top of page

İmanla Gelen Adalet

ÜMİT ŞİMŞEK





Resulullah (s.a.v.) bir gün merkebine binmiş, yola çıkmak üzereydi. Orada bulunan Muaz b. Cebel’e (r.a.) seslenerek “Gel, sen de bin” dedi.

Muaz b. Cebel, zahmet veririm endişesiyle çekingenlik gösterdi ve “Sen devam et yâ Rasûlallah” dedi.

Fakat Resulullah’ın başka bir planı vardı. “Bin” diye tekarladı.

Muaz, Resulullah’ın emrine uyarak merkebin terkisine atladı. Ama atlamasıyla merkebin çökmesi ve ikisinin de yere kapaklanması bir oldu.








Resulullah oralı olmadı, düştüğü yerden gülerek kalktı ve tekrar merkebe bindi, onunla beraber Muaz da bindi. Fakat merkep yine çöktü ve ikisi de tekrar düştüler.

Bu olay iki veya üç defa tekrarlandı. Her defasında Resulullah gülerek kalktı ve Muaz’ı da arkasına alarak merkebe tekrar bindi.


Resulullah’ın Muaz ile beraber yola çıkmakta bu kadar ısrarlı olması boşuna değildi. Muaz’a, o zamanın ve gelecek zamanların mü’minlerine ulaştırmak üzere çok önemli bir emanet tevdi etmek istiyordu.


Nihayet Resulullah ve Muaz b. Cebel merkebin üzerinde beraberce yola çıktılar. Bir müddet sessizlik içinde gittikten sonra, Resulullah elindeki değneği omzu üzerinden geriye doğru aşırarak Muaz’a dokundu ve “Yâ Muaz ibnu Cebel!” diye seslendi.


Muaz, “Buyur yâ Rasûlallah” dedi.

Resulullah cevap vermedi. Merak uyandırmak istediği belliydi. Ama bunu—hâşâ—şimdiki televizyonların “Bizi izlemeye devam edin” deyip de araya bir sürü mâlâyâniyat sokuşturarak yaptığı gibi değil, bilâkis muhatabının zihnini başka şeylerden tamamen arındırarak az sonra gelecek olan habere odaklanmasını sağlamak niyetiyle yapıyordu.


Bir müddet sessizce gittiler. Sonra Resulullah yine değneğiyle Muaz’ı dürterek seslendi:

“Yâ Muaz ibnu Cebel!”

“Buyur yâ Rasûlallah.”


Bu ikinci sesleniş ile cevabını da yine uzun bir sessizlik takip etti.

Bir zaman sonra Resulullah tekrar değneğiyle Muaz’ı dürttü ve bir daha seslendi:

“Yâ Muaz ibnu Cebel!”

Muaz yine “Buyur yâ Rasûlallah” diye cevap verdi.


Öğrencinin merakı iyice tahrik edilmiş, öğretmeni pürdikkat dinlemeye hazır hale gelmişti. Yine de Allah’ın Resulü söyleyeceği şeyi birden söylemedi.

“Biliyor musun,” dedi, “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı nedir?”

Belli ki, Resulullah’ın vermek istediği büyük ders bu sualin cevabındaydı. Ancak konuyu sual şeklinde sunarak Muaz b. Cebel’in şahsında ümmetinin dikkatini bu sualin cevabına yöneltmek istiyordu.


Muaz “Allah ve Resulü bilir” diye cevap verince. Allah’ın Resulü devam etti:

“Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, hiçbir şeyi O’na ortak koşmaksızın sadece Allah’a kulluk etmektir.”

Arkadan yine uzun bir sessizlik geldi. Bu sessizlik de, tıpkı öncekiler gibi, biraz sonra gelecek önemli bir dersi müjdeleyen bir sessizlikti.

Bir müddet daha gittiler. Derken değnek bir daha kalktı, hitap ve cevap bir daha tekrarlandı:


“Yâ Muaz ibnu Cebel!”

“Buyur yâ Rasûlallah!”

“Bilir misin, kullar başka hiçbir şeyi ortak koşmaksızın sadece Allah’a kulluk ettikleri takdirde onların Allah üzerindeki hakkı nedir?”

Muaz pürdikkat, az sonra verilecek olan o büyük dersi herşeyiyle bütün zerrelerine nakşetmeye hazır bir halet-i ruhiye içinde “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dedi.

