top of page

"Boş Mezar"dan İslam’a Yolculuğum

FRED A. REED


Batıda otobiyografi yazarları arasında yaygın olan tarz, bazan geçmişin derinliklerinde gömülü olan bir acı hadiseyi aramak ve böylelikle de var olan trajediyi açıklamaya çalışmaktır. Ancak bizim ailemiz böyle olaylardan uzak idi. Dertsiz tasasız, mutlu bir çocukluk geçirmiştik. Her şeyi yıkan, çünkü ailemizi tamamıyla paramparça etmişti, Vietnam Savaşı oldu. Tüm saldırı savaşlarında olduğu gibi, bu savaş da doğrudan veya dolaylı şekilde olaya karışan herkesi suçluluk ve kendisine yönelik bir öfke ile lekeleyecek olan bir cürüm girişimiydi. O kadar ki, bu savaş, ona müdahil olanların vicdanlarını “uluslarına karşı vazifeleri” duygusuyla bastırmış haldeydi.


Sonuçta şunu görecektik: Bu savaş, savaşın ardından çok vakit geçmesine rağmen onbinlerce savaş gazisinin ölümüne sebep olmuş, bu arada kardeşimi de öldürmüştü. Savaştan sağ kalanlar üzerinde, ancak çok uzun sürede iyileşecek veya belki de hiç iyileşemeyecek derin duygusal yaralar oluşmuştu. Bu olaylar sanki etrafa şok dalgaları yaymıştı. Bu dalgalar üzerime çöktü ve beni içinde bulunduğum hayatı yeniden gözden geçirmeye, kendimden bile gizlediğim bazı şeyleri sormaya ve sonunda bu sorulara cevap arayışı için bir yolculuğa çıkmaya zorladı. Bu yolculuk beni önce Urfa’ya, ardından Barla’ya ve nihayetinde ise İslam’a ulaştıracaktı.


Şimdi biraz geriye saralım. Orduya mensup bir savaş fotoğrafçısı olarak gördüklerine dayanamayan kardeşimin intihar sonucu ölümü, İran’da yaşanan ve dünyayı sarsan bir olayla aynı ana denk geldi. Bu olay, yaşlı Şiî din adamı Âyetullah Humeynî önderliğindeki büyük halk kitlesinin İran’da Şah Muhammed Rıza Pehlevî’nin despotik yönetimini devirmesiydi. Şaha karşı verilen şiddetli mücadelenin son günlerinde Humeynî İranlılara sokaklara çıkma çağrısında bulunmuş ve onlara neticeyi sadece Allah’ın verebileceğini söylemişti. Milyonlarca insan bu çağrıya kulak verdi ve netice gerçekleşti. Bu neticeyi Allah’ın verdiğinden başka ne düşünebilirdik ki?


Peki o vakitler bir materyalist olan benim için, sonuç neydi, sebepler nelerdi?

Sizin de çok iyi bildiğiniz gibi, hiçbir cehalet, Batının İslam hakkındaki cehaletinin önüne geçemez. Bu önerme 1979-80 yıllarında doğru olduğu gibi, bugün de geçerliliğini koruyor. O zamanın yorumcuları, başlarını bilgece sallayarak İranlı devrimcilerin Orta Çağdan kalma olduklarını söylemişlerdi bize. Şimdi yine aynı yorumcular Orta Çağdan kalma İranlıların yörüngeye uydu fırlatması konusunda bizi uyarıyor ve onları nükleer bomba yapmak istemekle suçluyorlar.

Ancak benim dikkatimi çeken şey, İran devriminin açıkça beyan edilmiş olan amacıydı: Hz. Muhammed’in Asr-ı Saadetine yapılan kültürel atıflarla harmanlanmış radikal bir siyasi program öngören İslamî bir devrim.

Sonrasında, eşimin güçlü desteğiyle birlikte, tam zamanlı işimi bırakarak bağımsız bir gazeteci olarak çalışmaya başladım. O zamanlar, halen de yaşamakta olduğum Montreal’in Fransızca basılan gazetelerinde yazıyordum. Büyük çabanın ardından, meydana gelen olayları bizzat gözlemleyebilmek için Tahran’a bir vize koparabildim.


Bu, İran İslam Cumhuriyeti ile yirmibeş sene sürecek bir ilişkinin başlangıcıydı. İran’a bir gazeteci olarak otuz kez gittim, başka yazarlarla birlikte üç kitaba imza attım, belgesel filmlere ve televizyon programlarına İran’ın siyasi, sosyal ve kültürel gerçekleri hakkında katkılar sağladım.


