top of page

Doğu da O’nun, Batı da!

METİN KARABAŞOĞLU

Fatih devri sadrazamlarından Rûmî Mehmet Paşa’nın beşyüz elli yıl önce yaptırdığı bir caminin çevresinde geçti çocukluğum. Evimiz ile bu cami arasında sadece iki ev vardı. Dört yaşından itibaren bu camiye namaz için gitmemin yanında, onun zeytin ağaçlarıyla dolu geniş bahçesi ve yanındaki serin sokak oyun alanıydı biz mahalle çocuklarının...

Kanunî devri sadrazamlarından Lutfi Paşa’nın doğup büyüdüğüm ilçede Aydın valisi iken yaptırdığı cami de hatırası hafızama kazınmış camiler arasında. Okuduğum liseye en yakın cami olarak, özellikle kısa kış günlerinde derslere öğle arası verildiğinde öğle namazını, okul çıkışında ise koşa koşa gidip ikindi namazını kıldığımız camiydi o. Ama bu caminin özellikle o sıralar uzun yaz günlerine denk gelen Ramazan’daki teravihleri unutulur gibi değildi. Caminin imamı Niyazi Hoca kendine has sesiyle her sene Ramazan’ın her günü teravihi Rahmân sûresiyle kıldırırdı. Hafızama, zeytin ağaçlarının sıralandığı avluda iftardan sonra ıslatılarak gündüzden kalma sıcağı giderilmiş taşların üstüne serilmiş sazdan mamul has hasırların üstünde kıldığımız o teravihlerde nakşolmuştu Rahmân sûresinin şu mealdeki âyetleri: “O, iki doğunun Rabbi ve iki batının Rabbidir. O halde Rabbinizin nimetlerini nasıl yalanlarsınız?”


Henüz ilkgençlik yıllarının başında, ondört-onbeş yaşında hafızama nakşolmuş bu âyetler, erken yaşta bu ülkede neredeyse her yerde ve herkesten duyduğumuz siyah-beyaz keskinliğinde bir Doğu-Batı ayrıştırmasının bir derece uzağında ve üstünde tutacaktı zihnimi. Doğunun da, batının da Rabbi O olduğuna göre, doğu ve batıya, birbirinden ayırarak değil, ikisini de kuşatan bir gözle bakmalı diye bir dersi erken yaşta çıkarmıştım bu âyetlerden.

Adaleti, hakkaniyet, insaf ve itidali hayatının merkezî ilkesi haline getirmiş, herşeye bu nazarla bakan, bu adilâne bakışla “Avrupa ikidir” de diyebilen bir mürşidin rehberliğinde âyetten aldığım bu ders epeyce genç bir yaşta bu ülkedeki keskin bir Doğu-Batı ayrışmasına kodlanmış zihniyet dünyasından çekip çıkarmış olsa gerek. Âlemşümûl olmayı, bugünün diliyle konuşursak ‘evrensel’ bakmayı; yeryüzündeki bütün insanları, hangi coğrafyada olursa olsun, aynı Allah’ın kulları olarak aynı öze sahip kişiler olarak görmeyi; Doğu hayranlığı veya düşmanlığı, Batı hayranlığı veya düşmanlığı gibi ifrat ve tefritlerin uzağında durmayı bana ilham eden âyetler idi bunlar. ‘Âyetler idi’ diyorum, çünkü Rahmân sûresinin ardından, aynı dersin başka sûrelerde de verildiğini öğrenmiştim. Meselâ Bakara’yı okurken, “Doğu da, batı da Allah’ındır” âyetini de farketmişti gözlerim. Meâric, Müzzemmil ve Şuarâ; bu sûrelerde de aynı mânâ farklı ifadelerle çıkıyordu karşımıza...

