top of page

Olguların Dili


İnsanı rakamlara dövdürmemek


İnsanca bir dünyada yaşamak istiyorsak, hem ‘değer’i sayılar üzerinden ölçen bu dalganın bir parçası olmaya bizzat direnmek gerekiyor.

Bir popüler kültür dalgasının içinde olduğumuz, tartışılmaz bir gerçek. René Guénon’un dikkat çektiği üzere ‘Niceliğin Egemenliği’ çağında yaşıyoruz ve popülizmin yükselişi bu egemenliği daha da pekiştiriyor. Herşeyin değeri, sayılar üzerinden ölçülüyor artık. Bir kitabın kalitesi satış rakamı ve baskı sayısıyla ölçülüyor mesela. Elbisenin, saatin veya telefonun değerini fiyatı, arabanın değerini kaç model ve kaç para olduğu belirliyor. Bir işin ‘iyi bir iş’ olup olmadığı kazandırdığı maaş üzerinden değerlendiriliyor. Bir insanın kalitesini de, aylık veya yıllık gelirinin kaç rakamla ifade edildiğine göre ölçüyor niceleri.


Sosyal medyanın hayatlara nüfuzuyla birlikte, niceliğin egemenliği ve niteliğe galebesi bir adım öteye daha taşınmış durumda. Kişinin değeri sosyal medyadaki takipçi sayısıyla, bir sözün değeri Twitter’da kaç kez beğenildiği ve paylaşıldığıyla, bir konuşmanın değeri Youtube’da ne kadar izlendiğiyle, bir haberin değeri internette kaç tık aldığı ve kaç kişi tarafından okunduğuyla ölçülüyor.

Her yerde, her alanda, her konuda sayılar çıkıyor karşımıza. ‘Değer’lendirme dediğimizde rakamlar uçuşuyor ortalıkta. Sayıdan başka ‘değer’ tanımıyor kimileri. İnsanları rakamlarla ölçmekten öte, neredeyse rakamlarla dövüyor bazıları.

Bu tablonun insan için ayartıcı bir mahiyet taşıdığını söylememek imkânsız. Rakamla, sayılarla değerlendirildiği bir durumda insanların olması gerektiğini düşündüğü yerde durması, rakam üzerinden değer, dolayısıyla da düşük sayılar üzerinden değersizlik izafe edileceğini bildiği halde ‘kendisi gibi’ kalması da, ‘olması gereken’de ısrarcı olması da kolay değil.

İnsanca bir dünyada yaşamak istiyorsak, hem ‘değer’i sayılar üzerinden ölçen bu dalganın bir parçası olmaya bizzat direnmek, bu dalganın ayartıcılığına kapılmamak, rüzgârından etkilenmemek; hem de başka insanları, emeklerini ve değerlerini sayılarla ölçmeye kalkma hastalığının bir parçası olmamak için özel bir gayret göstermek gerekiyor.

İnsan sayılarla ölçülebilir bir ‘değer’ değildir. Sayılar, insanı değerlendirmek için uygun bir kriter değildir.

İnsanı aziz bilelim. İnsanları rakamlarla dövmeyelim. İnsanı sayılara dövdürmeyelim.

Atasözleri mi, hata sözleri mi?


Atalarımıza saygı duyalım, ama hatalarına değil. Atasözlerine sahip çıkalım, ama (h)atasözlerini ayırmak ve ayıklamak şartıyla…


Sıklıkla duyduğumuz bir söylem vardır. Bizim toplumumuzun iyi okumuş yazmış olmasa da, ilim ehli olmasa da irfan ehli olduğuna, bilgin değilse de arif olduğuna dikkat çekilir. Öyle ki, ‘Anadolu irfanı’ diye bir kavramlaştırma dahi vardır.

Gerçek böyle midir? Türkiye toplumu bu noktada gerçekten onu diğer toplumlardan ayıran bir özelliğe mi sahiptir? Anadolu insanında başka diyarların insanında olmayan bir bilgelik damarı mı bulunmaktadır?

Yerleşik söylemin böyle bir iddia içermesine karşılık, böyle bir ayrıştırma yerine, her toplum gibi bizim toplumumuzu da artıları ve eksileri, doğruları ve yanlışları, yetenekleri ve zaafları ile insan gerçeği üzerinden değerlendirmek daha isabetli gözüküyor.


Atasözleri üzerine kısa bir yolculuk dahi, doğrusunun bu olduğunu teyid için yeterli gözüküyor.

Gerçekten bir hikmet, bilgelik ve irfanın tezahürü olan, bir tecrübeden süzüldüğü aşikar olan ve aktarıldığı her nesil için yol gösterici nitelik taşıyan atasözlerine karşılık, aslında (h)atasözü olarak anılmayı hak eden sözler nesilden nesile aktarılıyor çünkü.

Atalardan sudur etmesi, onlardan intikal eden her sözün hikmetli olmasını garanti etmiyor.


Bilakis, sorgulanmayı, eleştiriyi, itirazı ve reddi hak eden sözler var tedavülde.

Mesela, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” Yahut, “Denize düşen yılana sarılır.” Veyahut, “Köprüden geçene kadar ayıya dayı diyeceksin.”

Bu sözlerin, gerçekten bir hakikat içerdiği, insanı ilkeli bir hayata davet ettiği söylenebilir mi? Yoksa bu sözler, ilkeye aldırmaksızın işini görmeyi, çıkarı neyi gerektiriyorsa ona göre yön ve biçim almayı mı önermektedir?

Elbette ikincisi.

Bu sözlerin ilki başkasının acısına veya uğradığı haksızlığa gözünü ve kulağını kapatmış bir ben-merkezciliğin, ikincisi gereğinde katıksız bir oportüniste dönüşmenin, üçüncüsü sonuç alabilmek için inanmadığı bir söylem ve eylem içerisine girmeyi meşru görmenin davetiyesi niteliğinde.

Bu üç örnek de gösteriyor ki, atalardan sâdır oldu diye her söz doğru ve ilkeli olmuyor. Bilakis atalarımız arasında bize katıksız bir oportünizmi, ilkesiz bir çıkarcılığı önerenlerin de bulunduğu anlaşılıyor.

Atalarımıza saygı duyalım, ama hatalarına değil.

Atasözlerine sahip çıkalım, ama (h)atasözlerini ayırmak ve ayıklamak şartıyla…


bottom of page