Şah’ın devrilmesinden kısa bir süre sonra Saddam Hüseyin, bugün İran’a karşı savaş tehditleri savuran ve İran’a bazı yaptırımlar uygulayan Batı koalisyonunun büyük ve iyi dostu olarak, bir ay sonra Tahran’ı da alacağını iddia ederek bu yeni doğmuş İslam devletini işgal etti. Sekiz kanlı yılın ardından, iki taraf İmam Humeynî’ye “zehirli bir kadehten içmiş gibiyim” dedirtecek bir ateşkese vardı. Birkaç ay sonra da Humeynî, büyük ihtimalle kahrından, ölecekti.

Tahminen on milyon İranlıyla birlikte ben de onun cenazeye katıldım. Karizmatik kurucusunun ölümünün ardından acaba şimdi İran’a ne olacaktı? Mirası yaşayacak mıydı? Yahut çoğu devrimde olduğu gibi tam da tersine mi evrilecekti? İran devriminin itici gücü ve ilham kaynağı olan İslam’a ne olacaktı?

Bir gazeteci olarak, İran’da yaşanan hadiselerin komşu ülkeler üzerinde etkilerini de elbette merak ediyordum. İran’ın devrimi ihraç etme gayretleri büyük ölçüde başarısız oldu; sadece Lübnan’da ülkenin baskıya uğramış Şiî cemaati, otuz yıldır ülkenin güneyini işgal eden siyonistleri defedebilecek, iyi organize olmuş, etkili bir direniş hareketi başlatabildi.


Peki ya Türkiye? Türkiye’yi merak ediyordum. Perde arkasında, kendisini sekülerizmin yılmaz savunucu olarak gören bir askerî yapılanma ile yönetilen NATO üyesi bir ülke acaba İran tarzı bir devrim için aday olabilir miydi?


* * *


1990’ların başlarında, Balkanlar üzerine bir kitap çalışması yapmak üzere kendimi Yunanistan’da buldum. Orada, Yunanlıların “Doğu Trakya” (East Thrace) dedikleri Batı Trakya’da yer alan Türk azınlığın mensuplarıyla tanıştım. Bir kısmının İstanbul’da akrabaları ve dostları vardı. Onlara Türkiye’deki dinî ve siyasî dinamiklerin İran’dakiyle ortak yanlarının olup olamayacağını sorduğumda bana güldüler. Cevapları, beni hayal kırıklığına uğratsa bile, merakımı daha da fazla uyandırmış oldu.


Bana ayrıca henüz nasıl başlayacağımı bilemediğim bir kitap çalışması için, Türkiye’ye vardığımda arayabileceğim kişilerin telefon numaralarını verdiler. 1996 yılının güzel bir bahar gününde İstanbul’a vardığımda, onları aramak için sabırsızlanıyordum. Bir çay davetinden diğerine, bir Türk kahvesinden bir başkasına, bir öğle yemeğinden bir diğerine derken, kendileri için Said Nursî’nin tarihte geçen bir isimden fazlası olduğunu kısa süre içinde fark edeceğim birçok insanla görüştüm.


Aynı zamanda, Türkiye’de İran’a benzer bir şeyler bulma çabalarım kısa sürede şunu ortaya çıkardı: Böyle bir şey ne şimdi, ne de sonra olacaktı. Evet, Türkiye’nin doğusunda, Kürtlerin yoğun olduğu bazı bölgelerde PKK’nın öncülük ettiği, şiddet içerikli milliyetçi bir hareket vardı. Evet, bazı Türk istihbarat birimleri tarafından manipüle de edilebilen küçük, marjinal İslamcı radikal gruplar da vardı. Fakat ortada seküler Türk devletine karşı bariz herhangi bir tehdit yoktu.

Çok geçmeden, bir grup dindar entellektüelle tanıştım. Tam olarak nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Herhalde bir aracı beni onlara yönlendirmişti. Hafif bir öğle yemeğinin ardından, çay için küçük bir odaya geçtik. Orada bulunanlardan biri, kitaplıktan bir fotoğraf çıkardı ve bana gösterdi. Fotoğrafta mağrur bir şekilde bir sandalyeye oturmuş bir Osmanlı subayı ve etrafında yere çömelmiş basit kıyafetleriyle bir grup köylü bulunuyordu. “O zamandan bu yana pek de bir şey değişmedi” dedi bu kişi acıklı bir tebessümle.

