top of page

BÜYÜK YÜZLEŞME Goethe ve mahzun eseri “Batı-Doğu Divanı”

MUSTAFA H. KURT

Tarihin defaatle şahitlik ettiği üzere, bir toplumun farklı kültürlere ait tecrübelerden yararlanabilmesi hem o toplumun sıçramalar yaşayabilmesi, hem de medeniyet dediğimiz olgunun yükselmesi için olmazsa olmaz şartlardan biri.

Hem kendi toplumuna hem de insanlığın kültürel mirasına katkı sağlayabilmiş kişiliklerin önemli bir özelliği tam da burada öne çıkıyor: kendi kültürü için olduğu gibi, farklı, hatta rakip bilinen kültürlere yönelik olarak da farkındalık içerisinde olmak. Dahası, böylelikle o kültürlerin tarihî tecrübeleri arasında köprüler kurmak.

Gelin görün ki, böylesi köprüleri kurabilmek ve ortak kültürel mirasa katkılar sunabilmek, önemli bazı vasıflara sahip olmayı gerektiriyor. Açık fikirlilik, anlama çabası, genellemeciliğe ve önyargılara mesafe, hakikatten yana olmak ve saygılı iletişim bu vasıflardan bazıları.

Bu girizgâhla tarifine çalıştığım özelliklerin bir örneğini Alman, Batı ve dünya edebiyatının en büyük isimlerinden Johann Wolfgang von Goethe ve onun gereğince tanınmamış eseri West-östlicher Divan’ında (Batı-Doğu Divanı) buluyoruz.



HAKİKATİN CESUR YOLCUSU


1749 yılında Frankfurt’ta hukukçu ve siyasetçi bir baba ile metin yazarı bir annenin evladı olarak dünyaya gelen Goethe, annesinden çokça etkilenerek dinlediğini söylediği 1001 Gece Masalları ve İncil kıssalarıyla süslü anlatılardan da anlaşılacağı üzere, edebiyata ilgi duyulan eğitimli bir ailede büyüdü. Onbeş yaşında, babasından ve özel hocalardan aldığı Latince, Yunanca, İtalyanca, Fransızca ve İngilizce derslerinin yanında, Frankfurt’taki Yahudi mahallesinde duyduğu İbranice ve eski Almanca karışımı lehçenin de etkisiyle, kendi isteğiyle İbranice dersleri de almaya başladı. Yıllar sonra, aslında bu dersleri almaktaki öncelikli amacının Eski ve Yeni Ahit’i daha iyi anlamak olduğunu anlatacaktı. Böylelikle ilk dönem şiirlerinde tercih ettiği temaların örneğin Hz. Yusuf’un hayatı üzerine yoğunlaşmasının da gösterdiği üzere, genç Goethe’nin düşünce hayatına tarih ve edebiyatın yanısıra İncil üzerine derinleşme gayesi de yön vermekteydi.

1765’te babasının etkisiyle başladığı Leipzig’deki hukuk eğitimine üç yıl sonra ara vererek Frankfurt’a döndü. Bu dönüşteki belki de tek etken ise, şiire ve edebiyata olan ilgisinin baskın gelmesiydi. Ne var ki, o an bir kayıp gibi gözüken bu terkedişin, birkaç yıl sonra yaşayacağı bir olaydan dolayı, Goethe için oldukça hayırlı bir sonucu olacaktı.



HERDER İLE TANIŞMASI


Frankfurt’ta geçirdiği ağır bir hastalığın ardından üniversite eğitimini tamamlamak için 1770’te Strasbourg’a giden Goethe, burada sonradan özellikle dile ve kültürel göreceliğe yapacağı vurgularla tanınacak olan hümanist düşünür Johann Gottfried Herder (1744-1803) ile tanışır ve kısa zamanda birbirleriyle çok yakın dost olurlar. Herder’in genç Goethe’ye etkisi sadece kendi edebiyat eleştirisini geliştirmesi yolunda ona ilham vermekle sınırlı kalmaz; Goethe’yi entellektüel gelişiminde ve özellikle Doğu, İslam ve Kur’an hakkındaki araştırmalarının derinleşmesinde tam anlamıyla tetikler. Öyle ki, ikisi arasında geçen bir diyalog, Goethe’nin tüm hayatına etki eden hakikat arayışında önemli bir dönemeç olur.

