top of page

Kim Kaybetmek İster?

MUSTAFA SAİD İŞERİ


Çocukluğumuz ve gençliğimizdeki oyunlarımızda, özellikle futbolda galibiyete çok önem verirdik. Kazanmak için elimizden geleni ardımıza koymazdık. Hatta sadece galip gelmek de değil, ezici bir üstünlükle oyunu tamamlamayı isterdik. Kazara uğradığımız bir mağlubiyet ise moralimizi bozar, mazeret üretmemize yol açar, ancak azmimizi de tetiklerdi. Yeni sürpriz sonuçlarla karşılaşmamak için ise daha güçlü ve deneyimli bir takım oluşturabilmenin yollarını arardık.


Bir vakit sonra üstün galibiyetler kazanmak da bizi tatmin etmemeye başlamıştı. Mahallemizin yıldızlar karması misali bir takımıyla karşımıza çıkan her rakibi yenebilmeyi bir başarı hikâyesi olarak yeterli görmemeye başlamıştık. Zira asıl maharetin gelecek vaad eden bizden küçük çocukları takımımıza katmak veya onlarla sıfırdan iyi bir takım teşkil etmek olduğunu farketmiştik. Bu yeni takım ile bizden daha güçlü rakiplere karşı direnmekten apayrı bir keyif almaya başlamıştık. Rakiplerimizi başta yenemesek de ezilmemenin, onları şaşırtmanın ve mücadeleci bir oyun sergilemenin övüncü bize yetiyordu. Sürpriz galibiyetler ve bunların sayısının zamanla artması ise cesaretimizin, sabrımızın ve emeklerimizin birer meyvesi oluyordu.


Bu anlayış hayatımın akışındaki tercihlerimde de etkili olmaya başlamıştı. İnsanların emek vermekten kaçtığı meşakkatli işleri üstlenmek, birlikte çalışmak istemediği zorlu karakterlerle işbölümü yapmak ya da deneyimsiz ancak kendini geliştirmeye hevesli gençlerle yeni ekipler kurmak bile isteye tercih ettiğim durumlar olmuştu. Sonuca odaklı anlayışların hâkim olduğu bir dünyada süreçleri de kıymetlendirmenin yollarını arıyor gibiydim. Fakat bu durum basit bir genellemeyle süreç-sonuç odaklılık ikileminde birincisine meyletmek gibi bir tercih de değildi. Aslında bu ikilem de değildi; zira kıymetli olan ne sonuç, ne de süreçti. Farklı açılardan değerlendirildiğinde hem sonucun hem de sürecin kendine mahsus kıymetleri vardı. Neticede asıl kıymetli olan ise bir hedef istikametinde ciddi çaba, güzel niyet, samimiyet, dürüstlük, yetkinlik, özgünlük, özgürlük gibi özelliklere sahip olmak ve bu gibi değerleri inkişaf ettirebilmekti.


Başarının kutsandığı ve başarılı olmak için her yolun mubah görüldüğü bir çağda yaşıyorduk. Ancak eksiklikler, hatalar, başarısızlıklar, mağlubiyetler ve hezimetler de hayatın birer gerçeğiydi. En başta bu gibi durumlar insana sınırlarını gösteriyor ve fıtrat kodlarına dönüşün yolunu açıyor. Aczini, fakrını ve kusurunu göstererek, yaratıcı bir ilah değil, tercihlerinden sorumlu bir ilah muhatabı (muhatab-ı ilâhi) olduğunu farkettiriyor.


Bir başka açıdan ise hayat bir öğrenme süreci ve bu süreçteki her bir zorluk yeni birşey öğrenmenin fırsatını oluşturuyor. “Hiçbir zaman kaybetmem; ya kazanırım ya da öğrenirim” diyen Nelson Mandela bu önemli gerçeğe işaret ediyor.


Aslında insan çoğu kez başarılı olduğu işlerde değil, başarısızlıklarında daha derin ve ezber bozucu bilgiler öğreniyor ve tecrübeler kazanıyor. Ayrıca başarırken nice yitirdiğimiz olduğu gibi, kaybederken de birçok kazancı heybemize dolduruyoruz. “Biz yitire yitire kazandık kendimizi” diyen Nuri Pakdil’e göre, bazı yitirişler insanın kimliğini şekillendirmesine vesile oluyor. Yaşantılarımız, bizi biz kıldığı ve insaniyetimizi kemale erdirdiği oranda kıymet kazanıyor; bu ister mutluluk isterse elem, ister sağlık isterse hastalık, ister zafer isterse hezimet olsun...


İdealist insanlar yüksek hedefleri istikametinde mağlubiyeti de bir tür galibiyet saymıştır. Zira aslolan ne galibiyet, ne de mağlubiyettir; ilahî rızayı kazanmak için insanın elinden geleni en iyi, en doğru ve en duru (ihlaslı) bir tarzda yapmasıdır. Bu istikamette Allah’ın rızasını kazanmak için adım atarken bütün dünyanın alay konusu olmak ya da nefretini celbetmek gibi bir sonuçla karşılaşmak bile bir başarısızlık sayılmayacaktır. Mesela Celaleddin Harezmşah’ın Moğol orduları karşısında tevhid hakikatinden beslenen şu duruşunda önemli bir hayat prensibi mevcuttur: “Ben Allah’ın emriyle cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenab-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek O’nun vazifesidir.”