Mesajı aldım; aynı zamanda bir de dost kazandım.

Aynı görüşmede, ev sahiplerim daha evvel de duyduğum bir ismi zikrettiler: Said Nursî. Bana, Said Nursî’nin fotoğraftaki subayın temsil ettiği herşeye karşı yıllarca muhkem bir şekilde durduğunu ve bunun bedelini hayatını sürgünde geçirerek ve defalarca zehirlenerek acı bir şekilde ödediğini söylediler. Orada öğrendiklerim sadece bundan ibaret değildi. O uzun çileli hayatında Said Nursî’nin Kur’an âyetleri üzerine yorumlardan ve birtakım mektuplardan oluşan koca bir külliyatı, Risale-i Nur’u yazdığını öğrendim.

Bu görüşmede duyduklarım merakımı celbetmişti. Aslında Türkiye’ye, ülkenin tarihine dair alışılagelmiş Batı-merkezli görüşlerle gelmiştim: dinden Avrupa tarzı sekülerizme doğru kesintisiz ve “açık fikirli” bir ilerleme. Şimdi ise bu anlatı su almaya başlamıştı.


Gazetecilik mesleği olayların hükûmetler ve/ya maddi menfaatler tarafından ileri sürülen “resmî yorum”larına hiçbir zaman inanmamayı bana öğretmişti. Tecrübeten öğrenmiştim ki, propaganda bulutlarıyla çevrilmiş yalanlar çoğu zaman fark edilmezler. Acaba Türkiye tarihinin “resmî yorum”u da böyle olabilir miydi? Yüzeyin altında gizlenen başka bir anlatı da olabilir miydi?

Said Nursî hakkında birkaç hafta içerisinde öğrendiklerim aslında vâkıanın tam da bu olduğunu anlamamı sağladı. Ardından, Kanada’ya elimde Şükran Vahide’nin yazmış olduğu Bediüzzaman biyografisi ile döndüm ve kısa süre içinde kitabı okuduktan sonra o gizli hikâyenin kilidini açacak anahtarın Said Nursî’nin hayatında saklı olduğunu keşfettiğimi anladım.

Böylelikle, aynı yılın sonbaharında, Anadolu boyunca kâh uçakla kâh otobüsle yolculuk etmeye başladım. Yolculuğum Erzurum’dan Van’a, Van’dan Bediüzzaman’ın doğduğu köy olan Nurs’a, Diyarbakır’a, oradan Mardin’e ve nihayet Urfa’ya uzanmıştı. Yolda uğradığım her bir durakta Nur talebeleri tarafından karşılandım. Onların mütevazı evlerini paylaştım, gösterişsiz yemeklerinden yedim. Beni sorulara boğmuşlardı, fakat ben daha fazla soruyla onlara karşılık veriyordum. Bu durumda kimin talebe, kimin hoca olduğunu tahmin edebilirsiniz.


Geçmişe dönüp baktığımda hâlen derin tesirini hissettiğim bu yolculuk beni modern Türkiye tarihinde hayatî öneme sahip olayların yaşandığı yerlere götürdü. Said Nursî, Doğu Anadolu’da işgalci Rus ordusuna karşı savaşmış ve Ruslar tarafından esir alınarak Rusya’ya gönderilmişti. Van’da büyüyen Ermeni cemaati milliyetçiliğin çağrısıyla kendinden geçmiş ve bedelini ise acı bir şekilde ödemişti. Çatışma oldukça karmaşık ve ölümcül olmuştu. Yıkıntıların ortasındaydım.

Mihmandarlarım beni Said Nursî’nin sıklıkla tefekkür için gitmeyi âdet edindiği şehre yukarıdan bakan bir yamaca götürdüler. Yine bir gün orada, toprağa bakarken, karıncaları çalışırlarken gözlemişti Nursî. Karıncaların kollektif çabalarında temsilî hükûmetin kollektif ruhuna dair ve Sultanın despotizmini daha şiddetli ve trajik biçimde devam ettiren İttihad ve Terakki rejimine karşı bir delil bulmuştu.


Karıncaların çalışmasına dair bu örnek, aynı zamanda bana Said’in en küçük ve en önemsiz görülen birşeye bakarken dahi hangi gözle baktığını ve o önemsiz şeylerle en yüce ve en ulvî şeyleri nasıl ilişkilendirdiğini öğretmişti. En önemsiz ve küçük olan da. en mühim ve büyük olan da, her unsuru ezelî bir Yaratıcıya işaret eden büyük kâinat kitabının tecellileriydi.

