top of page

Tiranlar İçimizde

ÜMİT ŞİMŞEK

Hikâyesini Mart sayımızda anlattığımız Stanford deneyi, hapishane şartlarının bireyler üzerindeki etkisini gün yüzüne çıkarmak amacıyla düzenlendiği için, deney üzerindeki tartışmalar da çoğunlukla hapishane şartlarının ıslahına yönelik konular etrafında cereyan etti. Deneyin gerçekleştiği yıl, Amerikan Senatosunda ekip yöneticisi Dr. Philip Zimbardo’nun bilgisine başvuruldu. Deneyi konu alan televizyon ve sinema filmleri çekildi. Bu arada, insan tabiatının kendi hemcinslerine karşı nasıl zalimleşebildiği konusu da cevap aranan sorular arasında zaman zaman ele alındı.

2004 yılında, ABD’nin Irak işgalinde 7500 kadar Iraklı esiri hapsettiği Ebu Gureyb hapishanesinde yaşanan insanlık dışı olaylar CBS televizyonu tarafından ortaya çıkarılınca, Stanford deneyi tekrar gündeme geldi ve uzun uzadıya tartışıldı.

Ebu Gureyb, Saddam zamanında Bağdat yakınlarına kurulmuş, diktatöre hizmet veren bir işkence yuvası idi. Amerikalılar Irak’ı işgal ettiği zaman burası da el değiştirdi, ancak sektör değiştirmeden aynı istikamette işgalcilere ‘hizmet vermeye’ başladı. Nihayet 2004 yılında yine bir Amerikan kuruluşu olan CBS televizyonu burada tutukluları ‘sorgulanmaya hazır hale getirme’ amacına yönelik şekilde cereyan eden ve çeşit çeşit işkencelerden ırza tecavüze, cinsel saldırılardan sapık ilişkilere zorlamaya kadar uzanan insanlık dışı muameleleri resimleriyle beraber ortaya çıkarınca, ABD yönetimi bunu önce münferit vakalar şeklinde geçiştirmeye çalıştı, daha sonra uluslararası örgütlerin devreye girmesi ve dünya kamuoyunda yaygınlaşan tepkiler üzerine durumu biraz daha ciddiye almak zorunda kaldı.

Askerî yetkililer de burada olup bitenleri ‘birkaç çürük elmanın işi’ olarak tanımlamışlardı. Fakat gardiyan rolündeki gençlerin iki gün içinde nasıl bir ruh haline büründüğünü gözleriyle gören Dr. Philip Zimbardo bu işin birkaç çürük elmanın değil, elmaların konulduğu çürük fıçıların işi olduğu düşüncesindeydi. Hem Stanford deneyini, hem de Ebu Gureyb rezaletini kapsayacak bir şekilde şöyle diyordu Zimbardo:


Biz insanların kötü şeyler yaptıklarını gördüğümüzde, hemen bunların kötü insanlar olduğu yargısına varıyoruz. Ama Stanford deneyinde biz şunu gördük: Birtakım psikolojik değişkenler var ki, sıradan insanlara hayallerinden bile geçmeyecek işleri yaptırabiliyor. Kuvvetlerin bu kadar aşikâr şekilde dengesiz olduğu hapishaneler, gardiyanların alçakça dürtülerini baskılamak için çok büyük çaba harcanmadığı takdirde, zulüm mekânları haline gelebiliyor. Stanford’da da, Irak’ta da biz iyi fıçılara kötü elma koymadık. İyi elmaları kötü fıçıya doldurduk. Fıçı herşeyi bozuyor.


Deneyde gardiyan rolünü oynayan David Eshelman da Zimbardo ile aynı fikirdeydi. “Ebu Gureyb’de olup bitenlerin resimlerini görür görmez beni bir aşinalık çarptı,” diyordu Eshelman. “Ben oradaydım, daha önce ben de aynı durumda kalmıştım. Orada neler olup bittiğini zihnen biliyordum.”

Newsweek yazarlarından Jeffrey A. Tucker ise “Hiçbirimiz bunun dışında değiliz,” diyordu. “Güçlü iktidar o kadar ifsad edici bir güç ki, en iyi niyetlerin, en dürüst ahlâk eğitiminin, en güçlü inançların, hatta en uysal mizaçların hakkından gelebiliyor.”

Sözün kısası, gerek Stanford deneyi, gerekse Ebu Gureyb mezalimi, İngiliz tarihçisi Lord Acton’un meşhur tesbitini doğruluyordu: “İktidar bozar. Mutlak iktidar mutlaka bozar.”