Goethe bir gün Herder’e konuşmalarındaki derinlik ve etkileyiciliğin kaynağını sorduğunda, Herder “Bu sözlerin kaynağını gerçekten merak ediyor musun?” diye sorar. Aldığı olumlu ve ısrarlı cevabın ardından, “İşte o hikmetli cümlelerimin kaynağı!” diyerek, ona Arapça bir kitap gösterir ve ekler: “Eğer Almanların böyle bir kaynak eseri olsaydı, kim bilir ne büyük edebiyatçılar, şairler yetiştirirlerdi de böylece Latince’nin hegemonyası altında kalmamış olurlardı.” Devamında ise Herder bu kitabı Kant’ın sohbetlerinde tanıdığını ve eğer büyük bir şair ve edebiyatçı olmak istiyorsa bu kitabı mutlaka okuması gerektiğini söyler. Bu kitap, Kur’an’dır. Herder Goethe’ye Georg Sale’e ait 1734 tarihli İngilizce mealin Almanca tercümesiyle Kur’an’ı okumasını tavsiye eder.

Herder’in bu tavsiyesine uyan Goethe, böylece Kur’an-ı Kerim hakkında derinlikli araştırmalarına adım atmış olur. Bu anlamda Sale’in mealinin yanısıra Ludovico Maracci’nin Latince, Andre du Ryer’in Fransızca—ve hayatının son yıllarına doğru Joseph von Hammer-Purgstall’ın Almanca—meallerini incelemiş, hatta rahip D. Friedrich Megerlin’in Arapça’dan Almanca’ya ilk doğrudan çeviri olmasına rağmen İslam aleyhtarı fikirlerle dolu mealini dahi tetkik etmiştir. Megerlin’in bu meali onu hayal kırıklığına uğratsa da, Goethe Kur’an’a yönelik entellektüel ilgiyi de aşan anlama çabasını ömrü boyunca sürdürecektir.



KUR’AN’LA İLGİLİ GÖRÜŞLERİ


Strasbourg’dan hukuk doktoru olarak döndükten sonra Frankfurt’ta avukatlığa başlayan Goethe ilmî ve edebî çalışmalarına da devam etmiş, bu çerçevede Frankfurter Gelehrte Anzeigen dergisinde Megerlin’in çevirisine yönelik bir eleştiri kaleme almıştır. Bu önemli makalesinde Kur’an’ın söz konusu çeviride yazılanlarla kıyaslanamayacak kadar yüce fikirlere sahip olduğunu açıkça belirterek, bu konuda iyi bir Almanca mealin ortaya konulması arzusunu dile getirmiş ve ardından da bunu yapacak kişide olması gereken özellikleri şöylece sıralamıştır: “Temennimiz odur ki, Kur’an’ın tamamını kavramaya meyilli, keskin bir zekâya sahip, şair ruhlu bir Alman mütercim günün birinde Doğunun seması altında ve ilahi vahyin geldiği yere kuracağı çadırda Kur’an’ı bir peygamberin ruh hali içerisinde okusa ve tamamını kapsayacak bir ruh ile yeni bir meal oluştursa...”

Aynı yıl (1772) Herder’e yazdığı bir mektupta yer alan şu ifadesi ise, Goethe’nin Kur’an’a yönelik anlama çabasının dönemin alışılageldik Batılı önyargılarından uzak ve hatta kendi duygu ve düşüncelerine renk verir düzeyde olduğunu gösterir niteliktedir: “Musa’nın Kur’an’da dua ettiği gibi dua etmek istiyorum: ‘Rabbim! Göğsümü genişlet!’”

Goethe’nin daha sonraları bir Kadir gecesini kastederek yazdığı, “Kur’an’ın göklerden peygambere indirildiği o kutsal geceyi idrak etmek huşû veriyor” ve “Bu gecede kazanılacak şeyler var” şeklindeki cümleleri de, bir bakıma onun Kur’an’la kurduğu bağın manevî bir niteliğe büründüğünün açık ilanı gibidir.