Hızla geçen lise yıllarından sonra üniversite tahsili için esnasında üstlendiğim yarı-zamanlı işte elimden geçen binlerce kitaptan birinin sayfaları arasında Batı-Doğu Divanı üzerine bir makale sayesinde Goethe’yi keşfettiğimde, aynı âyetlerin onun dünyasını etkilediğini ve biçimlendirdiğini görmekle hayret ve sevince sevkedecekti beni. Hâfız-ı Şirazî’nin önce Divan’ından, sonra şahsiyetinden, sonra onun ‘hâfızı’ olduğu Kur’an’dan etkilenen bu büyük edebiyatçı, Hâfız’a bir nazire ve şükrâne olarak yazdığı Batı-Doğu Divanı’nda doğrudan “Doğu da, batı da Allah’ındır” âyetlerinden ilhamla yazdığı mısralara yer verdiği gibi, şunları da söylüyordu:


Wer sich selbst und Andere kennt,

Wird auch hier erkennen:

Orient und Okzident

Sind nicht mehr zu trennen

Sinnig zwischen beiden Welten

Sich zu wiegen, lass ich gelten;

Also zwischen Ost und Westen

Sich bewegen, sei’s zum Besten!


(Kişi biliyorsa kendini ve tanıyorsa başkalarını

Şunu da çok iyi bilir ki;

Ayrılmaz olmuştur artık birbirinden

Doğu ve Batı.

Her iki dünya arasında

Hünerli salınmayı münasip bulurum;

Yani Doğu ile Batı arasında

Hareket etmek en iyisi olmalı!)


Bir ‘Doğulu’ genci bir ‘Batılı’ bilgeyle hemfikir kılan çizgiydi bu. Dahası, her ikisi de Kur’an’ın “Doğu da, batı da Allah’ındır” buyuran, O’nu ‘iki doğunun ve iki batının Rabbi’ olarak tanıtan Kur’an âyetlerinden aldıkları dersle bu noktada buluşuyorlardı.

Buna karşılık, ruhunu ruhuma, fikrini fikrime yakın bulduğum bu ‘Batılı’dan yaklaşık yüz yıl sonra, başka bir Batılı onun söylediğinin tam zıddını söylemişti. Goethe’ye göre, Doğu ve Batı birbirinden ayrılamazdı. Dahası yine ona göre, bir kişinin kendisini ve başkalarını bilip bilmediğini bu ikisini ayırıp ayırmadığına bakarak anlayabilirdiniz. Ama Rudyard Kipling’e göre, tam tersiydi işin doğrusu: “Doğu Doğudur, Batı da Batı. Ve bu ikisi asla biraraya gelemez.” Batı sömürgeciliğinin ve özelde İngiliz emperyalizminin ateşli savunucusu olan, bu uğurda kısmî görme özürlüsü oğlunu bile sonucunu öngöremeyip ölüme göndermiş bulunan Kipling, o günün süper gücü Britanya’nın emperyalizmini sözümona ‘medenîleştirme’ misyonuyla aklamaya çalışan “Beyaz Adamın Yükü” başlıklı şiirin şairi olan Kipling, Goethe’nin tam aksine, böyle diyordu işte: “Doğu Doğudur, Batı da Batı. Ve bu ikisi asla biraraya gelemez.”

Goethe ve Kipling... Coğrafî açıdan bakıldığında, beraberce aynı bütünün unsurları olan ili ‘Avrupalı’ ve ‘Batılı’ şair. Uzaktan Avrupa’ya ve Batıya yekpâre bir bütün olarak bakanlar için, neredeyse birbirinin eşiti. İkisi de hem Avrupalı/Batılı hem de şair. Ama biri Batının üstünlüğüne inanıyor, öteki Batı ve Doğu’yu ayırmadan insanda buluşmanın erdemine. Biri Batının başka ülkeleri, bu arada Doğuyu ve Müslüman topraklarını sömürgeleştirmesini savunmak, buna haklılık atfetmek ve meşrulaştırmak adına “Beyaz Adamın Yükü” şiirini yazmış; öteki Kur’an’dan ve hâfız-ı Kur’an olan Hâfız-ı Şirazî’den ilhamla Batı-Doğu Divanı’nı. Birinin gözünde İslam gerilik sebebi, Müslümanları ondan uzaklaştırarak ‘medenîleştirmek’ gerek; ötekinin dostu Eckermann’a yazdığı mektupta söylediği üzere, “Bu din asla boşa gitmez. Mevcut çeşitli sistemlerimizle biz; ve diyebilirim ki tüm insanlık, bundan daha ileri gidemez.”