O zamanki ben, yani kaçınılmaz bir şekilde imana doğru yol alan bir inançsız için, bu mesaj oldukça merak uyandırıcıydı. Bu mesaj, hayatı sekülerizmin öğretilerine karşı koymakla geçmiş birini keşfetmemi sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda bana varoluşsal bir muamma hediye ediyordu.


Van’dan güneye, Toros dağlarının derinliklerine, Said Nursî’ye ismini veren Nurs köyüne doğru yola çıktım. İstanbul’dan kültürel, ekonomik ve sosyal olarak daha uzak bir yer hayal etmek çok kolay olmasa gerek. Kayalardan oyulmuş bu köy, içinden bir dere çağlayan geniş bir vadinin derinliklerinde yer alıyordu. Said burada, anne babası ve ilk öğretmenlerince karakterinin ve zihin dünyasının şekillenmesinin yanı sıra, tüm intizamlı vahşiliği ve çeşitliliğiyle kâinatın güzelliğini hayretle izlemeyi öğrenmişti. Sonradan anlayacaktım ki, onun kendine münhasır dünya görüşü burada şekillenecekti: canlı veya cansız en küçük varlıkta, kendi yörüngelerinde seyreden gök cisimlerinin hareketlerinde ve onların da ötesinde insanın algılarının kâinattaki sınırlarını çizen yıldızlarda Yaratıcının yazan elini gören bir nazar...


Askerler gece yolculuğu yasakladıkları için, rehberim ve ben Nurs’tan öğleden sonra ayrılmak zorunda kaldık. Ertesi gün, Tatvan’dan, 1916 yılının başlarında işgalci Rus ordusunun Said Nursî’yi esir aldığı Bitlis’ten geçerek Diyarbakır’a giden bir otobüse bindim. Onu esir edenler kısa sürede onun sıradan bir esir olmadığını anlayacaklardı. Kısa bir süre sonra Rus kumandan onu savaş boyunca kalacağı Sibirya’ya gönderecekti. Burada Volga Nehri’ne bakan küçük bir camide hayatını yeniden gözden geçirmeye başlamıştı Nursî. Sultan Abdulhamid’e dahi muhalefet etmeyi göze alacak denli mücadeleci ve ilham verici hoca gidecek, yerine daha derinlikli bir bilinç ve mücadele ruhuna sahip yeni bir Said ortaya çıkacaktı.


* * *


Sebep-sonuç ilişkilerini nasıl yorumladığımıza bağlı olarak, Said Nursî’nin, yaşadığı olayların—veya doğrudan “kader”in—onun kendi tarifiyle “Eski Said”den “Yeni Said”e dönüşümüne yol açtığını söyleyebiliriz. Esarette geçen iki yılın ve Rus imparatorluğunun çöküşünün ardından Nursî Sibirya’dan kaçarak Almanya üzerinden Türkiye’ye geri döndü. (Burada Almanya’nın, Osmanlı ile Dünya Savaşında müttefik olduğunu hatırlamakta fayda var.)

İstanbul’a döndüğünde, önceki hayatını yoğun bir muhasebeye çekerek tefekküre dalacağı, Boğaziçi’ne bakan yüksek tepelerden birinde bir eve yerleşir Nursî. Doğuda, geleneksel İslam ilimleri müfredatıyla birlikte Batı ilimlerinin de okutulacağı bir eğitim müessesesi kurma projesi çok-uluslu Osmanlı devletinin çöküşüyle beraber suya düşmüştü.

Kendisini eskisi gibi yeniden siyasete girmeye çağıranlara: “Beni dünyaya çağırmayın!” diyordu artık.


Böyle yaparak, büyük bir karmaşanın içerisinde kalan Türkiye Müslümanlarına Müslümanca bir tarz-ı hareket için kritik kurallardan birini ortaya koyuyordu. Şunu hiçbir zaman unutmamamız gerekiyor. İslam devleti yenilmiş ve Müslümanları Kur’an’dan uzaklaştırma niyetlerini asla gizlememiş olan galip devletlerin insafına kalmış durumdaydı. İngiliz, Fransız ve Yunan birlikleri İstanbul’u işgal etmişlerdi ve bu güçler çok daha fazlasını da istiyorlardı. Sadece çok-uluslu bir imparatorluğu parçalamakla kalmayacaklardı. Sykes-Picot Anlaşması’nda Osmanlı devletine yapıldığı gibi, Türkiye’yi de Balkanlaştırmayı planlıyorlardı. Şimdi ise ABD-NATO ittifakı Orta Doğuyu yeniden şekillendirmeye çalışıyor.