Ve büyük ders, Allah’ın sevgili elçisinin ağzından tane tane döküldü:

“Kullar başka hiçbir şeyi ortak koşmaksızın sadece Allah’a kulluk ettikleri takdirde onların Allah üzerindeki hakkı, onlara azap etmemektir.”


* * *


Resulullah’ın bu sözleriyle mü’minlere verdiği büyük müjde, aslında yıllardır devam eden bir eğitimin hülâsası idi. Bu bir iman eğitimiydi, ama aynı zamanda bir hukuk eğitimiydi—tıpkı aynı zamanda bir ahlak ve fazilet eğitimi olduğu gibi. Daha önceki yazılarda da üzerinde durduğumuz gibi, Kur’an’ın verdiği iman eğitimi sadece inanılacak esasları öğretmekle kalmıyor, aynı zamanda hayatın bütün alanlarını kapsıyor ve insanın içindeki bütün üstün yetenekleri hep birlikte, âhenkli bir şekilde yaratılış amacına yönlendirerek onu bir ahlak ve fazilet âbidesi haline getirecek yapıyı hedef alıyordu. Ve bu yapı, bütün alanlarda birden, harikulâde bir âhenk içinde, hepsinin hakkını gözeterek ve hakkı olmayana hiçbir surette yer vermeksizin inşa ediliyordu.


Bunu sağlayan ise, Kur’an tarafından inşa edilen bu iman eğitiminin bütün gözeneklerine bir ruh halinde nüfuz etmiş bulunan adalet unsuruydu. Ve en önemlisi, kuluna adaleti öğretirken Yüce Allah en önce Kendisi ile kulu arasındaki hukuku tanzim ediyor, bu arada kuluna, Kendisine karşı kullanacağı hakları işin başında öğretiyordu.


Resulullah’ın Muaz b. Cebel aracılığıyla ümmetine verdiği haber çok büyük bir müjdeydi şüphesiz; fakat bu büyük müjdenin altyapısı daha Mekke döneminden itibaren döşenmeye başlamıştı. Yüce Allah, bu hadiseden çok daha önce indirdiği âyetlerinde mü’min kullarına rahmetini ve nusretini müjdelerken, bunu onlara karşı bir borç ve yerine getirilmesi gereken bir görev olarak Kendi üzerine yazdığını bildiriyordu:


“De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki: Allah’ındır. O, Kendi üzerine rahmeti yazdı. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde O sizi toplayacaktır. Kendilerini hüsrana düşürmüş olanlar işte buna inanmazlar.”

“Âyetlerimize iman edenler sana geldiklerinde, sen onlara de ki: Size selâm olsun. Rabbiniz Kendi üzerine rahmeti yazdı. Sizden kim bir cahillik edip de kötülük işler, sonra ardından tövbe eder ve durumunu düzeltirse, O’nun çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunu görecektir.”


“Senden önce de kendi kavimlerine Biz peygamberler gönderdik de, onlara apaçık âyetler getirdiler. Sonra da cürüm işleyenlerden intikamımızı aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimize bir hak/borç/yükümlülük olmuştur.”

“Azap onlara geldiğinde, Biz peygamberleri ve iman edenleri kurtarırız. Mü’minleri böylece kurtarmak üzerimize bir hak/borç/yükümlülük olmuştur.”


Allah Teâlânın mü’minler için biçtiği rol, ‘yeryüzünde adaleti ayakta tutan kimseler’ rolü idi. Medine döneminde inen âyetlerde bu durum sarih ifadelerle Müslümanlara tebliğ edilecekti. Fakat ilk Müslümanların adalet eğitimi bundan çok önce başlamıştı. Daha Mekke döneminde Müslümanlar her taraftan baskı, zulüm, boykot ve ambargolarla kıstırılmış bir durumda var olma mücadelesi verirken, sadece hayatta kalmayı değil, kendilerini dört bir taraftan kuşatan düşmanlarına galebe etmeyi ve ayak bastıkları her yerde adaleti ve ahlakı hakim kılmayı da öğreniyorlardı. Aldıkları eğitim bunların hepsini birden onlara sunuyordu; iman adaletten, adalet ahlaktan, ahlak ibadetten, ibadet muamelâttan, muamelât faziletten ayrılmıyor, yaşamakta oldukları hayatın bütün mesâmâtına, yani gözeneklerine kadar bunlar hep birlikte giriyor ve girdikleri yerin hayatına hayat katıyordu. Daha Mekke döneminin en sıkıntılı günlerinde, her biri sıradan bir insanı hayattan küstürmeye yetecek felâketlerin birbiri ardınca yaşandığı, özgür bir ortama kavuşmanın uzak bir hayal olarak göründüğü ve ahkâm âyetlerinin çok büyük kısmının henüz inmediği bir zamanda, âlemlerin Rabbi peşpeşe indirdiği âyetlerle onları birer adalet ve fazilet âbidesi haline getirecek olan eğitimi hiç fasılasız devam ettiriyordu:


“Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına yaklaşmayın; ancak en güzel bir şekilde yaklaşırsanız o başkadır. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz. Söz söylediğiniz zaman ise, isterse yakınlarınız hakkında olsun, adaleti gözetin. Allah’ın ahdini yerine getirin. Öğüt alırsınız diye, Rabbiniz size işte bunları emretti.”


“Sen davetini yap. Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma. De ki: Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara inandım. Bana sizin aranızda adaleti gözetmem emredildi. Bizim Rabbimiz de, sizin Rabbiniz de Allah’tır. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size; onun için aramızda tartışılacak birşey yoktur. Allah hepimizi biraraya toplayacaktır; herkesin dönüşü O’nadır.”

“Ölçtüğünüzde tastamam ölçün; tartıyı doğru terazi ile yapın. Bu daha hayırlıdır; neticesi de daha güzeldir.”


“Allah adaleti, iyiliği, akrabaya ikramı emrediyor; fuhşiyatı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklıyor. Düşünesiniz diye O size böyle öğüt veriyor.”


Peki onların eğitiminde nefret ve düşmanlık yok muydu? Elbette vardı. Güzel ve temiz şeylere meftun olan ruhlar, çirkinlik ve pislikten de gittikçe daha çok nefret eder hale geliyordu. Bu, insanın yaratılışı gereği idi. Vahşî canavarların ve sair hayvanatın büyük bir iştahla gövdeye indirdikleri rızıkları nasıl güzel ve temiz rızıklarla nasiplenen insanın yaratılışına tiksindirici geliyorsa, esmâ-i hüsnânın tecellîleriyle süslenmek üzere yaratılmış bulunan insan ruhu da iman ile tanışınca herşeyin ve bilhassa ahlakın güzelliklerine müşteri olurken, kötü ahlakın çirkinliklerinden de gittikçe artan bir nefretle tiksiniyordu. Yıllar sonra Medine döneminde inecek olan âyetlerde bu husus “Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi; inkârı, günahı ve isyanı da size çirkin gösterdi” meâlindeki âyetle hatırlatılacaktı.


* * *


Kur’an’ın indiği ortam, bütün güzelliklerin bir tarafta, bütün çirkinliklerin de başka bir tarafta yoğunlaştığı bir ortamdı. İnen âyetler bu ayrışmayı harikulâde bir şekilde tetikliyor ve çirkinlikler tarafından en küçük birşeyin güzellikler cephesine sızmasına imkân bırakmıyordu. Müşriklerin büyük çoğunluğunu İslam’a girmekten alıkoyan da bundan başkası değildi. Eğer onlardan sadece putlarını terketmeleri istenecek olsaydı, bugün en azılı müşrikler arasında andığımız isimlerden pek çoğu Müslümanların safında yer almış ve, zahirî sebepler açısından bakılacak olursa, servet ve nüfuzlarıyla Müslümanların gücüne güç katmış olacaktı. Fakat onlar putlarını terkederek İslam’a girmeye niyetlendikleri zaman bile Kur’an’ın eşitlik ilkesini hiçbir zaman aşamayacakları bir kale duvarı gibi karşılarında buldular ve gerisin geri düşmanlıklarına döndüler. Velid b. Mugîre, bugün Cuma hutbelerinden ezberlediğimiz Nahl sûresinin 90. âyeti kendisine okununca “Bir daha oku” demiş, tekrar dinledikten sonra da “Vallahi bu sözde öyle tatlılık, öyle güzellik ve parlaklık var ki, bunu beşer söyleyemez” diyerek hayranlığını dile getirmiş, ama yine de iman etmeye yanaşmamıştı. Çünkü o Kureyş’in ulu kişisiydi, “Ben varken Muhammed’e nasıl vahiy iner?” diyordu. Ebu Leheb de “Müslüman olursam bana ne verilecek?” diye sormuş, “Müslümanlara ne verilirse sana da o verilecek” cevabını alınca “Beni şu insanlarla bir tutan dine yuh olsun!” diyerek iman etmeyi reddetmişti.


