top of page

Dietrich Bonhoeffer: Aptallığın Teorisi

MUSTAFA H. KURT

Ahlaki bir toplumun nihai sınavı,

çocuklarına nasıl bir dünya bıraktığıdır.

Dietrich Bonhoeffer


“Önemli olan hayatın uzunluğu değil, nasıl yaşandığıdır” der Martin Luther King. Kısa ömrünü nice uzun ömürlüye nasip olmayan erdemli gayretlerle doldurmuş nadir kişilikler, sanırım herşeyden önce King’in bu sözünü doğruluyorlar.

Alman teolog ve aktivist Dietrich Bonhoeffer’in kısa ömründe sergilediği yoğun gayretin ve mücadelenin şaşırtıcı tonu, tam olarak bu sınıftan bir öyküdür işte. Beliren büyük bir zulüm ve akıl tutulması karşısında gözünü kapamayan, cesareti ve zekayı kuşanarak kendi değerleri uğruna elini taşın altıyla buluşturan nadir kişiliklerden birinin öyküsüdür bu…

4 Şubat 1906’da psikiyatrist ve nörolog bir baba ile öğretmen bir annenin altıncı çocuğu olarak bugün Polonya sınırları içinde yer alan Breslau (Wroclaw)’da doğan Bonhoeffer, dönemin şartlarıyla değerlendirildiğinde, üst sınıfa mensup bir ailede büyüdü. Taşındıkları Berlin’de eğitimine devam ederken 1918 yılında büyük kardeşinin ölümüyle büyük bir sarsıntı yaşadı. Bu durum, onu oldukça zorlandığı sonsuzluk ve ölüm konuları üzerine henüz erken yaşlarda eğilmeye sevk edecekti. Böylece daha ortaöğretim çağında din ile alakalı okumalar yapmaya başladı. Lise eğitiminin ardından meslek tercihinde Protestan teolojisine karar vermesine ailesi şaşırsa da, kendisine destek vermekten geri durmadılar. Sıkça felsefe derslerine de katıldığı üniversite eğitimini Berlin, Tübingen ve Roma’da tamamlamasının ardından, 1927’de Berlin’de doktorasını da aldı ve önce Barcelona’da, ardından New York’ta din ve eğitim alanında görev üstlendi. Amerika’da kaldığı bir yıl süresince bir yandan 1929’daki küresel ekonomik krizin, yani Büyük Buhranın özellikle Afrikalı-Amerikalı cemaati üzerindeki etkilerine şahit olurken, Harlem’deki fakir kilise cemaatlerinde doğal ve pratik sosyal hizmetlerin gerekleri konusunda önemli tecrübeler edindi. Bu sürecin Bonhoeffer’in düşünce ve aksiyon hayatında bıraktığı en önemli iz ise, daha önce suskun kalmayı tercih ettiği siyaset ve barış konularını, özellikle savaş karşıtı pasifist düşüncelerin de etkisiyle artık ciddi biçimde ele almaya başlaması oldu.


Almanya’ya dönüşü sonrası 1931’de Berlin Üniversitesinde din ve felsefe dersleri vermeye başlayan Bonhoeffer, hem derslerine dua ile başlaması, hem de Nasyonal Sosyalizmin—yani Nazizmin—yükselişi gibi güncel olaylar hakkındaki duruşuyla, öğrencilerini olduğu kadar diğer öğretim görevlilerini de şaşırtmaktaydı. Örneğin, bir meslektaşıyla birlikte içinde ‘kutsal savaşa karşı’ ve ‘barış için dua’ gibi mesajların da yer aldığı yeni bir ilmihal çalışmasında bulundu. Ayrıca, yaklaşmakta olan savaşın ‘kendilerini vahiyden uzaklaştıracağı için, daha fazla savaş olmaması yönündeki ilahi buyruktan dolayı’ gayrimeşru ilan edilmesi gerektiği düşüncesindeydi. Bonhoeffer bu süreçte Berlin’in işçi sınıfının yaşadığı Wedding semtindeki sorunlu gençlerle ilgili hizmet faaliyetlerine katıldı. İşsizlere iş bulabilmek için, daha sonra Nazilerce kapatılacak olan bir gençlik derneği kurdu.


