top of page

BAĞ

Murat Kuru

Yemin olsun duhaya (kuşluk vaktine)

ve sükûna erdiği zaman geceye!

Rabbin seni ne terk etti, ne de sana darıldı!

Duha Suresi, 1-3


Ünlü varoluşçu psikiyatrist Victor Frankl Anlam İstenci (The Will to Meaning) isimli kitabında bir kadını anlatır. Kadın, gecenin üçünde telefonla kendisini arar ve intihar etmeye kararlı olduğunu söyler. Ancak bu konu ile ilgili onun neler diyebileceğini de merak ettiğini belirtir. Frankl, kadına kararının yanlış olduğunu anlatan ve hayata yönlendiren bir konuşma yapar. Yarım saat kadar süren bu konuşmadan sonra kadın intihardan vazgeçer ve sizi ziyarete geleceğim diye söz verir.


Victor Frankl, onu ziyaret amacıyla hastaneye geldiğinde kadına kendisini intihardan vazgeçiren sözlerin ve düşüncelerin neler olduğunu sorar. Kadının cevabı ‘hiçbiri’ olur. Konuşmaların içeriğini hatırlamıyordur bile. Onu intihar etmekten vazgeçiren şey, gecenin bir yarısı uykusundan uyandırdığı kişinin rahatsız olduğunu hissettirmek ve sinirlenmek yerine, sabırla ve anlayışla onu dinlemesi, kendisiyle yarım saat kadar konuşmasıdır. Kadın, böyle bir olayın yaşandığı bir dünyayı yaşanmaya değer görmüştür.


Hepimiz geçmişimize baktığımızda, ayaklarımızı yerden kesip sevinçten havalara uçuran ya da canımızı hiç olmadığı kadar acıtan ve üzen olayların hep bir ilişki bağlamında yaşandığını fark ederiz. Kazandığımız ya da kaybettiğimiz para, aldığımız ya da alamadığımız terfi, başardığımız ya da başaramadığımız bir sınav değildir bizi derinden etkileyen, yoğun mutluluk ya da mutsuzluklara, sevinç ya da üzüntülere gark eden. Söylenmiş ya da söylenmemiş bir söz, yapılmış ya da yapılmamış bir davranış, yerine getirilmiş ya da getirilmemiş bir ahit, gelinmiş ya da gelinmemiş bir ziyaret, edilmiş ya da edilmemiş bir telefon görüşmesi, yanımızda durulmuş ya da durulmamış bir tutumdur en derin hatıralar bırakan. Hasılı en unutulmazlarımız, ilişkiler ve o ilişkilerin içinde yaşananlardır.

Varoluşumuzun ontolojik başlangıcı gibi dünya başlangıcı dahi hep ilişkiyledir. Farsça’da ‘sohbet meclisi’ anlamına gelen bezm kelimesiyle Arapça’da ‘ben değil miyim’ manasındaki fiil elestüden oluşan bezm-i elest ile, yani “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” hitabının yapıldığı ve ruhların da ‘evet’ diye cevap verdikleri meclisle başlamıştır varoluşumuz. Bir meclisle, bir toplulukla, bir ilişkiyle... Ve dünyaya dahi ilk düştüğümüz an yine bir ilişkidir. Annemizin korunaklı, yumuşak ve sıcak rahminde başlar ilk yolculuk. Doğarız ve yine bir ilişkiye muhtacızdır. Annemizin şefkatli ve merhametli kucağı olmasa hayat boyu ısıtamayacağımız bir soğuğa maruz kalırız.


Araştırmalar gösteriyor ki, beynimiz hep bağ ve bağlantı kuracak şekilde yapılanmıştır. Başkalarıyla bağlantı ve ilişki kurma ihtiyacımız en az yeme içme ve barınma ihtiyacımız kadar önemli ve vazgeçilmezdir. Yapılan yeni çalışmalar ve keşfedilen yeni bulgular Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini yeniden düşünmemiz ve sorgulamamız gerektiğini gösteriyor. İlişkisizliğe ve bir bağ(lar)ın yokluğuna yeme-içme ve barınmadan bile daha duyarlıyız; ve bağlara ve ilişkilere onlardan daha çok ihtiyaç duyuyoruz. Daha çok kapitalizme hizmet eden bu hiyerarşinin sıralamasını değiştirmenin zamanı geldi de geçiyor bile. Belki de kaybolan bağlan, yitirilen ilişkiler yüzünden bu raddede yeme-içme telaşımız ve barınma kaygımız.