Lâkin Kur’an onların bu takıntılarına ve İslam’ı kabul edip etmemelerine hiçbir değer vermediği gibi, tersine, onları en şiddetli tehdit ve tahkirlerine hedef yapıyor, Allah’ın kitabından kaçışlarını ‘ürkmüş yaban eşeklerinin arslandan kaçışına’ benzetiyordu. Daha da ötesi, Kur’an müşriklerin haysiyetlerini semâdan inen tokatlar misali peşpeşe inen âyetleriyle zir ü zeber ederken, bir yandan da onların hiçbir değer vermedikleri şansız, şöhretsiz, parasız insanların, hatta kölelerin gönüllerini kıracak en küçük bir hareketten sadece mü’minleri değil, Allah’ın elçisini dahi şiddetle sakındırıp “Aksi takdirde zalimin teki olursun” diye uyarıyordu. Onlar ehl-i dünyanın gözünde ne kadar değersiz olurlarsa olsunlar, Allah ile sözleşme akdetmiş ve bu sözleşmede kendilerine düşen yükümlülükleri yerine getirmeye çalışan insanlardı. Ve onlardan her bir ferdin hukuku Allah tarafından teminat altına alınmıştı. Öylesine ki, onlardan aç kalanı doyurmayanın Allah’ı doyurmamış, hasta olanı ziyaret etmeyenin Allah’ı ziyaret etmemiş gibi Allah katında muamele göreceğini Allah’ın Resulü haber veriyordu.


* * *


Bütün bunları birarada dikkate aldığımız zaman, karşımızda, bütün şubeleri birbiriyle kusursuz bir âhenk içinde işleyen bir iman eğitimi beliriyor. Bu eğitimin temelinde hukuk vardı, adalet vardı. Bu kusursuz temelin üzerinde ahlak, onun üzerinde de fazilet binaları yükseliyordu. Ancak bütün bunlar öncelik-sonralık sıralamasına tâbi olarak değil, tıpkı bir insan vücudunun bütün organ ve sistemleriyle işleyişi gibi birarada vücut buluyor ve beraber çalışıyordu. Ayrıca bunlar her türlü ifsad edici unsura karşı da korunmuş bir şekilde inşa ediliyor; insanlar inançta, hukukta, ahlakta, fazilette sürekli bir gelişim halinde iken, zulüm, ahlaksızlık, bencillik, çıkarcılık, yalancılık gibi fıtratlara aykırı unsurlara karşı da son derece güçlü aşılarla korunmuş bir bünyeye kavuşuyorlardı. Zorbalığın egemen olduğu bir zamanda var olmaya çalışan bir avuç Müslümanın kalbinde şu veya bu sebeple zalimlere karşı uyanabilecek en küçük bir sempatiyi, hayatlarının ortasına inen âyet-i kerime, işin başında kestirip atıyordu:


“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka dostunuz zaten yoktur; sonra hiç kimseden yardım görmezsiniz.”


* * *


Kur’an-ı Kerim’in eğitimi altında zulümden ve her türlü kötülükten arınan ruhlarda güzelliklerin yeşermesini önleyecek bir engel kalmamış oluyor ve bu da ilk Müslümanların kendilerini istikbalde bekleyen görevlere daha o günlerden hazırlanmalarını mümkün hale getiriyordu. Mekke döneminin ortalarında inen şu âyet kümesindeki mü’min tanımını lütfen dikkatle inceleyiniz: bu listede yer alan özellikler arasında ibadetle ilgili olan kısımdan çok daha fazlasını sosyal ilişkiler, ahlak, fazilet ve bilhassa adalet ile ilgili özelliklerin teşkil ettiğini göreceksiniz:


“Size verilen ne varsa, hep dünya hayatının gelip geçici menfaatidir. Allah katındaki ise, iman eden ve Rabbine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha devamlıdır.

Onlar büyük günahlardan ve fuhşiyattan kaçınırlar; öfkelendiklerinde ise kusurları bağışlarlar.


Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. Aralarındaki işleri ise istişare iledir. Onlara rızık olarak verdiğimiz şeylerden de bağışta bulunurlar.