Bu anlamda, Goethe üzerine eserleriyle tanınan Katharina Mommsen (1925- ) Goethe und der İslam (Goethe ve İslam) adlı eserinde onun Kur’an’la olan bağını irdelerken, ‘Kur’an’da Allah’ın mutlak kudret ve inayetini anlamaları için insanlara defaatle yöneltilen çağrıların’ Goethe’yi oldukça etkilediğini belirtmektedir. Mommsen’in devamındaki sözleri ise bu etkinin bir nedenini izah eder niteliktedir: “Onun, tek olan Allah’ı idrak etmek suretiyle insanın kendisini diğer yaratılmışlardan daha üst seviyeye yükseltmesi gerektiği fikri, Kur’an’da birebir karşılığını buluyordu.”

Büyük eseri Batı-Doğu Divanı’nın daha iyi anlaşılması için kaleme aldığı “Notlar ve Tetkikler” bölümünde ise Goethe, Kur’an’a olan ilgisinin aslında ilmî temellere dayandığını daha da farkedilir tarzda gözler önüne sermektedir. Örneğin Kur’an’ın üslubu hakkındaki fikirlerini açıklama babında Bakara sûresinin ilk âyetini alıntılayıp şu değerlendirmeyi yapar: “Kur’an’ın bütün muhtevası, az ve öz söylemek gerekirse, ikinci sûrenin baş kısmında ifade edilir.” Ve devam eder: “Böylece Kur’an sûre sûre kendini tekrar eder. İman yukarıda, küfür aşağıda konumlandırılır; iman edenlere cennet, inkâr edenlere cehennem öngörülür. Ana gövdesini; emir ve yasakların ayrıntılı biçimde tayini, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin tarihlerinden fevkalâde kıssalar, her türlü dolaylı anlatım, sınırsız sayıda tekrar ifadelerinin oluşturduğu bu kutsal kitap, ona her gittiğimizde önce bizi yorar ve yıldırır, sonra kendisine çeker, hayretlere sevkeder ve nihayetinde kendisine hürmet ettirir.”

İlerleyen satırlarda ise Goethe, yine Kur’an’ın üslubunu merkeze alarak onu şu sözlerle över: “Kur’an’ın üslubu, içeriğine ve hedefine uygun olarak ciddi, yüce, haşyet uyandırıcı ve yer yer hakikaten azametli(dir); böylelikle bir parça diğerini harekete geçirir ve bu kitabın neden bu kadar büyük bir tesir gücüne sahip olduğu anlaşılır. Nitekim onun hakiki hayranları da onu gayrimahluk ve Tanrı gibi ezelî olarak nitelendirmişlerdir.”

Goethe burada değindiği Kur’an’ın kadim veya mahluk oluşuyla ilgili eski kelamî tartışmadaki tarafını Divan’ın bir başka bölümünde ise şu satırlarla açıklığa kavuşturur:


Ob der Koran von Ewigkeit sei?

Darnach frag ich nicht!

Ob der Koran geschaffen sei?

Das weiß ich nicht!

Daß er das Buch der Bücher sei

Glaub ich aus Mosleminen-Pflicht.


Kur’an ezelden mi geliyor?

Bunu sormuyorum

Kur’an yaratıldı mı?

Bunu bilmiyorum;

Onun kitapların kitabı olduğuna,

Müslümanlık vazifesi gereği iman ediyorum.


Ki bu satırlar onun Kur’an’la ilgili konulara vukufiyetine bir delil olduğu kadar, pek çok kişi tarafından bir Müslüman olarak tanımlanmasının da dayanaklarından biri durumundadır.

Bu bağlamda, çok sonraları, 1813’te Weimar askerlerinin İspanya’dan savaş ganimeti olarak getirdikleri Arapça elyazması bir sayfayı onlardan alarak çevirisi için Jena Üniversitesi’nden oryantalist G. Wilhelm Lorsbach’a göndermesi, Goethe’nin Kur’an’a olan ilgisi konusunda ilginç bir anekdottur. Gelen cevapta, sayfada Kur’an’ın son sûresi olan Nâs sûresinden bir parçanın yazılı olduğu—tercümesi de eklenerek—belirtilmektedir. Sayfadan çok etkilenen Goethe, bunun üzerine aynı sayfayı kendi yazısıyla taklit ederek bir kopyasını dahi çıkarmıştır.

