top of page

Depreme İçeriden Bakmak | Aykut Genç


Peyami Safa’nın babası şair ve yazar İsmail Safa, Sultan Abdülhamid’e muhalefeti sebebiyle Sivas’a bir sürgün olarak geldiğinde zaten verem illetine müptela vücudu sert soğuklara karşı mukavemet edemez. Günden güne vaziyeti kötüleşir, bir vakit sonra, 1901 yılında hayatını kaybeder.


Safa ailesi, kısa bir zaman aralığında hem babalarının hem de ailenin kız çocukları Selma ve Ulya’nın ölüm acısıyla baş etmek durumunda kalır. Ve ölüm, kalanları da biraz öldürür. Birbiri ardısıra gelen bu ölümlerin eleminden kendilerini kurtaramadan başlarına bir de maişet belası yüklenir ve ağır bir iktisadi buhranın derinlerine doğru hızlıca yuvarlanırlar.

Peyami Safa, seneler sonra çocukluğunu şöyle hatırlayacaktır: “Şuurum bir facia atmosferinde uyanmıştı!”


Geriye dönüp hatırlamak istediğimde, deprem gecesine dair aklıma üşüşen hep Peyami Safa’ya ait bu cümle oldu.

Sıradan bir Pazartesi sabahına uyanmak için yataklarımıza uzandığımızda her birimiz kimbilir ne hayaller kuruyorduk... Hangi planları yapıyor ve neler için hüzünlenip yatakta dönüp duruyorduk...

Arzularımız ve ihtiraslarımız da vardı. Bir taraftan elde ettiklerimizin muhafazası endişesini yaşarken, diğer taraftan uzun bir elde edilecekler listesi karşısındaki iştahla hırslanıyorduk belki de...

Kırdıklarımızı düşünüyor muyduk peki? Bir kar tanesine dokunur gibi ihtimamla taşımamız gereken değerleri basit, behîmî ve fani maksatlarımız için kirletmeye değer mi diye sormak aklımıza geliyor muydu?

Deprem o gece hakikat ile bizim dünya tasavvurumuz arasındaki mesafeyi yıktı. Tasavvurumuzu da yıktı.


O hafta sonu Maraş’tan uzaklara, çok sevdiğim bir dostumun hayırlı işine iştirak etmek üzere Malatya’ya gitmiştim. Pazar gecesi eve döndüğümde üzerimde dünden kalan heyecan ve sevinç vardı. Evdekilere büyük bir keyifle hafta sonu yaşadıklarımdan, merasimden bahsettim. 03:30’da, uyumadan evvel satılık ev ilanlarına baktıktan sonra gözlerimi kapattım.

Ve şuurum bir facia atmosferine uyandı.


Henüz bir saati bulmayan uykum şiddetli bir sarsıntıyla bölündü. Gözümü açtığımda bina şiddetle sallanıyor, duvarlar patlıyor ve her yerden gürültüler, çatırtılar geliyordu. Bu sallanmaya binanın dayanamayacağı, biraz sonra tamamen çökeceği korkusuyla hiç kıpırdayamadan, ne yapacağımı düşünemeden yatakta katılaştım, depremin biraz sonra bitmesini ümit ettim. Fakat bitmiyordu. Deprem devam ederken binanın dokuzuncu katında en yapılmaması gereken şeyi yapmak aklıma geldi: merdivenlerden aşağı inmek. Bir an evvel bu cehennemî haletten kurtulma insiyakı aklımda fikrimde patlayan bir volkan gibi bütün irademin üzerine çöktü.