Karnımıza yumruk yemiş gibi canımızı yakan bir sözün acısı, gerçek yumruktan daha ızdıraplıdır. Kalbimizin kırıkları, maddi kırıklarımızdan daha çok canımızı yakar. Aynı şekilde güzel bir sözün, ince ve düşünceli bir davranışın, sevgilinin bakışının içimizde uçuşturduğu kelebeklerin neşe ve sevincini yaşatacak bir uçuş yoktur. Nasıl bir ağacın büyüyüp serpilmesi, yeşillenip çiçeklenip meyveye durması köklerinin toprakla ne kadar geniş ve derin bağ ve bağlantı kurmasına bağlıysa, insanlığımız ve hayatımızın gelişimi ve tekamülü de çevremizle kuracağımız bağ ve bağlantılara bağlıdır. Kesilen her bir bağımız, yitirdiğimiz her bir bağlantı, köklerini yitiren bir ağacın kuruması ve solması gibi soldurur hayatımızı. Tarihte Robinson Crusoe, Hay bin Yakzan gibi tek, yalnız başına yaşama ve gelişmenin ihtimalini sorgulayan kitapların, Ebu Zer (r.a.) gibi toplumdan, insan ve ilişkiden uzak yaşayan kişilerin örnekleri olsa da, bunlar genel değil özel, kural değil istisnadır.


İnsan için asıl ve vazgeçilmez olan bir toplum ve toplulukta yaşamak, bağlar ve ilişkilerle gelişmek, tekâmül etmektir. Gerek Çavusesku döneminde Romanya yetimhanelerinde gerekli ilgi ve şefkatten, ihtiyaç duydukları bağlardan mahrum şekilde büyüyen çocuklardan, gerek Harlow’un yavru maymunları annelerinden ayırdığı deneylerinden, gerekse 2005 yılı gibi yakın bir zamanda fark edilen yedi yaşına kadar güneş ışığı ve hiçbir insan görmeden karanlıkta tutulmuş Danielle Crockett vakasından biliyoruz ki, hayata boş bir levha gibi değil, beklentilerle dolu olarak geliyoruz. En büyük beklenti ve ihtiyaç ise bağ kurmak, iletişimde olmak ve deneyim yaşamaktır. Bu olmadığında bebeklerin gelişimlerinin sekteye uğradığı, sağlıklı insan ilişkileri geliştiremediği, kendi içlerine kapandıkları, konuşmalarının içeriğinin zayıf kaldığı, duygularını tanıyamadıkları ve anlamlandıramadıkları görülmüştür. Halbuki bu çocukların karınları doyurulmuş, barınacakları bir binada büyütülmüşlerdir. Bağ kurma ihtiyacımız, büyüdüğümüzde de devam ediyor; bağlarımız ve ilişkilerimizle sağlıklı kalabiliyor, kemalimizi bulabiliyoruz. Bugün bilmekteyiz ki, yalnızlık öldürücüdür. Özellikle sevdiklerimizden ve sevgi beklediklerimizden uzak iken…


Peygamber Efendimizi (a.s.m.) hayatında en fazla üzen durum da bu olmuştur: Rabbinin, en sevgilisinin terk etme ihtimali, bağının ve bağlantısının kesilme tehlikesi. Hayatının en zor yılı olan Hüzün Yılının en zorlu anlarında Hz. Hatice annemizin ve amcası Ebu Talib’in vefatı, Taif’te taşlanması, hor ve hakir görülmesi, kan revan içinde kalması değildir onu en çok üzen. En büyük korkusu ve endişesi Rabbiyle bağına bir halel gelmesidir. Taif’ten taşlanarak kovulduğunda, “Ey Rabbim! Benim üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, eğer senin bana karşı bir kırgınlığından ve öfkenden dolayı değilse; çektiğim bu sıkıntıya hiç aldırış etmem ve hepsine tahammül ederim” diye dua ve nida etmektedir.

Hayat, sevinçler ve mutluluklar kadar, belki daha fazla acı, sıkıntı ve eziyetlerle âlûdedir. Zorluk ve acıları kolaylaştıracak, neşe ve sevinçlerimizi arttıracak olan bağlarımızdır. Verilmeyi bekleyen selamımızı vermenin, söylenmeyi bekleyen güzel sözleri söylemenin, yapılmamış aramayı yapmanın, unutulmuş hatırlamaları gerçekleştirmenin, telafi edilmeyi bekleyen terk etmeleri buluşmalarla iyileştirmenin, yapılması gereken tesellileri yapmanın zamanıdır şimdi. Bunu her şeyden önce kendimiz için yapmanın zamanı. Çünkü bağlarımız kadar hayattarız ve hayat bağlarımızdadır.

Öyleyse;

Yol açık, yola çıkalım.



bottom of page