Goethe’nin Kur’an’a olan ilgisi onu Arapça hattı ve dili üzerine eğilmeye de sevk etmiştir. 1813’te yazar ve çevirmen J. F. Heinrich Schlosser’e yazdığı bir mektupta “Arapça öğrenmeme çok az kaldı. En azından yazı ve şekillerini mühürlük, tılsım, mühür şeklinde kopya edebilecek kadar alıştırma yapmak istiyorum” diye yazacaktır. Bu anlamda, Cahiliye dönemine ait yedi en meşhur şiiri içeren Muallakât-i Seb’a dahi ilgilendiği metinler arasındadır.

Goethe’nin Kur’an’a olan ilgisi ve Kur’an’la kurduğu bağ hakkında vurgulanması gereken bir diğer çabası ise, onun özellikle L. Maracci’nin Latince mealinden faydalanarak on ayrı sûreye yer verdiği bir Kur’an özeti oluşturmuş olmasıdır. Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, Yûnus, Ra’d, İsrâ, Tâhâ, Ankebût surelerini içeren bu özette, düşünenler için Allah’ın varlığı ve birliği hakkında kâinatta sergilenen delillere ve Hz. Muhammed’in insanlık için yüklendiği göreve değinen âyetlere Goethe’nin özel bir ilgi gösterdiği belirtilmektedir.



HZ. MUHAMMED HAKKINDAKİ YAKLAŞIMI



Goethe, Kur’an’a ve İslam’a yönelik çalışmalarının da etkisiyle bir süre sonra ilgisini Hz. Muhammed aleyhissalâtu vesselamın vazifesi ve şahsiyeti üzerine yoğunlaştırır. 1774’te Göttinger Musenalmanach adlı dergide yayınlanan ve Hz. Ali ile Hz. Fâtıma arasında geçen karşılıklı bir terennüm şeklinde yazdığı “Mahomets Gesang” (Muhammed’in Nağmesi) adlı şiir, onun taslak halinde kalan ve büyük bir tiyatro eseri olarak hazırlığına giriştiği “Mahomet” isimli dramanın bir bölümüdür. Gerek kendisinin verdiği bilgilerden gerekse ölümünden sonra bulunan bazı müsveddelerden anlaşıldığı üzere, bu dramada işlemeyi düşündüğü ana tema ise tevhid akidesidir. Zira yayınlanan sözkonusu şiirde, kayalar arasından doğmuş bir nehre benzetilen Hz. Peygamber aleyhissalatu vesselamın manevî gücünün, kardeşleri olan ırmak ve dereleri de bünyesinde toplayarak okyanusa (Allah’a) ulaşması anlatılmaktadır.

Haziran 1776’da Weimar dükü Karl August’ün davetiyle geldiği Weimar’da kabinede dükün özel temsilciliği görevini kabul eden Goethe, 1779’da Karl August’ün teklifiyle imparator tarafından özel danışmanlığa, 1782’de ise maliye bakanlığına atanmıştı. Goethe Fransız İhtilali ve akabinde patlak veren savaşlar esnasında resmî görevlerine aralıklarla devam etmiş, bu esnada Napolyon ile Rus çarı I. Aleksandr arasında 1808’de Erfurt’ta geçen görüşmeler sırasında Napolyon’la edebiyat ağırlıklı sohbetlerde bulunmuştur. Bu sohbetlerden birinde Napolyon Voltaire’in önyargılar yüklü “Mohamed” adlı eseri için “Bu iyi bir eser değil; dünyaya diz çöktüren bir kişi hakkında öylesine uygunsuz ve yanlış tasvirler yapmak çok yakışıksız ve adi birşey!” demiş, Goethe onun bu yaklaşımından takdirle söz etmiştir.