Onların hakkına tecavüz edildiği zaman hep birlikte yardımlaşarak haklarını alırlar.

Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve barış yolunu seçerse, onun ödülü Allah’a aittir. O ise zalimleri hiç sevmez.

Zulme uğradıktan sonra hakkını alan kimseyi suçlamak için bir yol yoktur.

Suçlanacak olan, halka zulmeden ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık yapan kimsedir. İşte onlar için acı bir azap vardır.

Bununla beraber, kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.”


Bu âyet kümesinde, iman ile doğrudan ilişkili olarak zikredilen hususların ilki, kötülüklerden ve çirkin işlerden arınmak olarak zikrediliyor ve bunun hemen arkasından, esmâ-i ilâhiyenin seçkin insanlardaki bir yansımasından başka birşey olmayan ‘affedicilik’ özelliği geliyor. Fevkalâde dikkat çekicidir, bu özellik, aynı âyet kümesinde iki defa daha tekrarlanarak vurgulu bir şekilde mü’minlere cazip bir hedef olarak gösterilmekte, ancak haksızlığa uğrayan kişinin ‘bağışlamama’ hakkının bulunduğu da açıkça kaydedilmekte, böylece bağışlayıcılığın mağdur aleyhine bir hak ihlâli halini alması önlenmektedir. (Aynı husus, Medine döneminde inen Hac sûresinin 60. âyetinde de vurgulanacak ve ayrıca, hakkını aradığı için zulme uğrayan kimseye Allah’ın yardım edeceği de müjdelenecektir.)

Mü’minlerin günahtan sakınma ve kusurları bağışlama özelliğinden sonra—daha başka birçok âyette imanın alâmet-i farikası olarak zikredilen—iki özelliği daha namaz ve infak olarak geçiyor; ancak bu ikisinin arasına, önemine binaen, bir başka özellikleri giriyor: istişare. Mü’minlerin bütün hayatına istişarenin bir ruh halinde nüfuz etmesi gerektiğini bundan daha güzel anlatacak bir usul tasavvur olunabilir mi: “Onlar namaz kılarlar, istişare ederler, mallarından bağışta bulunurlar.” Nitekim yıllar sonra, zahire bakılırsa istişare sebebiyle ortaya çıkmış bulunan ağır bir yenilgiden sonra da Kur’an Peygamberimize yine istişareyi emretmek suretiyle, mü’minlerin hayatında istişarenin nasıl bir yeri bulunduğunu bir kere daha ve güçlü bir şekilde vurgulayacaktır.


Şûrâ sûresinin sekiz âyetlik bu bölümünde en fazla dikkati çeken bir husus ise, bu 8 âyetten 5’inin hak arama konusuyla ilgili olmasıdır. Bu âyetlerde Allah Teâlâ mü’min kullarına, ‘haksızlığa uğramış kimselerin hakkını arama’ görevini vermekte ve bu görevin sorumluluğunu bütün mü’minler topluluğuna yüklemektedir. Ancak bu görevin çok önemli bir istisnası vardır: hak ararken, maruz kalınan haksızlıktan daha ileri gitmemek. Çünkü bir tokatın karşılığında iki tokat vurmakta dahi mazlumiyetten zalimliğe geçmek gibi, içine kolayca düşülebilecek bir büyük tehlike vardır. Ve bu tehlike, çoğu insanların adalet ediyorum zannıyla zulme saplanmalarına yol açabilmektedir. Adaletin işte bu özelliği son derece hassas ve itinalı davranmayı gerektiren bir özelliktir. İnfakta ve sair ihsan fiillerinde azlık-çokluk sözkonusu olabilirken, meselâ birisi diğerinden daha fazla ihsanda bulunabilirken, adalette böyle bir derecelendirme yapılamaz; birisinin hakkını tam olarak vermeyen kimse daha az adalet etmiş değil, düpedüz haksızlık etmiş olur. Bir ilim adamımız bu konuyu Arapçanın özellikleriyle bağlantı kurarak şu şekilde açıklıyor:


“Arapçada adalet anlamında kullanılan adl ve kıst sözcüklerinin ‘ezdad’dan olması, yani birbirinin zıddı olan iki anlamı içinde taşıması da oldukça ilginç ve dikkat çekicidir. Türkçede bugün adalet diye çevirdiğimiz adl ve kıst sözcükleri, Arap dilinde hem adalet, hakkaniyet hem de zulüm ve haksızlık anlamına gelmektedir. Bu iki sözcüğün etimolojik olarak böyle ikili bir içeriğe sahip olması adeta her söz ve davranışın bıçak sırtında olduğunu ve adalet olmadığı takdirde zulme kayabileceğini, bir bakıma denge durumunun dengeyi kaybetme potansiyelini içerdiğini ima etmektedir.”