* * *


Tâbiîn neslinden Abdülmelik bin Mervan, Medine’nin dört büyük fakîhinden biri olarak tanınmıştı. Hz. Osman, Ebû Said el-Hudrî, Ebû Hüreyre, Abdullah bin Ömer, İbni Abbas gibi Peygamberimizin önde gelen sahabilerinden ders almıştı. İlimle meşgul olur, siyasetten uzak durmaya itina gösterirdi. Zühd ve takvâsı ve sürekli ibadetle meşgul olması sebebiyle kendisine ‘mescidin güvercini’ adı konmuştu.

Abdülmelik, babasının öldüğünü ve halife olarak kendisine biat edildiğini öğrendiği sırada Kur’an okumaktaydı. Haberi alınca önündeki Kur’an’ı kapattı ve “Bu seninle son buluşmamızdı” diyerek yerine kaldırdı.

O andan sonrası, Abdülmelik için, mutlak iktidarın mutlak hakimiyeti altında geçen bir hayat idi. İlk icraatlarından biri, ‘halife’ olarak huzurunda konuşulmasını yasaklamak oldu. Huzuruna çıkanları şu sözleriyle karşılıyordu:

“Ben sana birşey sormadan konuşma, beni yalanlama, beni bana anlatmaya kalkışma, bana halkın durumundan söz etme.”


Bir defasında da halka şöyle hitap etmişti:

“Bize takvâ ve salâh tavsiye ediyorsunuz, ama kendiniz bu tavsiyeyi tutmuyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki, bu andan sonra içinizden kim bana takvâdan söz edecek olursa onun kafasını uçuracağım!”


Gerçi Abdülmelik’in döneminde pek çok fetihler gerçekleşti. Devlet işleri düzene girdi. Ülkenin her tarafında yollar, köprüler, camiler yapıldı. Hemen hemen her alanda önemli ilerlemeler kaydedildi—haklar ve özgürlükler alanı hariç! Hatta, bütün ilerlemeler, en küçük bir muhalif düşünceyi kendi iktidarı için tehdit olarak algılayan bir tedhiş politikası altında gerçekleşti. Abdülmelik’in bu konudaki en büyük yardımcısı, âdeta eli kolu ise, meşhur Haccac b. Yusuf idi. Aslında, Ömer b. Abdülaziz’in “Kıyamet gününde bütün milletler habisleriyle yarışacak olsalar, biz Haccac’ımızla hepsini geçeriz” sözleriyle tarif ettiği Haccâc-ı Zalim’i vali tayin ederek devlet yönetimine getiren de bizzat Abdülmelik olmuştu. Daha da ötesi, Haccac’ın eliyle aralarında sahabilerden ve Tâbiîn âlimlerinden isimlerin de bulunduğu nice kimsenin kanına girmekle de doymamış, ölürken Haccac’ı şu sözleriyle oğluna gözü gibi koruyacağı bir miras olarak bırakmıştı: “Haccac’ı gözet ve ona ikramda bulun. O senin kılıcındır; onun aleyhinde konuşulanlara kulak asma. Senin ona olan ihtiyacın, onun sana ihtiyacından daha fazladır.”

Gariptir, bugün Abdülmelik b. Mervan sadece fetihleriyle ve devlet idaresindeki başarılarıyla yad ediliyor. Dökülen kanlar, yapılan işkenceler, ihlâl edilen haklar ise nadiren hatırlanıyor. Hatırlananlar da zaten Haccac’ın günahı! Her zaman olduğu gibi iyilikler lidere, kötülükler etrafındakilere yazılıyor. Fakat gerçek ortada: Mutlak iktidar mutlaka bozuyor!

Ama sadece iktidardaki kişiyi yahut kişileri mi?


* * *


Stanford deneyi, sıradan insanları iki gün içinde birer tiran haline getirmekle kalmamış, daha genel anlamda, insanların kendileri için biçilmiş rollere çabuk intibak ettiklerini ortaya çıkarmıştı. Buna mahkûm rolündeki denekler de dahildi.

Deney süresince yapılan ses ve görüntü kayıtları gösterdi ki, gardiyanlar gibi, mahkûmlar da rollerine hemen ısınıvermişlerdi. Kendi aralarındaki konuşmalarının yüzde 90’ı doğrudan doğruya hapishane hayatı ile ilgili konuları içeriyordu. Hapishane kurallarını, gerçekten mahkûmların menfaati için konulmuş kurallar imiş ve bunları ihlâl etmek kendileri için felâketle sonuçlanacakmış gibi ciddiye almaya başlamışlardı. Hatta problemli durumlarda içlerinden bazıları diğer mahkûmlara karşı gardiyanların tarafını tutuyordu.