Ayrıca, bu savaşlar esnasında Almanların müttefiki olan Ruslar Fransızlara karşı taarruza geçince, Rus ordusu içinde savaşan Müslüman askerler Goethe’nin bulunduğu Weimar şehrinde konaklamışlardı. Goethe onlarla dostluk kurarak bazılarını evine de davet edecektir. 1814’te bir dostuna yazdığı mektupta, ‘Muhammed adının anılmasına dahi müsaade edilmeyen o dönemin Avrupa’sında şaşırtıcı bir hadisenin gerçekleştiğini, Weimar’daki Protestan lisesinin salonunda Müslüman konuklarının şimdi topluca namaz kıldıklarını, kendisinin de Başkırt Müslümanlarının bu namazına katıldığını’ yazacaktır.

Tam da burada sanırım şu noktaya dikkat çekmek gerekiyor: Goethe, kilise kurumuna yönelik eleştirilerini dile getirmesi, hatta haçı en sevmediği şeyler arasında sayabilmesi gibi kendi toplumuna yönelik itirazlarına karşılık, hakikatle özdeşleştirdiği İslam’a yönelik olumlu yaklaşımını—mektubunda değindiği üzere—derin önyargıların hüküm sürdüğü bir çevrede göstermiş bir cesur yürektir. Bu yaklaşımını ifadeden ve kaleme dökmekten geri durmaması veya Muhammed ismini korkusuzca telaffuz edebilmesi, onu büyük yapan özelliklerin belki de en kıymetlilerindendir. Nitekim hakikat taliplerine has bu örnek yaklaşımı nedeniyle hayatının çeşitli dönemlerinde o da önyargı ve saldırılara hedef olmuş, örneğin şair ve eleştirmen August Wilhelm Schlegel (1767-1845) tarafından ‘İslam’a dönen bir kafir’ olarak nitelendirilmiştir.



BATI-DOĞU DİVANI


1814 yılına gelindiğinde Goethe, Hâfız-ı Şirazî’nin (ö. 1390) ünlü Osmanlı tarihi müellifi ve oryantalist Joseph von Hammer-Purgstall (1774-1856) tarafından iki yıl önce Almanca’ya çevrilmiş olan Divan’ını (Der Diwan von Mohammed Schemseddin Hafis) okudu. Çok etkilendiği bu eserle birlikte, o tarihe kadar çoğunlukla diğer uğraşılarının gerisinde kalan Doğuya ilgisi Goethe için artık çalışmalarında öncelik kazanacaktı. Öyle ki, aynı yılın Ağustos ayı sonlarında bir dostuna yazdığı mektupta, “Hafız’a yazılan şiirler otuza ulaştı ve kesinlikle genişleyebilecek küçük bir bütünlük oluşturuyorlar” diye yazıyordu. Zaman onu bu öngörüsünde haklı çıkaracak, bu eser vesilesiyle Doğu edebiyatı ve İslam hakkındaki hayranlığı doruğa ulaşarak duygu ve düşüncelerini bu olgunluk döneminde tam da Doğu edebiyatı tarzıyla, bir divan suretinde ifade etmeye sevkedecekti.

Lirik şiirlerini toparladığı ve her birinde Farsça bir başlığın olduğu oniki bölümlü Batı-Doğu Divanı, Goethe’nin son ve pek çok edebiyatçıya göre Faust’tan sonraki en önemli eseridir. Bir ömre yayılan entellektüel birikimiyle Batılı bir düşünürün Doğu şiiri ve İslam kültürü ile önyargılardan uzak biçimde yüzleşmesi, yahut İslamî değerleri saygılı bir dille ve Doğu sanatıyla işleyip Batı kültürüne tanıtma, hatta kazandırma çabası olarak tarif edebileceğimiz Batı-Doğu Divanı, bu çerçevede Goethe’nin İslam’la kurduğu manevî bağın izleriyle dolu bir eserdir. Örneğin Bakara sûresinde geçen “Doğu da, batı da Allah’ındır” mealindeki âyet, bu divanda şöyle ifade edilmiştir:


Gottes ist der Orient!

Gottes ist der Okzident!

Nord-und südliches Gelände

Ruht im Frieden seine Hände


Doğu da Tanrı’nındır!

Batı da Tanrı’nın!

Kuzey ve Güney de

O’nun kudretiyle selamette.