Sadece iki Batılı şair, Goethe ve Kipling arasındaki bu açık fark, ‘Batı’ derken tek parça, yekpâre, herşeyi ve herkesi ile ‘biz’e yabancı ve düşman bir bütünü kast edemeyeceğimizi bize açıkça gösteriyor.

Batı derken, Hangi Batı?

Batı dediğimiz şey, içinden Johann Wolfgang von Goethe’nin çıktığı diyar, kültür ve uygarlık mıdır; yoksa içinden Kipling’in çıktığı diyar, kültür ve uygarlık mı? Yoksa ikisinin birden ‘Batılı’ oluşu, bize keskin bir Batı veya Doğu tanımı ve ayrıştırması yapmanın imkânsızlığını mı göstermektedir?

“Batı Goethe’dir” diye bir genellemeye, Kipling’lerin de varlığı müsaade etmiyor, doğru. Ama “Batı Kipling’dir” diye bir genellemeye de Goethe’lerin varlığının mani olması gerekiyor. İkisinin birden ‘Batılı’ olarak varlığı, lehdar veya aleyhtar, yanlısı veya karşıtı olarak Batı hakkında mutlakçı genellemelerin ve toptancı bir tutumun isabetsizliğini gösteriyor.


Sözün kısası, tek bir Batı yok. “Garb husumeti devam etmeli” der ve ‘Avrupa’ya feveran ederken, Bediüzzaman Said Nursi’nin düştüğü “Yanlış anlaşılmasın” kaydı ne kadar da önemli... Bir tarafta, ‘hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi faydalı san’atları ve adalet ve hakkâniyete hizmet eden fünunları takip eden’ birinci Avrupa. Öte tarafta ‘medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa.’ Sıralamada, olumlu bakışın öncelikli olması, insanlığın faydasına olan buluşlar, teknikler ve ürünler ile adalet ve hakkâniyete hizmet eden yolları, yöntemleri, kurumları, ilkeleri geliştiren Avrupa, ‘birinci’si. Bu imkânları kötü yolda kullanan ise, ikinci Avrupa.

Gelin görün ki, yaşadığımız diyarda toplumun önemli bir kesimi, özellikle mütedeyyin kesimi nezdinde Avrupa sadece ‘ikinci’sine indirgenmiş durumda. Herşeyiyle kötü ve herşeyiyle düşman. Bütün kötülüklerin müsebbibi ve kaynağı. Bu ülkede çoklarının gözünde tek bir Batı var, o da ‘ikinci’ Batı.

Böylesi bir toptancılık, Avrupa’yı ve Batıyı Kipling’lerden ibaret görüyor sadece. Bu sebeple, Goethe’lere rastlasa dahi, onların içinde bir ‘gizli Kipling’ arıyor ve suizannı ile aradığı o gizli Kipling’i bulduğunu da sanıyor.

Batıyı yekpare gören bu toptancılığın nazarında, Avrupa’da türemiş herşeyde bir bityeniği olmalı. Avrupa’dan geldiği için demokrasi de kötü, ‘insan hakları’ kavramı da problemli, ‘hukuk devleti’ veya ‘sosyal devlet’ de sorgulanmaya muhtaç. Dahası sert bir bilim ve metodoloji düşmanlığı sözkonusu. ‘Medeniyet’ kelimesiyle anılmayı haketmeyen Batı ‘uygarlığı’nı her yönüyle reddetmek gerekiyor. Ama ne yaman çelişki ki, bütün bu söylemlere dayanak olarak kullanılan atıflara, yöntem ve kavramlara baktığımızda, onların dahi ekserisinin ‘Batıdan ithal’ olduğunu görüyoruz!