NAZİLERLE VE REJİM DESTEKÇİSİ KİLİSEYLE MÜCADELESİ


30 Ocak 1933’te Nazilerin iktidara gelişini coşkuyla karşılayan Protestan cemaatinin aksine, Bonhoeffer ve ailesi durumdan oldukça rahatsızdı. Nitekim bu iktidar değişiminin henüz ikinci gününde, şansölyenin yetkilerinin hukukun üstünlüğü ve halkın refahı ile sınırlandırılmasını talep ettiği “Lider Kavramındaki Değişiklikler” adlı ünlü radyo konferansını verdi:


“Lider, yetkisiyle ilgili sınırlamanın sorumlu bir şekilde farkında olmalıdır. [...] Gerçek lider takipçilerini kendi kişiliğinin otoritesinden uzaklaştırarak kanunların gerçek otoritesinin tanınmasına yönlendirmelidir. Kendilerini putlaştıran liderler ve makamlar, Tanrı ile alay ederler.”


Bonhoeffer’in radyonun kapatılması ile sonuçlanan bu konuşması aceleci bir muhalefet değildi kuşkusuz. Zira Nazilerin gerçek yüzüne, örneğin Yahudilere uyguladıkları zulmün sonuçlarına, öncelikle Yahudi kökenli tanıdıkları üzerinden en başından beri şahit olmaktaydı. Böylece, giderek koyulaşan bu zulüm ve Almanya’da olan bitenler hakkında önce bir dostu aracılığıyla New York Yahudi cemaati liderini bilgilendirdi. Ardından “Yahudi Sorunundan Önce Kilise” başlıklı bir makale yayınlayarak, özellikle Protestan Kilisesini bu zulme ses çıkarmamakla eleştirdi. Bu konuda, “Haç ve Gamalı Haç” başlıklı çalışmasıyla, Nazilerin ırk ideolojisi ile Hıristiyan inancı arasındaki ilişkiyi ele alan—dostu Heinrich Vogel ile birlikte—ilk Protestan ilahiyatçı oldu. Bu cesur eleştirilerinde lafı dolandırmıyor, örneğin Yahudi karşıtı bir doktrin olan ve ‘seçilmiş İsrail halkı yerine bu hakkın artık Tanrı’nın yeni halkı olarak Kiliseye geçtiğini savunan’ geleneksel ‘ikame teolojisini’ dahi eleştirmekten geri durmuyordu: “İsa’nın Kilisesinde, onu çarmıha geren ‘seçilmiş halk’ın, uzun bir ızdırap içerisinde onun ızdırabının lânetini taşıması gerektiği düşüncesi asla kaybolmadı.”

Bu gibi eleştirileriyle bir yandan hukukun üstünlüğünü ortadan kaldıran devlet politikalarını hedefe koyarken, diğer yandan yaşanan gelişmeler karşısında kilisenin de uyması gereken bazı görevleri olduğunu ilan etmekteydi: Kilise devlete, eylemlerinin meşru devlet eylemi olarak kabul edilip edilemeyeceğini bildirmek zorundadır... Kilise, Hıristiyan cemaatine ait olmasalar bile, her topluluktan mağdurlara kayıtsız şartsız ilgi göstermelidir, vb.

Ne var ki Bonhoeffer’in bu fikirleri ve talepleri, değerlendirilmeleri için toplanmasını istediği ‘Protestan konseyi’ndeki bazı dinleyiciler açısından, ‘Yahudiler için mücadele verecek Mesih’in takipçileri’ fikri kadar yabancı fikirlerdi. Bu yüzden de onun düşünce ve talepleri, konseyin kimi katılımcılarının protesto için salonu terk etmeleri suretinde bir karşılık buldu. Bu nedenle Bonhoeffer, ilerleyen süreçte bu fikirlerinin kendi cemaatinde de izole kalacağını fark ederek, Nazi rejimine karşı kilise dışı askerî direnişte yer almanın doğru olacağına karar verdi. Bu kararında, Nazi ideolojisi ile Hıristiyanlık arasında bir sentez oluşturmaya çalışan Protestan din adamı Ludwig Müller’in ‘Kilise bilirkişisi’ olarak atanmasının etkisini de yadsımamak gerekir.


Bonhoeffer daha sonra Sofya’da bir kilise toplantısına katılarak buradaki yabancı ülke temsilcilerine Almanya’da olup bitenlerin içyüzü ve gidişatı hakkında bilgiler verdi. Peşisıra gittiği Londra’daki Alman cemaatinin Alman resmî propagandasından etkilenmesi karşısında hayal kırıklığına uğrayarak, bir dostuna yazdığı mektupta, bu durumdan dolayı ‘Alman Hıristiyanlara ait bir kilisede artık duramayacağını, hatta görüşleri nedeniyle arkadaş çevresinde dahi tecrit edileceğine inandığını’ yazacaktı. Zaman onu bu öngörüsünde haklı çıkarsa da, Nazilere karşı olduğu gibi ülkesindeki gidişatta rejimin destekçisi konumuna gelen Kiliseye karşı aktif bir şekilde mücadeleye devam etti.