Fakat mahkûmlar uysallaştıkça gardiyanlar gaddarlaştı. Çünkü iktidara müptelâ olmuş, bir günün itaat seviyesiyle ertesi gün tatmin olmayacak hale gelmişlerdi.

Gardiyanların gittikçe sertleşen tavırları sonucunda mahkûmlar da gitgide onlara daha fazla bağımlı hale geliyorlar, bunun sonucu olarak bir kısım mahkûmlar gardiyanları memnun etmek için vesileler arıyor, hatta bu uğurda birbirleri hakkında yalanlar uyduruyorlardı.


Tercüme edecek olursak: Mutlak iktidar mutlak surette bozuyor, ama bunu yalnız başına değil, kölelerin yardımıyla yapıyor.

Hatta şunu da büyük bir rahatlıkla söyleyebiliriz: Kölelerin efendilerine olan ihtiyacından daha büyük bir ihtiyaçla efendiler kölelerine muhtaçtır (Abdülmelik-Haccac ilişkisinde olduğu gibi).


Çünkü köleler efendisiz kaldığında da yaşamanın bir yolunu bulabilirler, ama efendiler efendi olmak ve efendi kalmak için her zaman kölelere muhtaçtır. Bununla beraber, köle olarak yaşamak hukukunu savunmaktan daha kolay geldiği için olsa gerektir ki, köleler ellerindeki bu büyük güçten habersiz şekilde yaşamaya devam ederler. Ünlü düşünür Henry David Thoreau’yu şaşırtan da işte budur:


Piramitlere gelince, onlarda hayret uyandıracak tek bir taraf var. O da, Nil’de boğulup da cesedi köpeklere yem olduğu takdirde çok daha mantıklı ve insancıl bir işe yarayacağında şüphe olmayan muhteris bir budalaya mezar inşa etmek için çalışacak bu kadar çok sayıda aşağılanmış insanın bulunabilmesidir.


Thoreau, muhteris bir budalaya hizmet edenleri suçlamakta haksız değildi. Kur’ân Firavun ile beraber ona itaat eden kavmini de suçlamış ve kıyamet gününde onunla aynı âkıbeti paylaşacaklarını haber vermişti:

Biz Musa’yı da âyetlerimizle ve apaçık bir delille gönderdik. Onu Firavun’a ve kavminin ileri gelenlerine göndermiştik; ama onlar Firavun’un emrine uydular. Oysa Firavun’un emri kimseyi doğru yola çıkarmıyordu. Kıyamet gününde Firavun kavminin önüne düşer ve onları ateşe götürür. Ne kötü bir yerdir girdikleri o yer! Bu dünyada da onlar lânete uğradılar, kıyamet gününde de. Ne kötü bir ikramdır onlara sunulan!


Ne yazık ki, kitleleri peşine düştükleri liderlerle beraber cehenneme sürükleyen sorgusuzca itaat kültürü, tarih boyunca hayatın bir gerçeği olarak insanların yakasını bırakmamıştır, bırakacağa da benzememektedir. Stanford deneyinin hatırlattığı bir başka deney de aynı bulguları veriyor.

Bilim tarihine ‘Milgram deneyi’ olarak geçen bu deney, Yale Üniversitesi psikologlarından Stanley Milgram tarafından 1961 yılından itibaren bir dizi halinde düzenlenmişti. Deneklere bu çalışmanın ‘ceza yoluyla eğitim’ konusunda bir deney olduğu söyleniyordu. Yan odada bulunan ve öğrenci rolünü oynayan bir oyuncuya mikrofonla çeşitli sorular soruluyor; verdiği her yanlış cevap üzerine, denekten, bu öğrenci rolündeki profesyonel tiyatrocuya gittikçe artan dozlarda elektrik vermesi isteniyordu. Her yanlış cevapta dozlar arttıkça tiyatrocunun da inlemeleri, bağırıp çağırmaları, feryatları artıyor; ve tabii ki düğmeye basan denek bütün bunları gerçek sanıyordu. Elektrik şoku veren düğmelere basma emrini ise, otoriteyi temsil eden beyaz önlüklü bir adam veriyordu. Deneyde rol alan 40 deneğin 40’ı da 300 volta kadar bütün düğmelere—ara sıra feryatlar işittiyse de—itirazsız bastı. Üzerinde hayatî tehlike uyarısı bulunan 450 voltluk en son düğmeye gelindiğinde de bu sayıdan çok fazla bir kayıp olmadı. Deneklerin yüzde 65’i (yani 26 tanesi), bir-iki itirazdan sonra dahi olsa, bir insanın sağlığını ciddi şekilde tehlikeye atacak, belki hasta veya sakat bırakacak, belki de kendisini o laboratuvardan bir insanın katili olarak çıkarabilecek düğmeye bastı. Oysa deney öncesinde yapılan anketlere göre bilim adamlarının kanaati, 300 volta kadar çıkabileceklerin yüzde 4’ü, 450 volta kadar çıkacakların ise binde biri bile bulmayacağı yönünde idi.


