top of page

Vefa: Önce Biz

MAHMUT KAPLAN


Üniversite yıllarında bir süre aynı evi paylaştığımız bir arkadaşımın telefonunu bir tevafuk sonucu öğrendim ve kendisini aradım. Önce tanıttım kendimi, beraber kaldığımızı söyledim. Beni hatırlayamadı, tanımadı. Çok üzüldüm.


Ben onu unutmamıştım, fakat o beni hatırlamıyordu bile! Aradan elli yıl geçmişti; hayal kırıklığına uğradım, üzüldüm, ne diyeceğimi şaşırdım.


Hatırlamamasında garipsenecek bir durum yoktu oysa. Ben vefasızlığına verip gücendim. Sonra düşündüm, ben onu hiç aramış değildim. Benimki de vefasızlık değil miydi? Ona hak verdim sonra içimden. Bu kez onu itham edişime üzüldüm.



İnsan zamanla unutuyor demek ki...‎ Vefa kelimesi zihnime takılıp durdu.

Sözlükte, sözünde durma, sözünü yerine getirme, dostluğu devam ettirme gibi manalarda kullanılan vefa kelimesini şairler güzel kokuya benzetmişler. Günlük konuşmalarda da sık sık kullanırız bu kelimeyi. Atalarımız, “Bir acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır” demiş. Kırk yıl, dile kolay... ‘Vefalı insan’ deriz bizi hatırlayıp arayana. “Vefa göstermiş, sağolsun” deriz. İnsanımız vefa kelimesini o kadar sevmiş ki, ölümsüzleştirmek, sürekli hatırlatmak için İstanbul’da bir semt adı olarak tescil ettirmiş.


Vefa insan için bir ihtiyaç mı, zaruret mi diye sorulduğunda farklı cevaplar verilebilir. Aslında ihtiyaçla zaruret çoğu kez bir noktada kesişir. Vefa insanî bir özellik, bir haslet; yaşayabilen için büyük bir nimet. Halimizin hatırımızın sorulmasını isteriz. Dostlarımızın, arkadaşlarımızın bizi hatırlamalarını isteriz. Bizden de vefa beklendiğini kimi zaman unutuveririz. Oysa önce bizim vefalı olmamız gerekir.


Binlerce ihtimal arasından bizi insan olarak yaratana, sonra kendimize de vefa göstermeli değil miyiz? Taş, toprak, bitki, hayvan değil de büyük bir lütuf eseri insan olarak yaratıldık. Duygu, düşünce ve bunları ifade edecek dil ile donatıldık. Bütün varlıkların üzerinde bir değerde konumlandırıldık. Bize, ‘varlıkların en şereflisi’ pâyesi verildi. Bu nimete de vefa gerekmez mi?


Önümüze kâinat kitabı açıldı; bakın, okuyun, hikmetini düşünün, sahibine vefa gösterin diye. Ruh penceresinden bu kitabın sayfalarına dalarken yazarını aklımıza getirmek de vefa gereği değil mi? ‎Bir gözetleyici, bir nazır olarak önümüze serilen muhteşem manzaraya bakarken sahibini hatırlamak, yâd etmek vefa gereği değil mi? En önemlisi, ten kafesine ruhu bağışlayıp hayat verene vefa göstermek insan ‎olmanın gereği değil mi?


Vefa çağrışımları daldan dala atlamama sebep oluyor, hoş görün! Vefa sözünde durmak, dostları, dostlukları hatırdan çıkarmamak; ihtiyaç olduğunda değil, hasbî olarak arayıp sormaktır. Günümüz şartlarında daha çok işimiz düştüğünde dostları hatırlar olduk. Oysa irtibat kurmak, hal hatır sormak o kadar kolaylaştı ki, zahmeti, sıkıntısı yok denecek kadar. Ceplerimizdeki telefonun tuşlarına dokunmak kâfi... İndelhâce değil indel-muhabbet; işimiz düştüğü için değil, gönlümüzde oldukları için dostlarımızı, arkadaşlarımızı aramak zamanı değil mi? Aklımıza düştüğü anda tuşlara dokunmak çok mu zor? Bir dost sesi duymaktan, o sesin çağrıştırdığı hayal âlemine yelken açmaktan, hatıralara dalmaktan güzel ne olabilir?


İnsan, önünde çok uzun bir zaman varmış vehmine kapılmaya çok hevesli. Halbuki zaman kısa, sınırlı ve ne zaman nokta konulacağı meçhul! Bugün akla gelip de aramadığı dostun yarın arandığında ulaşılabileceğinden nasıl emin olabilir insan! Bir bakarsınız madeni bir ses kulaklarınızda çınlıyor: “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor!” Bu kadar basit...


Aynı şey bizim için de geçerli; dün geçti, şu an varız. Peki yarın çalan telefona cevap verebilecek miyiz? Meçhul. Bir bilinmezlik içindeyiz.

O halde fırsatı fevt etmeden sevdiklerimizi, dostlarımızı, arkadaşlarımızı arayıp sormayı, vefalı olmayı unutmayalım. Şikâyet etmeyi de bırakalım; önce biz vefalı olalım. Kendi âlemimizde haklı gözüksek de, biz iğneyi kendimize batırıp, Fasîhî gibi, “Ömrümü verip vefa umduklarım bana dünya gibi vefasızlık etti” diye sızlanmayalım:


Nakd-i ‘ömrüm virüp ümmîd-i vefâ itdüklerüm

Bîvefâlık eyledi âhir bana dünyâ gibi



ÖZET


Dün geçti, şu an varız. Peki yarın çalan telefona cevap verebilecek miyiz? Meçhul. O halde sevdiklerimizi, dostlarımızı, arayıp sormayı, vefalı olmayı unutmayalım. Şikâyet etmeyi de bırakalım; önce biz vefalı olalım.


bottom of page