İnsanlar çığlık çığlığa merdivenlerden aşağıya inmeye çalışıyorlardı. Her yer toz duman... Duvarlar patlamış, sıvalar dökülmüş... Yerde, üzerinden atlayarak geçtiğimiz duvar parçaları vardı. Binadan çıkınca, arkamdan gelen ailemin zaman kaybetmemesi için arabayı hazırlamaya koştum. Sitenin bahçesi mahşer meydanı gibiydi. Yükselen çığlıklar gecenin karanlığını yırtarak etrafa dağılıyordu. Binalardan çıkabilenler keskin bir şokun tesiriyle çabucak uzaklara doğru koşmaya başladılar. Park yerinden binanın önüne getirirken, arabanın zıpladığını farkettim. Acaba lastik mi patladı diye düşünürken, dört lastiğin de sağlam olduğunu gördüm. Fakat araba zıplamaya devam ediyordu. Bir an kendime geldiğimde yerin fokurdar gibi iniş çıkışlarını hissettim. Ne dehşet! Herkes arabasıyla uzaklaşmaya çalışınca trafik kilitlendi. Sitenin karşısındaki boş arsaya gidebilmek için arabayı yarı yolda bırakmak mecburiyetinde kaldık. İncecik elbiselerle, yataktan çıktığımız hal ile boş arsanın binalar bize doğru devrilse bile yetişemeyeceği bir noktasında soğuk ve yağmur altında beklemeye başladık. Ayaklarımız da, vücudumuzun geri kalanı gibi ıslanmıştı ve soğuktan titriyorduk. Fakat aklım hemen karşımızda duran yüksek iki binanın üzerimize doğru yıkılması halinde aralarındaki boşluğa denk gelir miyiz diye düşünüyordu. Telefonum arasıra çektiğinde yakınlarımızın ve dostlarımızın aramalarını gördüm, açabildiklerimle sağlıklı bir haberleşme sağlayamadık. Zannediyordum ki, herkes sabah namazına uyanmış, haberlerde depremi görünce beni aramaya koşmuşlar. Hatta İskenderun’da yaşayan annem ve babamın uykuları bölünür, endişelenirler korkusuyla onları aramayayım diye düşündüm. Heyhat...


Gecenin karanlığı araba farlarının sarısı ve kırmızısıyla boncuk boncuk delinmişti. İlk bakışta mühim bir zafer kazanan futbol taraftarlarının konvoyuna benzeyen sıra sıra arabalardan yakınlarını kargaşada kaybeden insanların bağırışları yükseliyordu. Hava biraz aydınlanmaya başlayana kadar arabanın içinde kendimize gelmeye çalışıp fakat gelemeyerek, farklı şiddetlerde sallanmaya devam ederek bekledik.


Biraz kendimize geldiğimizde arabayı çalıştırıp bize yakın olan üniversite hastanesine sürdüm. Mesleğimde az sayılamayacak seneler içinde böyle bir tablo görmemiştim. Acile ardı ardına vefat eden vatandaşlar getirilirken, yağmur gibi ağır yaralı, hafif yaralı insanlar gelmeye başladı. Hastalar buldukları herhangi bir yere uzanıyorlardı, buna rağmen yeni hastalar gelmeye devam edince koridorlar, yerler boydan boya hastalarla doldu. Tıp talebelerinden hocalarına kadar hastaneye gelebilen fedakâr insanların altından kalkamayacağı miktarda hasta ile karşı karşıyaydık. O kadar çok sayıda ağır hasta geliyordu ki, triyaj yapamaz hale geldik. Telaş ve kargaşaya boğulan acil servisin her yerinde, keskin kan kokusunun ruhlarda bıraktığı korku dolanıyordu. Emekli olmuş fakat depremden hemen sonra hastaneye koşmuş, ismini hatırlayamadığım pediatrik kardiyoloji profesörü hanım hüngür hüngür ağlıyordu:

“Çok ölü var!”


Yorgun, bitkin ve uykusuzdum. Yine de hastanede devam etmek istiyordum. Yakınımı otobüse bindirip emniyetli bir yere göndermeyi, sonra hastaneye geri dönmeyi planladım. Fakat otogara gittiğimde bütün seferlerin iptal olduğunu söylediler. Zaten 150 kilometrelik bir mesafe, götürür, birkaç saat sonra hastaneye dönerim diye düşündüm. Yol 7 saat sürdü. Geçtiğimiz köyler ve ilçeler bombalanmış bir harp meydanı gibi enkaza dönmüştü.

Sanki bir savaş filminin içine düşmüştük.


Ertesi gün akşam vakti kendi çalıştığım hastanenin aciline geldim. Binanın hasar vaziyeti bilinmemesine rağmen, hastaneye dışarıdan genel gönüllülerle birlikte hastane çalışanları nöbet tutuyorlardı. Beş-altı saat acilde kalmama rağmen enkazdan getirilen beş-altı hasta bile olmamıştı. Acil tıp uzmanı doktor hocamıza gecenin ilerleyen saatlerinde sordum:

“Hocam ümitli misiniz?”