1939’da tekrar gittiği Londra’da evrensel Hıristiyan kiliselerini Nasyonal Sosyalistlerin, yani Nazilerin devam eden savaş hazırlıklarına karşı harekete geçmeye ikna etmeye çalıştı. Çünkü hayatı belirleyen bir tutum olarak gördüğü iman, ona göre artık kişinin iç dünyasında kalan bâtınî bir dindarlıkla sınırlı kalamaz ve de geçmiş zamanların dünya görüşüne dayanamazdı. “Eylem, uçuşan düşüncelerle değil, sorumluluk almaya hazır olmakla ortaya çıkar” diyordu Bonhoeffer. Aynı yıl ABD’ye ikinci bir daveti kabul etti, ancak Harlem’de bir kilise görevi alarak orada kalması talebini reddedecekti. Zira yaklaşan savaştaki yerinin ülkesinde ve rejime karşı direnişte olması gerektiğini görmüştü. Onbeş gün kaldıktan sonra New York’tan tekrar Almanya’ya dönüş gerekçesini, onun gibi totalitarizm karşıtı düşünceleriyle tanınan Amerikalı Protestan ilahiyatçı Reinhold Niebuhr’a yazdığı bir mektupta şöyle açıklıyordu: “Bu dönemin güçlüklerini halkımla paylaşmazsam, savaştan sonra Almanya’da Hıristiyan hayatının yeniden kuruluşuna katılma hakkını kaybederim.” Bir Hıristiyan din adamı ve düşünür olarak toplum nezdinde sözünün muteber kalması, Almanya’da yaşamaya devam edip, ideolojileri için dini de kullanan Nazilerin işlediği zulüm ve haksızlıklara karşı tavır ortaya koyabilmesine bağlıydı ona göre…

Mart 1940’da döndüğü Almanya’da önce konuşma yapması, bir yıl sonra da yazı yazması yasaklandı. İşte bu süreçte, ailesinin evinde tanıştığı ve içlerinde üst rütbeli askerlerin de bulunduğu bir direniş çemberine katıldı. Ona göre inanan bir insanın ‘itaat görevi, yetkililer onu doğrudan ilahi emri ihlal etmeye zorlayana kadar kendisini bağlayabilir’di. Bu gruptan yetkililerin desteğiyle resmen atandığı askerî istihbarat görevi sırasında direnişçilere önemli bilgiler sağlayan Bonhoeffer, söz konusu askerî-politik direniş grubuna bağlılığını 1943’te tutuklanana kadar sürdürecekti.


1943 yılı başında Bonhoeffer, Nazilere karşı direnişin son on yılı hakkında “On Yılın ardından” başlıklı incelemesini kaleme aldı. Şiddeti destekleyen bir toplumdaki fertlerin perspektifinden cesaret, dürüstlük, tabandan bakış gibi konuları ele aldığı bu incelemede, ‘insanların çoğunun yalnızca kendi deneyimleri yoluyla bilgi sahibi oldukları gerçeğini’ hesaba katmanın önemine özellikle dikkat çekmiştir.

Mart 1943’te Hitler’e düzenlenen birkaç başarısız suikast denemesinin ardından yürütülen soruşturmalarda, Bonhoeffer de, Naziler tarafından suikastçılarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle tutuklandı ve 9 Nisan 1945’te Adolf Hitler’in açık emriyle Flossenbürg toplama kampında idam edildi. Öldüğünde otuzdokuz yaşındaydı.

Bütün dünyayı kana bulayan olaylar zincirini tetikleyen Nazi yönetimi, onun idamından sonra ancak iki hafta daha ayakta kalabildi. Milyonlarca insanın canına kasdettiği gibi, Bonhoeffer’in de ölüm emrini imzalayan Hitler ise, aynı ay içinde, Nisan’ın son gününde intihar ederek hayatına son verecekti.


BONHOEFFER’İN ‘APTALLIK TEORİSİ’


Ailesine ve dostlarına hapishaneden yazmayı başardığı mektuplarında Bonhoeffer, ‘şairler ve düşünürler ülkesi’ olarak bilinen ülkesindeki insanların büyük çoğunluğunun nasıl olup da bir ‘korkaklar ve suçlular topluluğuna’ dönüştüğüyle ilgili derin sorgulamalara girişecekti. Bu sorgulamalar sonucunda ulaştığı sonuç, sorunun temelinin ‘kötülük’ değil, ‘aptallık’ olduğuydu. Üstelik ona göre bu aptallık, iyilik için, kötülükten çok daha tehlikeli bir düşmandı. Çünkü “Kötülüğü güç kullanarak engellemek mümkünken, bizler aptallığa karşı savunmasızız” diyordu. “Bu noktada ne protestolar, ne de güç kullanımı birşey ifade ediyor. Deliller, sağır kulaklarla muhatap oluyor.”