Adaleti sağlamak ve korumak herhangi bir ölçekte bir işin başına geçen ve iktidara kavuşan herkes için sözkonusu olduğundandır ki, Kur’an-ı Kerim, Mekkî âyetlerle sapasağlam tesis ettiği adalet bilincini, Medine döneminde de iktidarın tehlikeleri karşısında uyarıcı âyetlerle tahkim etmiştir. Bu âyetlerin en meşhurlarından biri akraba ve ahbap kayırma, diğeri de vaktiyle kendilerinden zulüm gördükleri kimselerden öç alma imkânı ellerine geçtiğinde haddi aşma tehlikelerine karşı peşin uyarılar içermektedir:


“Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve Allah için şahitlik eden kimseler olun—isterse kendi aleyhinize veya anne baba yahut yakınlarınızın aleyhine olsun. Onlar zengin de olsa, fakir de olsa, Allah onlara sizden daha yakındır. Onun için heveslerinize uyarak adaletten ayrılmayın. Eğer sözü eğip büker veya şahitlikten kaçınırsanız, hiç şüphe yok ki Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Âdil olun; bu takvâya daha yakındır. Allah’tan sakının. Çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.”


Aslında bu sayılanlar ve onlar gibi adaleti tehdit eden tehlikeler, herhangi bir ölçekte iktidara kavuşmakla imtihan olunan herkesi tehdidi altına alan tehlikelerdir; bu sebeple her seviyedeki idarecilerin mutlaka âdil ve yaptırım gücüne sahip denetleyicilere ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç, makamın yüksekliğinin karesiyle orantılı şekilde artan bir ihtiyaçtır!


İktidardan söz etmişken, adaletten daha büyük bir iktidarın tasavvur olunamayacağını belirtmeden sözü noktalamayalım. Zira adaletin iktidarı zahirî bir iktidar değil, kalpleri ve ruhları da gönüllü olarak hükmü altına girmeye sevkeden bir iktidardır ve ona galebe edecek bir gücü Allah Teâla hiç kimseye vermemiştir. Tihame tepelerinin şakîleri bu hakikatin en canlı şahitlerindendir. Onlar kaba kuvvetin hak anlamına geldiği, güçlü olanın gözüne kestirdiği evleri talan ederek malını yağmalayıp kadınlarını haremine kattığı, zenginin tefecilikle yoksulları sömürdüğü, efendilerin kölelerine ve köleleştirdiklerine nefes aldırmadığı bir ortamda, kimi sahibinden, kimi borcundan kaçarak dağa çıkmış, gelip geçeni soyarak geçinen kimselerdi. Allah’ın Elçisi onlara şu mektubu gönderdi:


“Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Bu, Allah’ın elçisi Peygamber Muhammed’in dağa çıkanlara mektubudur. Eğer onlar iman eder, namaz kılar, zekât verirlerse, köle olanlarına özgürlük verilecek, onların koruyucusu ve yakını Muhammed olacak. Bir kabileden kaçmış olanlar o kabileye iade edilmeyecek. Bir kan veya para meselesinden dolayı borçlu olanlara borçları bağışlanacak; insanlardan alacakları varsa bu da kendilerine ödenecek. Onlara haksızlık ve düşmanlık edilmeyecek. Bu konularda kendilerine hem Allah’ın, hem de Muhammed’in güvencesi verilmiştir. Selâm olsun size.”


Mektuptaki anahtar kelimeler: “Onların koruyucusu ve yakını Muhammed olacak. Kendilerine hem Allah’ın, hem de Muhammed’in güvencesi verilmiştir.” Eşkıyayı dağdan indiren silah değil, ordular değil, işte bu bir çift sözdü. Çünkü bu sözler, emin ve âdil bir Elçinin sözüydü.


Veya, Kur’an’ın tarifinden referans alarak bir isim koyacaksak, bir ‘mü’min sözü’ idi.