“Doğrusu pek ümitli değilim” dedi. “İşte görüyorsun. Hasta enkazdan bana getirilecek ki, çalışayım. Depremden sonra yağışla beraber soğuk oldu. Yağmur olmasaydı enkaz yine ısı yalıtımı yapardı. Şimdi 48 saate yaklaşıyoruz. İnsanlar dayanamaz. Askeri hemen sahaya sürmeleri gerekirdi. Çok geç kalındı.”

Diğer taraftan, memleketim İskenderun’dan yağma haberleri geliyordu. Evimizin çevresindeki enkazlara henüz müdahale edilmediğini işitiyordum.

Haberleşmede yaşanan kasıtlı ve kasıtsız aksamalar, başımıza gelen hadisenin kendisini, hudutlarını bütün veçheleriyle idrak etmeme maniydi. Aldığım haberlerin hepsini genellemekten ısrarla kaçındım, hususi tesbitler olarak zihnime kaydettim.

Televizyonda gördüğüm haberlerin ise bu hadisenin sadece gösterilmek istenen kısımlarından ibaret olduğunu anladım. Zira televizyonda gösterilen ile bizim yaşadıklarımız arasında uçurumlar, hatta kıtalar vardı. Mesela ayakta kalan binaların arasında yıkılmış tek bir binayı kameraya alan haberci hemen arkasındaki çarşının yarısının yok olduğunu göstermiyordu.

Hadiseye hala yukarıdan, etraflıca bakamamanın verdiği tereddüt, göremeyebileceğim kısımların var olabileceği ihtimali beni hüküm vermekten, bir tespitte karar kılmaktan alıkoydu.

Ve zaman geçtikçe eksik parçalar yavaş yavaş tamamlandı.

İnsanlar enkazların başlarında çaresizce yakınlarının, sevdiklerinin kurtarılmasını beklediler. Ve beklemeye devam ettiler. Bir gün, iki gün, üç gün... Her gün biraz daha ölerek beklediler. Yardım geldiğinde enkazın başındakiler, enkazın içindekilerle beraber defalarca öldüler.

Ancak 7. gün ulaşabildikleri annelerinin cansız bedeni için kendi imkânlarıyla ilk günden itibaren enkazı kazan arkadaşımın abisinin 4. günde sarf ettiği cümle beni çok yıprattı. Solgun alevin yarım aydınlattığı bitkin yüzünde ümidin zerresi bile kalmamıştı: “Sadece bir mezarı olsun istiyorum. Şimdi buna razıyım.”

Bunu söylediği gün, yardım yeni gelmişti.


Depremden geriye binlerce vefat eden insan listesi, harabeye dönüşen şehirler, heba olan mallar ve hiç geçmeyecek acılar kaldı. Birçok insan, kendisiyle beraber hatıralarını taşıyacak yakınlarını da kaybetti.

Faturasını çok ağır ödediğimiz bu musibetten gereken dersi ve ibreti almaya mecburuz. Depremin faciaya dönüşmesi, gözümüzü kapatarak kaçabileceğimiz bir felaket değilmiş. Artık toplum olarak tercihlerimizi, hareket tarzımızı sorgulamamız gerekiyor. Çok geç kaldığımız bu sorgulamaları daha da tehir etme lüksümüz ve imkânımız yok. Çünkü ölüyoruz!

Deprem hal lisanıyla ne söylüyor?


İmar afları için, ranta kurban edilen imar planları için, denetim yapılmayan binalar için, malzemeden çalanlar için ve bütün bunları bilmemize ve görmemize rağmen kahredici sessizliğimiz için, kayıtsızlığımız için ve hatta destek olduğumuz için deprem ne söylüyor?


Usulsüzlüklere itiraz etmeyen, hatta menfaatine hoş geldiği için kabul edip taraftar olan bir halk ne kadar masum kalabilir?

Umumun hatalı olması için yanlış bir fiili herkesin bizzat işlemesi gerekmez. Mesela bir taife hırsızlık yapar, diğer taife görmezden gelir, öteki kayıtsız kalır, beriki destek verir ve böylece hepsi hırsızlık suçuna iştirak etmiş olur. Hırsızlık cürmü bu şekilde umumileşir. Daha sonra umumun hatası umumun belasına dönüşür.


Depreme içinden de baksanız, dışından da baksanız hep aynı şeyleri söylüyor.

Ders tekrarı yapmaya mecalimiz kaldı mı?


bottom of page