Daha sonraki yıllarda, farklı sonuçlar alınabileceği ümidiyle çeşitli üniversitelerde bu deney birçok defalar tekrarlandıysa da, değişen fazla birşey olmadı. Vakaların çoğunda emir demiri kesiyor ve insanları hemcinslerine karşı kötülük yapmaya sevk ediyordu. Oranlar da hemen hemen birbiriyle aynı seviyede idi.


* * *


Stanford ve Milgram deneylerinin her ikisi de, insanların içinde yatan ve onları insana lâyık bir hayata kavuşmaktan alıkoyan iki büyük engeli, tartışmaya mahal bırakmayacak bir açıklıkla ortaya çıkarmış bulunuyor. Her ikisi de birbirini tamamlayan bu engellerden birisi ‘haddini bilmemek,’ diğeri de ‘hukukunu bilmemek’ şeklinde tanımlanabilir. Bunlardan birincisi insanı hemcinsleri üzerinde tahakküme sevk ederken, ikincisi insanları kendi içlerinden bir kişi veya zümrenin tahakkümü altına sokmaktadır. Bu cümle, bir bakıma, insanlık tarihinin özeti sayılabilir.


Haddini bilmemek bir cehalettir, lâkin sadece bilgiyle giderilebilecek bir cehalet türü değildir. Çünkü her insan, her an haddinden aşmak için fırsat kollayan bir nefis taşımaktadır. Onun dengelenmesi ve sürekli olarak denge durumunda tutulması, tıpkı kan basıncının veya vücut ısısının dengede tutulması gibi, bir ömür boyu devam etmesi gereken bir süreçtir. Bunun için ise Resulullah’ın şu uyarı ve emirlerini ciddiye almak ve hayatın bütün alanlarında tevillerle esnetmeden uygulamak gerekir: “Kendisi için insanların ayağa kalkmasından hoşlanan kimse Cehennemdeki yerini hazırlasın.” “Dalkavukları gördüğünüzde yüzlerine toprak saçın!”


Hadis kaynaklarının bildirdiğine göre, bir gün bir adam Resulullah’a “Ey seyyidimiz, ey seyyidimizin oğlu, ey en hayırlımız, ey en hayırlımızın oğlu!” diye hitap edecek oldu. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ey insanlar, diyeceğiniz ne ise onu söyleyin ki şeytan sizi kendi hevesinin peşine takmasın.”

On yıl Resulullah’ın hizmetinde bulunan Enes b. Mâlik (r.a.) da diyor ki: “Ashabı için Resulullah’tan (s.a.v.) daha sevgili bir kimse yoktu. Buna rağmen, onu gördüklerinde ayağa kalkmazlardı; çünkü onun bundan hoşlanmadığını biliyorlardı.”


Fakat insanlara sadece bunları öğretip onları nefisleriyle baş başa bırakmanın bu konuda yeterli tedbir teşkil etmeyeceği aşikârdır. Hangi ölçekte olursa olsun insanlar üzerinde söz sahibi olan kişi ve toplulukların hak ve yetkilerini dinamik bir şekilde dengelemek ve haddinden öteye geçmesini önlemek şarttır. Bu da yetki kullananların dışında ve onların üzerinde bir mekanizma tarafından gerçekleştirilebilecek bir iştir ve aynı zamanda toplumun genelini ilgilendiren ciddi bir eğitim işidir. Şûrâ sûresi daha Mekke döneminde iken nazil olmuştu ve bu sûreye adını veren âyet, namazdan hemen sonra ve infaktan önce şûrâyı mü’minlerin en önde gelen özellikleri arasında sayıyordu. Medine döneminde, yenilgiyle sonuçlanan Uhud savaşında da Allah’ın Resulü şûrâ ilkesine uymuş, hatta bu uğurda kendi reyini de terk etmiş, savaşın akabinde nazil olan âyette ise Resulullah yine istişareye devam etmekle emrolunmuştu. Ama bu, dostlar alışverişte görsün şeklinde, istişare eden kimsenin uyup uymamakta serbest bırakılacağı bir istişare değildi. Resulullah, bu âyetin mânâsı kendisinden sorulduğunda, “Rey ehliyle istişare etmek, sonra da onlara tâbi olmak” şeklinde cevap vermiştir. Bunlar apaçık bir şekilde yöneticiyi haddini aşmaktan alıkoymaya yönelik kurallar olduğu halde, daha sonraki istibdat dönemlerinin icbarıyla geliştirilen mesnetsiz ve tekellüflü yorumlarla yöneticiyi dilediği kimseye danışmak ve danıştıktan sonra da kendi dilediğini yapmak hususunda serbest bırakan, ciddiyetten uzak ve suiistimale açık olan anlayış, Allah’ın âyetlerine karşı İsrailoğullarının müstehziyâne tavrını hatırlatmıyor mu?


