top of page

Ateş Pamuğu Yakar Mı?

MUSTAFA SAİD İŞERİ


Hayatı cesaret de korur, korku da. Korkulmaması gereken durumlarda olabildiğince cesur olmalı. Lakin tehditlerden de ölçülü bir şekilde korkmalı. Cesaret ve korku sanki hayatın gaz ve freni. Hayat yolunda önümüz açık olduğunda aklın rehberliğinde cesaretle ilerlemeli.


Ömrün virajları ve tümseklerinde ise endişe ve korku frenlerini kullanmaktan da çekinmemeli.

İnsan nelerden daha çok korkar?


Elbette bunun toplumlara ve bireylere göre farklı cevapları olabilir. Son dönemde ülkemizdeki bazı saha araştırmalarında bu soruya verilen cevaplarda tabii afetler, sağlık sorunları ve ekonomik krizler ilk sıralarda yer alıyor. Peki tabii afetlerden ve özellikle depremden niçin daha çok korkuyoruz?





Bu sorunun cevabı oldukça girift olsa da, belki de bunun en temel sebebi depremin kitlesel ölüm ve betonların arasında sıkışıp kalma ihtimali gibi bir dehşeti hatırlatmasıdır. Ülke nüfusumuzun büyük bir kısmı deprem riskinin yüksek olduğu bir coğrafyada yaşıyor. İkamet ettiğimiz evlerin önemli bir oranının sağlamlığı konusunda da ciddi endişelerimiz sözkonusu. Bunlar gibi birçok sebebe binaen deprem riskinin yüksek olduğu bir coğrafyada beton yığınları içinde yaşama mecburiyeti endişe ve korkuları arttırıyor. 6 Şubat 2023 depremlerinin yaşattığı dehşetin yanısıra, beklenen bir Marmara depremi bugünlerde—özellikle İstanbul’da—endişe ve korkuları daha da derinleştiriyor.


Gündem deprem olduğunda üzerinde önemle durulan konulardan biri de fay hatları olur. Zira deprem fay kırığından meydana gelir. Yaşam mekânımız olan yerkabuğunun her köşesinde büyük-küçük, aktif-pasif binlerce fay hattı mevcut. Bunlar arasında en büyük ve en tehlikeli fay hatlarının San Andreas ve Büyük Rift Vadisi fay hatları olduğu ifade edilir. ABD’nin batı kıyılarındaki San Andreas fay hattı; Pasifik ve Kuzey Amerika levhalarının arasında yaklaşık 1.200 kilometreden fazla uzunluğuyla dikkat çeker. Afrika’nın doğusundaki Büyük Rift Vadisi fay hattı da Etiyopya’dan Madagaskar Adası’na kadar uzanır ve 6 bin kilometreyi aşar. 6 Şubat depremlerinin kaynağı olan Kuzey Anadolu fay hattı ise dünyanın en diri faylarından biridir.


İnsanın tam olarak bilincinde olmadığı veya önemsemediği birşey var ki, o da en gizemli ve en riskli bir fay hattının ruhunun derinliklerinde bulunmasıdır. Bu manevi/itikadî fay yerkürenin faylarından çok daha tehlikelidir. Zira maddi faylar yetmiş-seksen yıl gibi kısa bir hayatı tehdit ederken, manevi faylar ebedi bir hayatı etkiler. Bu ikisinin, yani yerküredeki ve ruhun derinlerindeki fay hatlarının birbiriyle ilişkili olduğu ise iman bakışıyla anlaşılır. İnsanlık tarihinde tabii afetlerle ikaz edilen nice kavmin (Âd, Semud, Medyen, Eyke gibi) varlığı ilahi kitaplarda ibret için anlatılır. Tabii afetlerin yaratılış hikmetleri insanları ikaz etmekle sınırlı değil; lâkin insanoğlunun imtihanı için kurulan yerküre onun hallerine duyarsız da değil. Ayrıca tabii afetlere yönelik yaklaşım ve tepkilerimiz itikadî fay kırıklarımızı ortaya döker, inançlarımız hakkında da birtakım ipuçları verir. Entellektüel çalışmalardan ve kamuoyu önündeki tartışmalardan özel sohbetlerimize ve iç tefekkürlerimize kadar bu meseleye yaklaşım tarzlarında manevi/itikadî fayların izlerini, belirtilerini biraz dikkat etsek görebiliriz.