Goethe, Batı-Doğu Divanı’nda İslam’ın en temel ilkesi olan tevhid akidesini de şiirsel üslubuyla sıkça savunmuş, örneğin konuyu Hz. İsa’nın tanrı olmadığı vurgusuyla şu şekilde aktarmıştır:


Jesus fühlte rein und dachte

Nur den Einen Gott im Stillen;

Wer ihn zum Gotte machte

Kränkte seinen heiligen Willen.

Und so muß das Rechte scheinen

Was auch Mahomet gelungen;

Nur durch den Begriff des Einen

Hat er alle Welt bezwungen


İsa samimiyetle hissetti ve düşündü

Huzur içinde, tek olan Tanrı’yı;

İsa’yı Tanrı bilenler

Onun kutsal davasını incitti.

Böylece gerektir hakikatin zuhuru

Muhammed’in de başardığı [gibi];

Ancak Birliğin [tevhidin] kavranışıyla

Fetheyledi tüm dünyayı.


1821’de geçirdiği kalp hastalığına rağmen Goethe, ilmî ve edebî çalışmalarına yine de devam edecekti. Ve 1832’de, verimli bir ömrün nihayetinde, uzun yıllar yaşadığı Weimar’da kalp yetmezliğinden vefat etti. Mezarı aynı şehirdedir.

Bugün hayatı ve Batı-Doğu Divanı ile Goethe; tarihî, edebî ve kültürel değeri yanında, toptancılığa ve önyargılara karşı tam da muhtaç olunan bir örnek şahsiyet niteliğinde.

Ne var ki Goethe’nin İslam’a yaklaşımının ve Batı-Doğu Divanı’nın, taşımış olduğu bu büyük öneme rağmen bugün Batıda, hatta Alman kamuoyunda layığınca öne çıkamamış olmaları da maalesef bir vâkıa. Öyle ki, Goethe und der Koran (Goethe ve Kur’an) kitabının yazarı, edebiyatçı ve teolog Karl-Josef Kuschel’in (1948- ) bu durumun sebepleriyle ilgili düşünceleri, Goethe ve Divan’ı konusunda epey geç kalmış kültürlerin fertleri olarak aslında hepimize birşeyler anlatmakta:


“Çünkü bu [Batı-Doğu Divanı], dinî ve politik yönden meydan okuyan, ama aynı zamanda entellektüel olarak talepkâr da bir mesajdır. Goethe, Kur’an’ın karmaşık dünyasını ve peygamberlerin biyografisini çok yoğun bir şekilde öğrenmişti ve bu konulardaki özel literatürde derinlik kazanmıştı. Doğuyu şiirde eşi olmayan bir genişlik ve derinlikte inceledi. Böylece oniki kitaptan ve üçyüze yakın şiirden oluşan kendi Divan’ını oluşturmuş oldu. Ayrıca, başkalarının kültürüne ne kadar aşina olduğunu açıkça gösterdiği bir düzyazı bölümünü de bu esere ekledi (...) Goethe [Batı kültüründeki] İslam’ı küçümseme geleneğinin farkındaydı. Büyük bir kültüre adalet getirmek için bir iz bırakması gerektiğini de biliyordu. Batı-Doğu Divanı’nın nesir kısmını anlamanın tek yolu budur. (...) Goethe, Alman kültüründeki herhangi biri değil, bir standarttır. Doğu ile Batı arasında, İslam ile Hıristiyanlık arasında örnek bir diyalog çağrısı yapmakla kalmayıp, bunu bizzat kendisi yönettiyse, o zaman elimizde kriterlerimiz var demektir. Bu yüzden kendimize İslam imajımızı sormalıyız: Biz de onun gibi en yüksek bilimsel düzeyde yoğun Kur’an okumaya özen gösterdik mi? Doğu edebiyatı tarihini Goethe’nin bize gösterdiği şekilde düşünüp, tanıdık mı?”


Kuschel’in kendi toplumu için sıraladığı bu hakikatli eleştirileri, belki pek çoğumuzun da kendi veçhesinden yapması gereken eleştiriler olarak okumamız gerekiyor. Öyle ki, içinde nice Goethe ruhlu şahsiyetin bulunabileceği toplumlara yönelik toptan reddiyeci tavırla bazen ne tür hayırlara mâni olduğumuzu, belki bu sayede daha iyi anlayabiliriz…



GOETHE MÜSLÜMAN MIYDI?