Hayat prensibi sonuca odaklılık olduğunda insan her şartta başarılı olmak, kazanmak ister. Maksada ulaşmak için ilkelerinden, ahlakından ve hatta dininden tavizlerini bile sorun olarak görmeyebilir. Sürecin kıymeti takdir edildiğinde ise değerleri ve kişiliği yozlaştıran bir galibiyet kazanmak yerine bir yenilgiye rıza gösterilir. Zira hakkı esas alan bir kişi zahiren kaybetse de hakikatte güçlüdür, güce dayanan ise zahirde kazansa da haklı olmayabilir. Ayrıca hakka dayanıldığında yenilgi manevi değil yalnız maddi olur; cisim ezilerek ayaklar altına alınsa bile ruh izzetini koruyarak ayakta kalır. Ruhun hezimet yaşamadığı bir durumda ise gerçek bir başarı, bir zafer için her daim ümitler diri olacaktır.


Sabretme, tevekkül etme ve teslimiyet gibi değerlerin tecrübe edilerek öğrenilmesi ömür boyu gerçekleşen bir süreçtir. Bu öğrenme sürecinin en kalıcı dersleri ise çoğu kez hızlı ve kolay elde edilen başarılar değil, meşakkatli ve ağır bedellerin ödendiği başarısızlıklardır. “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” diyen Sezai Karakoç, başarıya giden bir yolun yenilgi taşlarıyla döşenmiş olabileceğine dikkat çekmiştir.


Nuh aleyhisselamın “Ben mağlup oldum, bana yardım et!” (Kamer 54/10) nidası da bu bağlamda birçok ders içerir. Kavmi arasında çok uzun bir süre tebliğde bulunduğu, birçok eziyete maruz kaldığı ve sınırlı sayıda kişinin kendisine tâbi olduğu bir peygamberdir Nuh aleyhisselam. Ancak herşey bir tarafa bir peygamber için aile efradından eşinin ve bir oğlunun hidayetten mahrum kalışı karşısındaki acziyetten daha büyük bir mağlubiyet olabilir mi?


Özetle denilebilir ki, başarmak için elimizden geleni en iyi ve en doğru bir tarzda yapmamız elzemdir. Başarısızlık istenmez, ama bazı başarısızlıklarda görebildiğimiz ya da göremediğimiz birçok hikmetler vardır. En büyük başarılarımız ve başarısızlıklarımız ise iç dünyamızda yaşanır. Ailemiz, yakınlarımız ve dostlarımız ile ilişkilerimiz hayatımızın dar ama en önemli alanları olarak karşımıza çıkar. Toplum hayatından tüm insanlığa doğru genişleyen geniş dairelerdeki kollektif başarı ya da başarısızlıklardaki payımız ise küçülerek önemsizleşir. Ancak yaygın anlayış tam aksi istikamette olduğundan büyük başarılar ya da başarısızlıklar sıklıkla geniş dairelerde aranır. Halbuki ihlâslı bir kul, hayırlı bir evlat, şefkatli bir ebeveyn, sadık bir eş ve dosdoğru bir arkadaş olmaktan daha büyük bir başarı, bir galibiyet, bir zafer var mıdır?



ÖZETLER


Aslında kıymetli olan ne sonuç, ne de süreçtir. Neticede asıl kıymetli olan bir hedef istikametinde ciddi çaba, güzel niyet, samimiyet, dürüstlük, yetkinlik, özgünlük, özgürlük gibi özelliklere sahip olmak ve bu gibi değerleri inkişaf ettirebilmektir.


Başarının kutsandığı ve başarılı olmak için her yolun mubah görüldüğü bir çağda yaşıyoruz. Ancak eksiklikler, hatalar, başarısızlıklar, mağlubiyetler ve hezimetler de hayatın birer gerçeği. Hayat bir öğrenme süreci ve bu süreçteki her bir zorluk yeni birşey öğrenmenin fırsatını oluşturuyor.


Aslında insan çoğu kez başarılı olduğu işlerde değil, başarısızlıklarında daha derin ve ezber bozucu bilgiler öğreniyor ve tecrübeler kazanıyor. Ayrıca başarırken nice yitirdiğimiz olduğu gibi, kaybederken de birçok kazancı heybemize dolduruyoruz.


Sabretme, tevekkül etme ve teslimiyet gibi değerlerin tecrübe edilerek öğrenilmesi ömür boyu gerçekleşen bir süreçtir. Bu öğrenme sürecinin en kalıcı dersleri ise çoğu kez hızlı ve kolay elde edilen başarılar değil, meşakkatli ve ağır bedellerin ödendiği başarısızlıklardır.


bottom of page