Bonhoeffer, bu anlamda aptal bir kişinin önyargısıyla çelişen gerçeklere, sırf bu önyargıyla çelişiyor diye, kolayca inanılmaması gerektiğini de söyler. Çünkü böyle bir hata bizi o gerçekler reddedilemez derecede açık hale geldiklerinde önemsiz veya marjinal diye bir kenara itme yanlışına sürükleyecektir.

Aptal insan tüm bu konularda kayıtsızdır ayrıca. Üstelik kolayca sinirlenir ve saldırdığında da tehlikeli bir güç haline gelir. Bu nedenle, bir aptalla uğraşırken kötü niyetli birine karşı olduğumuzdan daha dikkatli olmak gerekir. Zira aptallığın üstesinden nasıl geleceğimizi bilmek istiyorsak, onun doğasını anlamaya çalışmamız şarttır.


Fakat ona göre şurası kesindir: Sözkonusu ‘aptallık,’ temelde ‘entellektüel’ değil, ‘ahlaki’ bir problemdir. Çünkü bilgi düzeyi son derece iyi olduğu halde yine de aptal olan insanlar olduğu gibi, entellektüel yetersizliğine rağmen aptallıktan hayli uzak kimseler de bulunmaktadır. O yüzden, aptallık doğuştan gelen bir kusur değildir; dolayısıyla insanların belirli koşullar altında aptallaştığını, daha doğrusu bunun başlarına gelmesine izin verdiklerini söylemek mümkündür. Üstelik yalnız yaşayan insanların bu kusuru gösterme ihtimali, grup halinde yaşayanlara göre daha düşüktür. Yani aptallık daha az psikolojik bir problem ve daha ziyade sosyolojik bir problem gibi gözükmektedir.

O halde siyasi ya da dinî olsun, iktidar gücünde gereğinden fazla herhangi bir artışın insanlığın büyük bir kesimine aptallık bulaştırdığı, Nazilerin iktidarı örneğiyle açıkça ortaya çıkmış bir gerçektir. Hem de, bu, sanki ‘birinin gücünün diğerlerinin aptallığına ihtiyaç duyduğunu söyleyen’ sosyolojik ve psikolojik bir yasaymış gibi…


Kısacası, burada işleyen süreç, zekâ gibi insanın her an yanılabilecek belirli donanımlarından biri değildir. Aksine, yükselen gücün ezici etkisi altında insan bu durumda kendi iç bağımsızlığından sıyrılmakta ve az ya da çok bilinçli bir surette özerk konumundan kendisi vazgeçmektedir. Bu yüzden, aptal insanın genellikle inatçı olması dahi onun ‘kendi kaderini tayin etmediği’ gerçeğinden bizi uzaklaştırmamalıdır. Çünkü onunla konuştuğunuzda, neredeyse bir insanla değil, onu ele geçiren sloganlar, sözler ve benzeri şeylerle uğraştığınız hissine kapılırsınız. Böylesi insanlar özünde büyülenmiş, kör edilmiş ve kullanılmışlar demektir. İşte bu şekilde iradesiz bir araç haline gelen aptal, aynı zamanda her türlü kötülüğe de muktedirdir, dahası onun kötü olduğunun farkında dahi değildir.

Bu sebeple, ‘öğretme’ değil, ancak ‘özgürleştirme’ eylemi ile aptallığın üstesinden gelinebilir. Elbette burada gerçek içsel özgürleşmenin çoğu zaman ondan önce gerçekleşecek bir dış özgürleşmeden sonra mümkün olduğu gerçeğiyle yüzleşmek gerekmektedir. O zamana kadar ise, aptal insanı ikna etmeye yönelik tüm girişimlerden vazgeçmek gerekir.

Dietrich Bonhoeffer vicdani bir anlayışla Nazi zulmüne karşı direnişe katıldığı için, ölümünden kısa bir süre sonra ülkesinde ‘şehit olarak’ tanımlanarak onurlandırıldı. Yayınlanan hapishane mektupları, notları ve şiirleri ise, bugün dünya çapında etkiye sahip metinler niteliğinde. Adalet ve barış için mücadeleyi ve kitlesel bir histeriye karşı sivil cesareti teşvik eden ismi, Japonya’dan Brezilya’ya, Güney Afrika’dan Polonya’ya pek çok ülkede, bir örnek şahsiyet, bir rol model, bir nümune-i imtisal, olarak saygı görmeye devam ediyor.

bottom of page