* * *


Hikâyemize geri dönelim. İki Nur talebesiyle birlikte Diyarbakır’dan Mardin’e geçtim. Orada genç Said’in minaresinin korkuluğunda dolaştığı, bazılarının dediğine göre İslamcı reformist Cemaleddin Afgani ile tanıştığı Ulu Cami’yi ziyaret ettim.

Yolculukta son durağım Urfa olacaktı, ama ne durak... Şehir merkezinden çok uzak olmayan bir “dershane”ye yerleştim. Neredeyse hiç İngilizce konuşamayan, sadık ve fedakâr bir Nur talebesinin eşliğinde, bu kadim şehrin tam ortasında yer alan mübarek mekânı, Halilürrahman Dergahı’nı keşfe başladım.

Said Nursî, Urfa’ya 1960 yılı Mart’ında gelmişti. Ağır şekilde hastaydı. Burada zamanının en iyisi olan İpek Palas otelinde bir oda tutmuştu ve bu otelin 27 numaralı odasında ertesi gece vefat edecekti.


Bu ufak ve bomboş odada, duvardaki saat hâlâ Said’in vefat ettiği ânı gösteriyor. Bu saat, İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nın altın yaldızlı duvarında asılı, durmuş saatle nasıl da tezat teşkil ediyor...

Ertesi gün cenazesine binlerce insan katıldı. Naaşı, Balıklı Göl’ün yanında mermer bir mezarlık içinde toprağa verildi. Fakat buradaki istirahatı uzun sürmedi. Birkaç ay sonra askerî bir müfreze dergâhı kuşattı, mezarı açtı ve naaşı çıkardı. Askerî bir uçakla bilinmeyen bir yere götürdü.


Bu çelişki karşısında dehşete düşmüştüm! Türk ordusu ölü bir adamın cesedini çıkarmak için silahlı güçlerini seferber ediyordu! Şüphesiz, onun cesedini çalarak hatırasını da yok edebileceklerine inanıyorlardı.

Birkaç ay sonra Barla’yı ziyaret ettiğimde, neden korktuklarını anladım. Çünkü bu sıradan bir adam değildi, hayranlarının daha genç yaşlarında iken verdiği “Bediüzzaman” lakabını hak eden biriydi.


Yeni kurulan Cumhuriyetin seküler yöneticileri, Said’i Barla’ya sürgüne göndererek ondan kurtulacaklarını sanmışlardı. Barla’nın Rum yerlileri, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nı kazanmasının ardından mübadele kapsamında 1923’te buradan sürülmüşlerdi. Burada, daha önce hitap ettiği büyük kalabalıklardan uzakta, Said kendi dünyasını yeniden inşaya koyuldu, yanısıra Türkiye’de İslam’ın muhafaza ve yeniden ihyası ameliyesine girişti. Etrafında, bir elin parmakları kadar ve okuma-yazmayı çok az bilen köy halkı toplanmıştı. İşte sonradan Risale-i Nur’u meydana getirecek risaleleri ve mektupları çok hızlı ve çok iyi organize olmuş bir şekilde bu insanlara yazdırmıştı Said. Diğer köylüler ise, yazılan metinleri istinsah ediyor ve gizlice diğer kasaba ve şehirlere taşıyorlardı. Çok geçmeden, tüm Türkiye’ye yayılan gizli bir Nur posta hizmeti meydana gelecekti.


Barla’nın tabii güzelliği Said’e memleketini hatırlatmış olmalı. Köyün ana caddesi üzerinde bulunan büyük bir çınar ağacına kurulmuş bir platforma ya da yakınlardaki, kuşlarla, güneşle, yıldızlarla ve rüzgârla doğrudan temas kurabileceği Çam dağında bulunan bir ağacın yüksek bir dalına çekilerek, tabiata daha yakın olmanın yollarını arıyordu. Neredeyse herşeyden mahrum olduğu bu halde, büyük bir manevî güç ve zenginliği beraberinde getiren acz ve fakr mesleğini formüle etti.

Dört bir tarafı, Kur’an’ın sürekli işaret ettiği, “kitab-ı kebîr-i kâinât”ın âyetleriyle doluydu. Bu okumalarından hareketle Said, “büyük şeriat”ın, yani fıtratın kurallarının kudret-i ilâhîden bağımsız olarak harici, maddi ve fiziksel bir varlığa sahip olabilecekleri düşüncesine meydan okudu.

