top of page

"Önce İyi İnsan Olmalıyız" | Abdül Süsler | Tahsin Törk


Yalanın hakikatle çatışmasından yola çıkarak, kurmaca ile tiyatro arasındaki ilişkiyi nasıl açıklarsınız?


Yalanla hakikatin dünyanın kurulduğu günden bu yana çatıştığına şahit olunmuştur diye düşünüyorum. Kurmaca ile de sahne arasında bir benzerlik kurulabilir mi, elbette mümkün. Bu da benzer bir çatışmadır ve oyunun dünyasını, karakterlerin varlığını belirler ve dramanın olması gereken çatışmasını var eder.


Seyircinin bir oyunu veya filmi izlerken kendi isteğiyle kurmacaya ortak olduğunu ve bundan estetik bir zevk aldığını düşündüğümüzde, sizce tiyatronun ve sinemanın inanma ve inandırmadaki rolü nedir?


Bizler tiyatroya ya da sinemaya seyirci olarak inanmak düşüncesiyle gideriz yüksek oranda. Ama elbette inanma önyargısıyla girdiğimiz bu dünyalara koşulsuz yaklaşmayız. Burada ilk soruda sorduğunuz kurmaca ortaya düşer. Kurmacanın var ettiği çatışma ne kadar güçlüyse, inanç o kadar güçlü kılınır.


Tiyatro, sinema ve edebiyata uzak duran bir insanın insanı, hayatı, olanı biteni sorgulayabilmesi mümkün mü?


Elbette mümkün olur, ama dünyayı kendi görebildiği pencereden... Ve bilemeyiz o pencerenin kanatlarının ya da çerçevesinin o insana dünyayı ne kadar gösterdiğini. Sanat, bana göre, bizlerin dünyaya açılan pencereleridir. Bizler bu pencereleri ne kadar arttırabilir, çeşitlendirebilirsek, hayatı sorgulama gücümüz de o oranda renklenecek ve çeşitlilik gösterecektir.


Hayatı daha iyi anlamlandırabilme yolunda sizce kurgunun önemi nedir?


Kurguyu hiçbir zaman gerçekten ayrı tutamayız, hatta tutmamalıyız. Bununla ilgili geçmişte çok özel işler yapıldı ve bugün yapılmaya devam ediliyor. Matrix, Inception bunlara iyi birer örnekti. Bahsettiğim gibi, ne kadar iyi bir kurgu, o kadar inandırıcılık; ne kadar inandırıcılık, bir o kadar gerçeklik diyebiliriz.


Hayatın kendisinden yola çıktığımızda sizce tiyatro neleri taklit eder?


Tiyatro tam olarak hayatın kendisini taklit eder elbette ve temel görevi de budur. En ilkel çağlardan günümüze kadar gündelik hayata, sosyo-politik, sosyo-ekonomik olaylara ayna tutmuş, tuttuğu aynaya yansıttığı gerçekleri gerek klasik gerekse epik bir biçimde topluma seyrettirmiştir.


En çok bağ kurduğunuz rolünüz hangisiydi ve bu bağın sebebini nasıl açıklıyorsunuz?


Aslında hep düşündüğüm, hep aynı cevabı aldığım bir soru sanırım bu. Hepsi benim bebeklerim, ben büyüttüm onları; birini diğerinden ayrı tutmam çok zor. Müthiş roller oynadım, hepsini çok sevdim, GOG, Tatar Çölü, bu yıl oynadığım Yüzleşme listemde yukarılarda olabilir belki. Bu üç oyunun da toplumsal hafıza ve gündelik sorunlarla mücadelesi vardı farklı noktalar üzerinden. Lafı olan rolleri seviyorum.


Sahnedeyken seyircinin sizinle kurduğu ilişkiyi nasıl hissediyorsunuz ve bu sizi nasıl etkiliyor?


Oyundan önce kulisten seyircinin sesini, nefesini ve ısısını dinlemeyi hissetmeyi seviyorum, çünkü her akşam farklı bir enerjiyle karşı karşıyasınız. O mücadeleyi oyun başlamadan hissetmeyi seviyorum. Oyun anında da verdiğim eslerle seyirciyi dinlemeyi seviyorum. Salonun sessizliği oyundaki etkinin seyirci üzerinde nasıl bir durumda olduğunu söylüyor bana.


Tiyatroya bir nevi hayatın kulisi diyebilir miyiz? Bu kuliste insan nelere hazırlanır?


Neden olmasın diyebiliriz, tiyatro sizi her türlü sonuca hazırlar; ama oyuncudan çok sanki seyirciyi hazırlar diye düşünüyorum. Biz oyuncular ise oralarda bulunan araçlarız. Çünkü hayatta oynarken değil, seyrederken daha iyi öğrenir ve yorumlarız. Ben biraz daha bu tarafından yaklaşıyorum.


Toplumsal ve güncel meseleleri doğru okumada sizce sanatın etkisi nedir?


Sanat politiktir (siyasi değil), bu çok karıştırılan bir kavram bence. Çünkü sanatın her biri dalı ve bu dalların her bir parçası döneminin belli olaylarına karşı tepki ya da destek olarak doğmuş, bununla birlikte toplulukları yönlendirmiştir.


Tiyatronun önümüze koyduğu aynaya sizce nasıl davranıyoruz? Aynaya bakamayan, gözlerini ısrarla kapatan veya aynayı kırmaya çalışanlara ne dersiniz?


Genel olarak kıymet görmediğine dair bir iddia var elbette, belki yeterli değil ama iyi işler yaptığınızda ben karşılık bulduğuna inanıyorum, hatta defalarca tanık da oldum. Gözlerini iyi şeylere yummayı âdet haline getirmiş insanların gözlerini zorla açamayız; en iyi bildiğimiz yolda yürümeye devam etmek, en iyi bildiğimiz işi yapmak en doğru şey gibi geliyor bana.


“Kabalığı yenmek, katılığı yumuşatmak, hoyratlığı atmak, hödüklükten sıyrılmak, hamlığı olgunlaştırmak, kalınlığı inceltmek, çiğliği pişirmek, sertliği tatlılaştırmak, sivriliği yuvarmak, hırtlığı bırakmak, pürüzleri törpülemek, kiri yıkamak, pası kazımak, çirkinliği güzelleştirmek, dalkavukluktan iğrenmek, çıkarcılıktan arınmak! Eskilerin deyimiyle düşünme, inanma, terbiye, ahlâk, saygı, bakım, vicdan, fazilet, şefkat, utanma, arlanma, haddini bilme, çekinme, acıma, duygulanma, herkese sevgi duyma, ince telli olma, çevreyi hoşgörme, İNSAN OLMA!” Muhsin Ertuğrul kültürü böyle tanımlıyor. Sizce tiyatro ve sinema insan olma yolculuğunda bu tanımın neresinde?


Benim ustam Müşfik Kenter’di, hocalık yolunu da bana açan kişidir. O her zaman önce insan olmaktan bahsederdi, iyi insan ol, oyuncu olursun derdi. Muhsin Bey’in sözlerini destekler nitelikte, değil mi? Toplumu dönüştürebilmek için önce bizlerin dönüşmesi gerekiyor. İnce, zarif, nazik, hırtlıktan uzak iyi insanlar olmak zorundayız. Böylece şunu diyebilirim: Tiyatro tam da bunun için hayatın merkezinde yer almalı, özellikle çocukları küçük yaşlarından itibaren tiyatroyla tanıştırmalıyız.

Bu harika sorular ve beni ağırladığınız için çok teşekkür ederim.


bottom of page