Yukarıda da geçtiği üzere, Goethe’nin hayatının çeşitli dönemlerinde veya Divan’ına aldığı kimi satırlarında onun İslam’a yakın olduğu ve ondan da öte Müslüman olduğu şeklinde yorumlanan pek çok ifadesi mevcuttur. Örneğin Divan’ın “Hikmetname” adlı bölümünde geçen şu meşhur dörtlüğü gibi:


Närrisch, daß jeder in seinem Falle

Seine besondere Meynung preißt!

Wenn Islam Gott ergeben heißt,

Im Islam leben und sterben wir alle.


Çılgınlıktır, herkesin her konuda

Kendi görüşünü övmesi!

İslam Tanrı’ya teslim olmaksa

İslam’da yaşayıp İslam’da ölmekteyiz hepimiz de.


Bu konuda belki daha da belirgin bir ifadesi ise, Divan’ın tanıtımı için 1 Şubat 1816’da Augsburger Zeitung gazetesinde yayınlanan yazısında kullandığı, “Bu kitabın yazarı, kendisinin de bir Müslüman olduğu şüphesini reddetmez” şeklindeki ünlü cümlesidir.

İşte tam da burada, her iki ifadenin de kendi bağlamlarında bu sonucu veremeyeceğini söyleyen Katharina Mommsen gibi Goethe araştırmacılarının olduğunu hatırlatarak, bu konuda şu önemli noktayı gözönüne almamız belki daha faydalı olacaktır: Bugün Goethe’nin hangi inanç üzere bu dünyadan ayrıldığı bilgisi yanında, onun yaşarken inançlara, inananlara ve hakikate yaklaşımıyla sergilediği örnekliği de bizim için—belki diğerinden de çok—mühim dersler barındırmaktadır. Zira Goethe’den ve elbette benzeri hayat hikayelerinden alabileceğimiz o dersler sözkonusu olduğunda, o kişinin İslam’a girip girmediği sorusu çoğu zaman ana tema konumuna geçerek bizi o ‘hayatî derslerden’ alıkoyan bir mâni olabiliyor maalesef.

Oysa Goethe’nin insanlık için ortak kültürel mirasa sunduğu katkılar kadar, hatta ondan da önemli bir faydası da, ‘fıtrat dinini’ anlama çabasının—derin taassup ve önyargılar hengamında dahi olsa—hep mümkün olduğunu yüksek perdeden ilan etmiş olması değil midir?

Demem o ki, onun saygı, samimiyet, anlama çabası, hakikatten yanalık ve de önyargılardan uzak bakış açısı ile neredeyse üç asır önce Batı-Doğu Divanı üzerinden başardığı o büyük yüzleşme, kendi aynasıyla yüzleşebilenlerin dahi azaldığı hemen her coğrafyadan pek çok kimse için, bugün tam da kurtarıcı bir örneklik durumunda ve keşfedilmeyi bekliyor...





Kaynakça:

  • Katharina Mommsen, Goethe und der Islam, Frankfurt am Main: Insel-Verlag, 2001.

  • TDV İslâm Ansiklopedisi, “Goethe, Johann Wolfgang von”, c. 14, s. 99-101.

  • Karl-Josef Kuschel, “Hafis & Goethe: Goethe kannte die Tradition der Islamverachtung,” (söyleşi: Bascha Mika), Frankfurter Rundschau, 06.01.2021.

  • Serdar Aslan, “Goethe’nin Kur’an-ı Kerim ile Buluşması,” Theosophia, sy. 2, s.13-25.

  • Melahat Özgü, “Goethe ve Hâfız,” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 4, s. 89-103.

  • Ishrak Kamaluldin, Dialog der Kulturen am Beispiel des “West-Östlichen Divan”, Yüksek Lisans Tezi, Freie Universität Berlin, 2014.

  • Rumiye Arslan, “Goethe’nin Hat Sanatına İlgisi,” Osmanlı’dan Günümüze Kur’an ve Hüsn-i Sanat: Sempozyum Bildiri Metinleri, DİB Yayınları, Amasya 2014.


bottom of page