Bu anlamda, sözümona topyekûn Batı karşıtlığı üzerinden kendisini ikâme eden tutum, duruş ve anlayışların, paradoksal bir şekilde, ‘Batı’ ve ‘Doğu’ hakkında Kipling’le aynı safa düştükleri görülüyor. Orada Kipling sözümona Batı lehine “Batı ve Doğu asla biraraya gelemez” derken, aynı söz burada sözümona Doğu lehine tekrar ediliyor. Kipling gibilerin “West and the rest” (Batı ve diğer hepsi) dikotomisi içinde Batıyı bütün iyiliklerin ve yalnızca iyiliklerin babası olarak görmelerine karşılık, onların gözünde aynı Batı aynı “West and the rest” dikotomisi içinde bütün kötülüklerin ve yalnızca kötülüklerin anası olarak beliriyor.

Doğuyu ötekileştiren bir oryantalizme karşı, Batıyı külliyen ötekileştiren bir oksidantalizm...


Batının Doğuya nesneleştirerek nazar ettiği oryantalizm ve bu bakışı içselleştirmiş Doğululardaki self-oryantalizm ne kadar problemli ise, bu oksidantalizm de o kadar problemli…


Öyle bir oksidantalizm ki, Batıya baktığında Kipling’i görüyor, ama Goethe’yi gözardı ediyor. Sömürgecileri görüyor, ama aynı Batının içinden çıkmış sömürgecilik karşıtlarını görmüyor. Otuz Yıl savaşlarını, Yüz Yıl savaşlarını, iki dünya savaşını görüyor; ama bütün bu çatışmaların ürettiği acıların dersiyle farklılık içinde beraberliği mümkün kılmak uğruna geliştirilmiş düşünce, uygulama ve yöntemleri görmüyor. İnsan hakları ihlallerini görüyor, insan hakları için mücadele veren kişileri ve kurumları görmüyor. İngiliz, Alman veya Hollandalı ırkçıları görüyor; ırkçılığa karşı mücadele eden İngiliz, Alman veya Hollandalıları görmüyor. Kur’ân’ı yakmaya kalkışan Avrupalı faşistleri gösterip ‘işte Batı bu!’ diyor, Kur’ân’ı yakmaya kalkışanı engellemeye çalışan ve kınayan Batılıları ise göstermemeye çalışıyor. Demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, sosyal devlet, ifade özgürlüğü, eleştirel düşünce, özgür üniversite ve bilim alanında çok sert ve acı tecrübeler ışığında taş üstüne taş koyarak inşa edilmiş ölçüleri, ilkeleri ve kurumları ise hepten görmezden geliyor...


Bediüzzaman’ın “Avrupa ikidir” yaklaşımını genişleterek uygularsak, “Batı ikidir” oysa. Biri Kipling’de temsil edilir, öteki Goethe’de. Biri kuvvetinden haklılık devşirmeyi gaye edinir, öteki gücün ifsad ediciliğini bildiği için hakkâniyetin derdindedir. Biri eleştiriyi hak eder, öteki saygıyı.

Aynı şekilde, iki de Doğu var. Dünyada herşey, kötü Batı-iyi Doğu denklemi üzerinden çalışmıyor. Bir tarafta dünden bugüne merhametin, muhabbetin, adaletin izini sürmüş bir Doğu da var; nice zulümlerin işlendiği, nice hayatların karartıldığı bir Doğu da. Batı âdil krallardan, Doğu zalim sultanlardan ibaret olmadığı gibi, Doğu âdil sultanlardan Batı ise zalim yöneticilerden ibaret değil... Doğu da ikidir, Batı da iki.


Kipling gibilerin Batıyı kutsayıp Doğuyu kötülemesi ne kadar haksız ise, Doğuyu kutsayıp Batıyı hepten kötüleme de o kadar haksız. Doğu bütün iyiliklerin menbaı değil, Batı bütün kötülüklerin kaynağı değil. Doğudan da alınacak iyi şeyler ve atılacak kötü şeyler var; Batıdan da alınacak iyi şeyler ve atılacak kötü şeyler... Doğuda da ilkeler ve değerler üzerinden yürüyen iyi insanlar var, Batıda da.