Deprem, sel, kuraklık, fırtına ve yangın gibi tabii felaketler ekseriyetle deterministik bir bakış ile anlamlandırılır. Tabii felaketler mekanik tarzda işleyen yerkürenin kontrolsüz durumları şeklinde tasvir edilir. Seküler bir eğitimle zihinleri ve dünya tasavvurları şekillenen bir toplumun bireyi olmayı kabullendiğimizde bu bakış ve anlayış ile yetinmeyi ciddi bir sorun olarak görmeyiz. İnancımızın ve aklımızın gereği olarak bu deterministik yaklaşımı sorgulamaya başladığımızda ise, direkt bilimsel olmamak, hatta bilim karşıtı olmakla suçlanırız. Oysa determinizm eleştirisi yapmama ne bilimselliktir, ne de inancımızın gereğidir. Aksine bu şuursuzluk/gaflet hali sonsuz hayatımızı etkileyen ciddi ve riskli bir itikadî fay hattını işaret eder.


İnsan aklı gerçekleşen olaylar arasındaki bağı keşfederek kâinatta muhteşem bir nizam, bir sistem görür. Peki bu düzenin kaynağı, sebebi, illeti nedir? Buna dair insanoğlunun bilgi arşivinde birçok açıklama, fikir yığılmıştır. Zaman içinde öğreniriz ki, bazan tek bir sebeple açıkladığımızı düşündüğümüz bir sonucun bilmediğimiz pek çok sebebi olabilir. Bu bağlamda kainattaki muhteşem düzenin işleyişine dair iki temel anlayış vardır: determinizm (sebeplilik) ve okasyonalizm (vesilecilik). Determinizme göre sebepler ile sonuçlar arasındaki ilişki bir zorunluluktur. Aynı şartlar altında aynı sebepler aynı sonuçları gerektirir.


Bir makine, bir saat gibi otomatik şekilde işleyen bir sistemin olduğu varsayılır. Bu varlık tasavvurunda faal ve herşeyi kontrol eden bir Yaratıcının varlığı zorunluluk olarak görülmez. Okasyonalizme göre ise bir Yaratıcının haricinde hiçbir sebebe herhangi bir güç verilmez. Sonsuz muktedir bir Yaratıcı; bir düzen ve kanun ile yaratır, ama kendi kanunlarının kesinlikle esiri de değildir. Bütün sebepler biraraya gelseler O istemeden tek bir zerreyi bile yerinden oynatamazlar.


İmam Gazali’nin analojisi ile ifade edildiğinde ateşin pamuğu yakma kudreti yoktur. Allah, ateş ile pamuğu yan yana getirdiğinde (iktiran) aynı anda yanmayı da yaratır. Sebep-sonuç ilişkisinde zorunluluk değil âdetullah (sünnetullah) sözkonusudur. O yaratma tarzını bozmadığı için de bir süreklilik vardır. Allah fail-i muhtardır, yaratıcı sebep (illet-i hakiki) de yalnız O’nun ezelî ilmi, iradesi ve kudretidir. O isterse herşey olur, istemezse hiçbir şey olmaz. O isterse ve hikmeti gerektirirse ateşsiz de pamuğu yakabilir veya ateş ile pamuk yan yana olduğu halde yanma olayını gerçekleştirmeyebilir.


Bediüzzaman Said Nursi’ye göre sebep ile sonuç arasında büyük bir mesafe vardır. Bu mesafe ufuk çizgisinde yer ile gök arasındaki bitmek bilmeyen mesafe gibidir. Buna binaen en büyük bir sebep en küçük ve basit bir sonucu yaratma gücüne bile sahip değildir. Kur’an âyetleri bu kapatılamaz manevi derinliğe dikkat çekerken yaratılış ufkunda esma-i hüsnanın yıldızlar gibi doğuşlarını gösterir.


İmam Gazali ve Eş’arî kelamcılarına göre deterministik yaklaşım Allah’ın kudretini sınırlamak ve mucizeleri imkânsız görmektir. Oysa Kur’an’da zikredildiği üzere Hz. İbrahim (as) ateşe atıldığında mucize eseri olarak ne bedeni ne de elbisesi yanmıştır. Zira Allah ateşe serin ve selametli olmasını emretmiştir (Enbiyâ, 21:69). Mucizeler gösterir ki, bütün fıtratlar ve tabiatlar ilahi kudretin elindedir. Buna binaen mucizelerin varlığı okasyonalizmin, yani sebeplerin yaratıcı etkileri bulunmadığının, maddenin özelliklerinin ezelî olmadığının delilidir.