Yöneten sınıfın haddini bilmesi, had bilmenin bir hakaret aracı olarak kullanıldığı ve herkesin birbirine haddini bildirdiği ilkel topluluklarda değil, herkesin kendi haddiyle beraber hukukunu da bildiği, kendi had ve hukukunu bildiği gibi başkasının had ve hukukunu da bildiği saygılı ve medenî topluluklarda mümkün hale gelir. Yüce Allah, Kitabıyla ve Resulüyle bu eğitimi insanlara verirken, bizzat Kendisine karşı hak kullanmayı da işin en başında öğretmiştir. “Kendi üzerine rahmeti yazdı,” “Mü’minleri kurtarmak üzerimize borç olmuştur,” “Mü’minlere yardım etmek üzerimize borç olmuştur” âyetleri ve “Ben Kendime zulmü haram kıldım, aranızda da haram kıldım” kudsî hadisi bunun apaçık örneğidir. Salih amelin karşılığında cennet vaad etmek de Allah ile kullar arasındaki akdedilen ve her iki tarafın hak ve yükümlülüklerini içeren bir sözleşmeden başka nedir? Allah’ın kullar üzerindeki hakkını ‘başka hiçbir şeyi ortak koşmadan sadece Allah’a kulluk etmek,’ buna riayet eden kulların—sarih lâfızlarla—Allah üzerindeki hakkını ise ‘onlara azap etmemek’ şeklinde açıklayan hadis-i şerif de bu hukuk eğitiminin temel dersleri arasındadır. Bu derslerin çok iyi çalışılması icap eder. Aksi takdirde insan, Allah’ın kendisine bahşettiği hukukun değerini bilemez ve bu hukuku korumakla yükümlü olduğunu da bilemez; hukukunu bilmeyen ve korumayan insanların meydana getirdiği topluluklardan ise hayır beklemek gerçekçi olmaz. Bediüzzaman’ın “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder” sözü her zaman için hatırlanmalıdır.


Son olarak şunu da belirtmeden geçmeyelim: Yönetenlerle yönetilenler arasındaki had ve hukuk meselesi sadece bu iki sınıf arasında kalsaydı, çözülmesi hiç şüphesiz çok daha kolay olurdu. Lâkin Stanford deneyinin de ortaya çıkardığı gibi, bu iki sınıf arasında bir de dalkavuklar ve çıkarcılar grubu vardır; iki hafta sonra dağılacak 24 kişilik bir grup içinde bile hemen böyle bir grubun peyda oluvermesi, ihmal edilecek bir bilgi değildir. Onları bir tas yemek mutlu edebiliyordu; ama aynı durumu bir şirket, bir mahalle veya bir ülke çapında düşündüğünüz zaman pasta büyüyecek, pasta ile beraber dalkavuklar ve çıkarcılar zümresi de büyüyecektir.

Bu durumun doğuracağı problemleri aşmanın çaresi, topluluk büyüdükçe yönetimde şeffaflığı ve denetimi arttırmaktır. Bu, sanılanın aksine, itibarı da arttırır: tıpkı Hz. Ömer örneğinde olduğu gibi. Sıradan bir adamın kendisine herkesin içinde ona “Sırtındaki kumaşın nereden geldiğini açıklamadıkça sana itaat etmiyoruz” diye hitap edebilmiş ve cevabını da oracıkta ciddiyetle alabilmiş olması, o gün Hz. Ömer’in itibarını zayi etmediği gibi, ondört asır sonra hâlâ ona itibar kazandırmaya devam ediyor.

bottom of page