Bu önermelerin ve bu metodun, o tarihte hâlâ materyalist olan benim üzerimde meydana getirdiği kümülatif etkiyi tahmin edebilirsiniz. Said Nursî o zamana kadar temel olarak kabul ettiğim tüm bilgilerimi tersyüz etmekle kalmıyor, onlarla alay ediyordu. Sanki bana “Hâlâ görmüyor musun?” der gibiydi.

Barla’yı ziyaret ederek Anadolu’daki dairevî seyahatimi tamamlamıştım. Urfa’da, anlatmak istediğim hikâyenin başlangıcı olan boş mezarı ziyaret ettim. Barla’da ise, Said Nursî’nin esaret ve sürgün hayatında, onun mesajının tam karşılığını buldum.


* * *


Daha derinlere indiğimde, Türkiye’de inancın yeniden canlanışına ve militan sekülerizmin sürekli ve kademeli zayıflayışına şahit oldum. Said Nursî ve talebeleri yalnız değillerdi elbette. Pek çok kişi imanı canlı tutmak adına yasaklara, zulümlere karşı göğüs gerdi. Bazıları, Erbakan gibi, siyasi arenaya atıldı.

Ancak din adına yapılan siyaset, İran İslam devletinin dönüşümünde görüldüğü gibi, büyük tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Sadece dinî hamiyetle yapılan siyaset dahi riskli bir girişim olabiliyor. Mevcut Türk hükümetinin Suriye krizine karşı yaklaşımına ya da Filistin halkının işkencecisi olan İsrail ile olan garip ilişkilerine bakmak bunu anlamak için yeterli olacaktır.

İslam, kişisel ve toplumsal hayatı, halkların hayatları için yol gösterici olacak hareket ve düşünce prensiplerini içinde barındırsa da, siyasi bir doktrin değildir. Bediüzzaman Said Nursî’nin bu ideale çağının ve hatta bugünün Müslüman aydınlarından çok daha fazla yaklaştığına inanıyorum şimdi.

Anadolu’yu gezerken, Said Nursî’yi bir an için olsun görmeye çalıştım. Sanırım o sürekli bir adım önümdeydi benim. Sadece biraz daha hızlanabilsem onu yakalayacakmış gibi hissediyordum. Ancak o sürekli benden önce köşeyi dönüp gizli bir kapı aralığından giriveriyordu sanki. Daima iki—ya da on—adım önde... Hal böyle iken, ben de onu tanımak, ona hayran kalmak, onun karakterine hürmet göstermek ve hayatının ürünü olan Risale-i Nur’u takdir etmek üzere geldiğimi hissettim.

İşte benim Bediüzzaman Said Nursî’yle tanışmam böyle oldu. Tanıştığımızda o yaklaşık kırk yıl önce ölmüş biriydi, yine de hayatlarımız kesişmişti. Yokluğunda dahi, bugün hâlâ beni heyecanlandırmaya devam eden bir enerji ve canlılık ile yanımda hazır hissediyordum onu.


Bugün, ona hayranlık ve gıpta ile bakıyorum. Onda İslam’ın—her ne kadar dine karşı oluşan tehditlerin ehemmiyet derecesine göre bu zaman aralığı daha az veya daha çok olabiliyorsa da—yüzyılda bir dünyayı teşrif edeceği ifade edilen mücedditlerinden birini görüyorum.


Bu tehditlerin niteliği Bediüzzaman’dan bugüne elbette değişti. Said Nursî aşırı küfre karşı imanın bir savunucusu olarak ortaya çıktı. Ancak modern çağ sona erdi. Şimdi kendimizi kâinatta hüküm süren kanunların, doğa bilimlerinin dahi sorgulandığı; düşünce ve değer sistemlerinin ise nihilizmin asit banyosunda çözüldüğü postmodern bir çağda buluyoruz. Bu bakımdan, bizler bugün Said Nursî’nin karşı karşıya kaldığından çok daha büyük bir tehlikeyle yüz yüzeyiz. Onun hâlâ yaşayan mirası hiçliğin zehirli fısıltılarına karşı dik durmamızı, dinin nihai amaçlarını çağımıza uygun bir şekilde yeniden ifadelendirmemizi sağlayacak mı?


Ben bu soruyu tek başıma cevaplayabilecek durumda değilim. Ancak İslam’ın temel kaynaklarında ve Risale-i Nur’da, bunun için elimizden geleni yapmamamızı mazur gösterecek birşey olmadığını söyleyebilirim.




bottom of page