Hz. Âdem aleyhisselamdan Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselama kadar peygamberler Allah’ın izniyle mucizelere mazhar olmuştur. Mucize, elçisinin doğru sözlü olduğunu Yaratıcının tasdik etmesidir. Ancak peygamberler bile kulluklarının ve ümmetlerine en güzel bir tarzda örnek olmalarının gereği olarak hayatları boyunca yaratılış kanunlarına herkesten daha fazla riayet etmişlerdir. İncil’de (Matta 4:5-7) geçen Hz. İsa (as) ile şeytan arasındaki diyalog bu hakikatin dikkat çekici veciz bir ifadesidir. Şeytan, Hz. İsa’ya (as) yüksek bir yerden kendisini atmasını ve meleklerin onu kurtaracağını iddia eder. Buna karşılık Hz. İsa (as) kulun (peygamber de olsa) asla Rabbini denemeye hakkının olmadığını vurgular.

Düşünce dünyamıza egemen olan varlık âlemini saf mekanik açıklama biçimi Galileo Galilei ve René Descartes ile başlamış ve Isaac Newton’ın Principia’sıyla kemale ermiştir.


Lakin Newton da kütle çekiminin ne olduğuna dair deneysel hiçbir verinin olmadığını ve bu konudaki konuşmaların son tahlilde spekülasyondan öteye geçmediğini kabullenmiştir. Diğer taraftan Batı dünyasında bu mekanik determinizm anlayışını ciddi anlamda eleştiren David Hume gibi düşünürler de ortaya çıkmıştır. Hume’a göre iki olay arasında bir nedensellik bağının kurulması mümkün değildir. Zira tanık olunan sadece bir şeyin diğerinden sonra gelmesinden başka birşey değildir. Bu bağlamda Bertrand Russell’ın “Güneşin yarın sabah doğması gibi en güçlü bekleyişlerimizin bile doğru çıkmasının, doğru çıkmamasından daha muhtemel olduğunu varsaydıracak en küçük bir neden yoktur” cümlesi gerçekten ezber bozucudur.


Netice itibarıyla tabii felaketler birçok hikmetlerinin yanısıra, aynı zamanda insanoğlunun da birçok yönden sınanma anlarıdır. Bu manada insanoğlunun zarar görmesinin asıl kaynağı tabii felaketlerin varlığı değil, yaratılış kanunlarına riayet etmemesi ve fiilî itirazlarıdır.


Bu sınanma durumu maneviyatımız için de geçerlidir. İtikadî fay kırıklarının kaynağı olabilen sebep-sonuç ilişkisine yaklaşımımızda inançlarımız da test edilir. Yaklaşımlarımız Kur’an âyetlerine mutabık olduğu nispette manevi ve ebedi hayatımız sarsıntılardan korunur. Öyle görünüyor ki tabii felaketlerden en basit işlerimize kadar yaratılışı anlamlandırma serüvenimizde itikadımız, ahlakımız, sözlerimiz ve davranışlarımız hassas bir teraziyle tartılır, kaydedilir ve ebediyet diyarında varoluşumuzun asli boyası kılınır. Bu anlamda endişe ve korkularımızın sıralamasını gözden geçirmeye ne dersiniz?



ÖZETLER


İnsanlık tarihinde tabii afetlerle ikaz edilen nice kavmin varlığı ilahi kitaplarda ibret için anlatılır. Tabii afetlerin yaratılış hikmetleri insanları ikaz etmekle sınırlı değil; lâkin insanoğlunun imtihanı için kurulan yerküre onun hallerine duyarsız da değil.


Deprem, sel, kuraklık, fırtına ve yangın gibi tabii felaketler ekseriyetle deterministik bir bakış ile anlamlandırılır. Deterministik yaklaşımı sorgulamak ise, bilimsel olmamak ithamına maruz kalır. Oysa determinizm eleştirisi yapmamak ne bilimselliktir, ne de inancımızın gereği...


Kainattaki muhteşem düzenin işleyişine dair iki temel anlayış vardır: determinizm (sebeplilik) ve okasyonalizm (vesilecilik). Okasyonalizme göre bir Yaratıcının haricinde hiçbir sebebe herhangi bir güç verilmez. Sonsuz muktedir bir Yaratıcı bir düzen ve kanun ile yaratır, ama kendi kanunlarının kesinlikle esiri değildir.


Tabii felaketler, birçok hikmetlerinin yanısıra, aynı zamanda insanoğlunun sınanma anlarıdır. Bu manada insanoğlunun zarar görmesinin asıl kaynağı tabii felaketlerin varlığı değil, yaratılış kanunlarına riayet etmemesi ve fiili itirazlarıdır. Bu sınanma durumu maneviyatımız için de geçerlidir.


Öyle görünüyor ki tabii felaketlerden en basit işlerimize kadar yaratılışı anlamlandırma serüvenimizde itikadımız, ahlakımız, sözlerimiz ve davranışlarımız hassas bir teraziyle tartılıyor, kaydediliyor.


bottom of page