çarpık bakış açısından kaynaklanıyor. Fakat fanilerin tarihi belirleme gücünün kendi süre ve kudretleriyle sınırlı kaldığı ve kalacağı unutuluyor. Bu yüzden, gerçekdışılığı her yönden sırıtan yanlışlıkları, gün geliyor, sahipleri bile savunamıyor. Bir vakitler mutlak doğru gibi kutsanan görüşler, gerçek bilgi karşısında ‘hasıraltı’ ediliyor.

Konjonktürel tarihyazımını tekeline alarak onu istediği gibi eğip bükeceğini sananlar, geleceğe sadece kirli bir fikir çöplüğü bırakıyorlar. İradesi kendi varlığı ile kaim muktedirlerin hatalarını takip mecburiyeti yok ve olmamalı. Hele, iletişim alanında gizliliğin karizmasının çizilebildiği günümüzde, asılsız bilgilerin boyası ve foyası çabuk dökülüyor. Yüz milyonlarca masumun mahvına yol açan kutsanmış ırk ve millet teorileri şimdi nerede? Arşivlerin tozlu raflarında nefretle hatırlanıyorlar. Asılsız bilgiden muteber tarih çıkmadığı gibi siyasi realizm de çıkmıyor; aksine o çarpık bilgiler sahiplerinin omuzunda tarihin taşınamaz yükü olarak kalıyor.

Monarşiden meşrutiyete, oradan cumhuriyete üç dönemin tarihini yaşayan Bediüzzaman, ‘sahih tarih’ bilgisini sahiplenilmesi gereken objektif değer olarak görür. Bu tercihini, “Mantığın mizanıyla tartılmış olan tevârih- i sahîhaya kanaat ederiz” ifadesiyle tahkim ediyor. Sahih tarih bilgisini öne çıkaran bu ifade, sıradan bilgiyi değil, ‘mantığın mizanı ile tartılmış’ tahkikî (araştırma ürünü) bilgiyi öngörüyor. Bediüzzaman, bilgiyi ‘mantık tartısına’ çıkarmakla, imanî konularda olduğu gibi tarih bilgisinde de müstakim bir rasyonalite arıyordu. ‘Tevârih- i sahîha’ dediği doğru tarih bilgisinin ancak böyle bir muhakemede bulunabileceği inancında idi.

Tarih yazım ve işçiliğinde sahih bilgiye dayalı bir anlatıma ihtiyaç duymamız gereken bir süreçteyiz. Açıklamalara bakılırsa, Amerika’dan sonra dünyada en fazla dizi film ihraç eden ikinci ülke konumundayız. Bu ilgi sebebiyle ‘tarihe karşı sorumluluğumuz’ daha da artıyor. Yapımlarımızda eğlendirici boyuttan ziyade, eğitici ve öğretici boyutun daha önde olması gerekiyor. Aile, moralite ve tarih gibi temel alanlarda vereceğimiz mesajlar, hedef kitlelerin sağduyusunda mutlaka karşılık bulacak bir içerik ve nitelik taşımalıdır. Bu arenada hevesata hitaptan öte, insanı fıtrat boyutuna taşıyacak yapımlar amaçlanmalıdır. İnsanlığa hizmet, hevesatın suyuna giderek değil, fıtratın gereğine uyarak yapılabilir.

Tarih dizilerindeki doğallığı boğan sürrealizm bir yerde doyuma ulaşır ve sakilliği nisbetinde ilgiyi de kaybeder. Gerçekçi bir tarihyazımı için Ortaylı’nın yukarıda dikkat çektiği ‘zaman ve çevre’ kavramları kesinlikle dikkate alınmalıdır. Bu kavramların hakkını vermeyen tarihyazımına dayalı yapımlar faydadan ziyade zarar getirir, hatta alay konusu olur. Roman ve hikâyelere ustalıkla sindirilmiş yerinde mesajlar nasıl yadırganmıyorsa, senaryo mesajları da aynı kalite ve etkinlikte olmalıdır. Asırlar öncesinin sosyal ve siyasal ortamına özgü söylem ve mesajlar, siyaseten tarihi araçsallaştırmak olur. Kendimizi aldatırız. Çünkü toplumlar kendi çağını ve sorunlarını yaşar. Yapımdaki ‘zaman ve çevre’ kopukluğu bir yapımı etkisiz kılar. Halbuki bugünün bireyi insanî değerlerin fakirliğini yaşıyor. Burası, ihmalin ötesinde, tahrip edilmiş bir alandır. Takviyeye muhtaçtır. İster tarih, isterse başka alanlarda güncele dokunan değer odaklı yapımlar profesyonelce ve gerçekçi olduğu ölçüde ilgi görecek ve etkili olacaktır. Sanatta bir misyon aranıyorsa, sahih bilgiye dayalı değer odaklı yapımlarda aranmalıdır.

Ortak değerler etrafında dayanışmalı ve homojen bir toplum yapısı oluşturmada tarih şuurunun önemi elbette gözardı edilmemeli. Toplumu dayanışma duygusuyla kuşatan bir tarih algısı, milli ve manevi bütünlüğün güvencesidir. Sübjektif ve siyasi saiklerle bu etkili araç, yukarıda dikkat çekildiği gibi düzeysiz bir ‘resmi tarih’ perspektifine dönüşmemelidir.

Diğer taraftan dizi yapımlarında sıklıkla sahne alan savaş ve çatışma seansları, insan öldürme ve yaralamayı sıradanlaştırmakla kalmaz, zombiliği insan kimliğinin doğal gereği gibi gören sorunlu tipler üretir. “Tarih filmi yapıyoruz” diye kan dökme sahnelerini zevkli bir temaşaya dönüştürmek acaba ne kadar doğru? Son yıllarda asayiş ihlallerinden tutunuz, çok kolay yaralama ve cinayet işlenebildiğini gösterir olaylar toplumda belirgin bir görünürlük kazanıyor. Vurdulu-kırdılı yapımların bu tahribat sürecine şuuraltı katkı yapıp yapmadığı acaba hiç araştırılıyor mu? Siyaset kurumumuz önündeki sorunları çözmekle meşgul… Üniversitelerimiz bu meseleleri, çözüm odaklı etkili saha çalışmalarıyla dert edinmeli değil mi? Şu aşamada daha etkili inisiyatif alınması gerekmiyor mu?

Alman tarihçinin dediği gibi, “Tarih, bilimin de ötesinde birşeydir.” Tarihi ibret alınmaya değer kılan yönü, öncelikle ‘tahkik’e ve ‘sahih bilgiye dayanmasıdır. Toplum dokusunu zihnen güçlendirmek veya tahrip etmek, tarihyazımındaki basiret ve gerçekçilikle yakından ilgilidir.


Son Yazılar

Hepsini Gör

TEMMUZ YORGUNLUĞU

Murat Kuru Travma, bir insanın insana, hayata ve kâinata dair kabul, inanç ve güveninin sarsıldığı, ayaklarını bastığı zeminin kaydığı, yerini ve yönünü bilmek ya da bulmak için dayanacağı sabitelerin

bottom of page