Mesele, Kipling’ler ve tersine Kiplingizm üretenler gibi, kendisini Doğu veya Batıda sabitleyip, kendi durduğu yerin herşeyini iyi, öteki tarafın herşeyini kötü görmek değil. Mesela Doğuda konumlanıp, Batının kötüsünü göstererek Doğunun iyiliğini isbata kalkışmak ve kötülerini ise örtbas etmeye çalışmak değil. Tersi de değil. Mesele, Doğunun ve Batının iyi taraflarını ve iyi insanlarını buluşturmak. Mesele, Doğunun ve Batının kötülerinden uzak durmayı ve onlara dur demeyi başarmak... Beraberce insanda buluşmak ve iyilikte yarışmak.

Doğu ve Batı ayırmaksızın, dünyanın her tarafında iyiler ve yine her tarafında kötüler var. Ve ulaşım, hele iletişim alanındaki devrim niteliğindeki gelişmelerle dünya gerçekten ‘küresel bir köy’ haline gelmiş halde. Böyle bir dünyada mücadele dünyanın bir tarafı ile öbür tarafı arasında değil. Dünyanın her tarafındaki iyiler ile her tarafındaki kötüler arasında. Hakperestler ile menfaatperestler arasında. Âdiller ve zalimler arasında. Vicdanlılar ile vicdansızlar arasında. Merhametliler ile merhametsizler arasında. Durum bu iken, dünyayı Batı-Doğu keskinliği içinde ayırmak ve iyilikleri bir tarafa, kötülükleri bir tarafa yazmak doğru değil, adil değil, Kur’ânî değil.


Dünyanın o tarafındaki kötülüklerde ‘Batı’yı özne kılıp dünyanın bu tarafındaki kötülüklerde ‘Doğu’yu sorumluluktan azade görmek, bütün kötülükleri Batıya yazarken bütün iyilikleri Doğunun hesabına kaydetmek, dünyanın o tarafındaki tekil olaylardan genelleme üretip dünyanın bu tarafındaki bir umumî arızayı dahi ‘münferit’ diye tanımlamak gibi tutumların hiçbiri, birilerinde haklılık ve üstünlük duygusu oluşturuyor olsa da, hak değil, reva değil, adalet değil.

Nasıl ki beyazların ırkçılığını yanlış bulup, buna tepki olarak yola çıkan biri “Aslında üstünlük siyahlarındır” dediğinde ırkçılığı aşmış olmuyor, bilakis ırkçılığı bir başka renkte yeniden üretmiş oluyor, sorgusuz sualsiz Batı hayranlığı kadar sorgusuz sualsiz Batı karşıtlığında da aynı tehlike mevcut. Batının oryantalizmine karşı Doğunun oksidantalizmi de aynı riski bünyesinde taşıyor.

“West and the rest”in karşısında durmanın, oryantalizmi eleştirmenin ahlâkî gereği, Batıyı kutsayanlara karşı Doğuyu kutsamak değil; bilakis, o kodları oksidantalizm olarak yeniden ve tersinden üretmemek...

Akıl ve erdem bunu gerektiriyor. Kur’ânî bir nazar ve ahlâk da öyle...

Ve bütün insanlığın herkesin hayrına bir ahirzaman ‘hılfü’l-fudûl’ünde, bir ilkeler ve erdemler ittifakında buluşması için, yerkürenin her tarafındaki mâkul insanların bu kuşatıcı ve âdil bakışı kuşanması gerekiyor.

Doğudaki ve bu ülkedekilerin de...

Goethe’nin dediği gibi:


Her iki dünya arasında

Hünerli salınmayı münasip bulurum;

Yani Doğu ile Batı arasında

Hareket etmek en iyisi olmalı!


bottom of page