İman-amel bütünlüğünün bu parlak tezahürlerinin daha sonraki zamanlarda nasıl bir değişim geçirdiği konusu ise ayrı bir incelemeyi gerektiriyor.




ÖZETLER


Kur’an’ın verdiği iman eğitimi hayatın bütün alanlarını kapsayan bir yapı inşa ediyordu. Bunu sağlayan ise, bu iman eğitiminin bütün gözeneklerine bir ruh halinde nüfuz etmiş bulunan adalet unsuruydu. Ve en önemlisi: Allah kuluna adaleti öğretirken, en önce Kendisi ile kulu arasındaki hukuku tanzim ediyordu.


Allah Teâlânın mü’minler için biçtiği rol, ‘yeryüzünde adaleti ayakta tutan kimseler’ rolü idi. Medine döneminde inen âyetlerde bu durum sarih ifadelerle Müslümanlara tebliğ edilecekti. Fakat ilk Müslümanların adalet eğitimi bundan çok önce başlamıştı.


Daha Mekke döneminde Müslümanlar ayak bastıkları her yerde adaleti ve ahlakı hakim kılmayı öğrendiler. Aldıkları eğitim imanı adaletten, adaleti ahlaktan, ahlakı ibadetten, ibadeti muamelâttan, muamelâtı faziletten ayrırmıyor, yaşamakta oldukları hayatın bütün gözeneklerine bunlar hep birlikte giriyordu.


Kur’an’ın indiği ortam, bütün güzelliklerin bir tarafta, bütün çirkinliklerin de başka bir tarafta yoğunlaştığı bir ortamdı. İnen âyetler bu ayrışmayı harikulâde bir şekilde tetikliyor ve çirkinlikler tarafından en küçük birşeyin güzellikler cephesine sızmasına imkân bırakmıyordu.


Eğer müşriklerden sadece putlarını terketmeleri istenecek olsaydı, pek çoğu Müslümanların safına geçerlerdi. Fakat onlar putlarını terkederek İslam’a girmeye niyetlendiklerinde, Kur’an’ın eşitlik ilkesini bir kale duvarı gibi karşılarında buldular ve gerisin geri düşmanlıklarına döndüler.


Asr-ı Saadet’teki iman eğitiminin temelinde hukuk vardı, adalet vardı. Bu kusursuz temelin üzerinde ahlak, onun üzerinde de fazilet binaları yükseliyordu. Ancak bütün bunlar öncelik-sonralık sıralamasına tâbi olarak değil, tıpkı bir insan vücudunun bütün organ ve sistemleriyle işleyişi gibi birarada vücut buluyor ve beraber çalışıyordu.


Şûrâ sûresinin mü’minlerin niteliklerini anlattığı sekiz âyetlik bölümünde en fazla dikkati çeken husus, bu 8 âyetten 5’inin hak arama konusuyla ilgili olmasıdır. Bu âyetlerde Allah Teâlâ mü’min kullarına, ‘haksızlığa uğramış kimselerin hakkını arama’ görevini vermekte ve bu görevin sorumluluğunu bütün mü’minler topluluğuna yüklemektedir.


Ancak bu hak arama görevin çok önemli bir istisnası vardır: hak ararken, maruz kalınan haksızlıktan daha ileri gitmemek. Çünkü bir tokatın karşılığında iki tokat vurmakta dahi mazlumiyetten zalimliğe geçmek gibi bir büyük tehlike vardır. Adaletin işte bu özelliği son derece hassas ve itinalı davranmayı gerektiren bir özelliktir.


Kur’an-ı Kerim, Mekkî âyetlerle sapasağlam tesis ettiği adalet bilincini, Medine döneminde de iktidarın tehlikeleri karşısında uyarıcı âyetlerle tahkim etmiştir. Bu âyetlerin en meşhurlarından biri akraba ve ahbap kayırma, diğeri de vaktiyle kendilerinden zulüm gördükleri kimselerden öc alma imkânı ellerine geçtiğinde haddi aşma tehlikelerine karşı peşin uyarılar içermektedir.


Tihame tepelerinin şakileri, Resulullah’ın bir mektubuyla tevbekâr olup dağdan indiler. Eşkıyayı dağdan indiren ordular değil, silah değil, bir çift sözdü. Çünkü bu sözler, emin ve âdil bir Elçinin sözüydü.


bottom of page