MUSTAFA SAİD İŞERİ

“Geceyi seviyorum. Karanlık olmasaydı yıldızları asla göremezdik.” Stephenie Meyer
Gece örtüdür; gizler şekilleri, renkleri, sesleri... Hakikatleri, fikirleri ve hisleri ise canlandırır.
Günlük meşguliyetlerimizden bizi azat eder; kendimizle, Rabbimizle başbaşa kalabildiğimiz en duru, en samimi, en huzurlu anlarımız olur. Rüyalar âlemine esrarengiz yolculuklarımızın vazgeçilmez istasyonudur. Bize sessizliğin gür tesbihlerinin her türünü dinletir. İbrahim Tenekeci’nin dediği gibi, “Yeterince gece oldu; artık sessizliği sonuna kadar açabilirsiniz.”
Gecenin varoluşunun saymakla bitiremeyeceğimiz birçok hikmetinden bahsedebiliriz. Bunlardan biri de karanlığı arttıkça gecenin yıldızları daha iyi görmemizi sağlamasıdır. Her daim gündüz olsaydı gökyüzünün ihtişamının ve atmosferin ötesindeki muhteşem derinliğinin bu derece anlaşılması mümkün olabilir miydi? Gece olmasaydı uçsuz bucaksız gökyüzünün sayısız yıldızla süslendiğini ne kadar idrak edebilirdik?
Herşey en güzel kıvamında (ahsen-i takvim) varlık sahnesine çıkarılıyor. Olması gerekenin en mükemmel tarzda yaratıldığı bir âlemde yaşıyoruz. Ancak bu kıvam statik değil aksine son derece dinamiktir. Gece ve gündüzün yaratılışında da dinamik bir kıvam hükmediyor. Bu yaratılış düzenine ise hiç kimsenin zerre miskal müdahale etmesi mümkün olmuyor. Bu harikulade sistem ilahi bir irade ve kudret tarafından işletiliyor ve biz ise meraklı, hayran seyircileriz.
Dönenceleri arasında bir beşik gibi sallanan dünyamızın bu hareketinin neticesinde gece ve gündüz süreleri her gün tazeleniyor. Oysa Dünya’mız ekseni etrafında dönmeseydi ve Güneş’e bakan yüzü de Büyük Okyanus olsaydı kıtalar sürekli karanlıkla kalacaktı; tam tersi de olabilir ve kıtalarda her daim gündüz yaşanabilirdi.
Kasas suresinin 71 ve 72. âyetlerinin düşünmemizi istediği üzere gece kıyamete kadar sürekli olsaydı aydınlığı bize kim getirebilirdi? Yine gündüz de ilânihaye sürseydi dinlenmemiz için en müsait bir ortam olan geceyi kim bize ihsan edebilirdi?
Bazımız geceyi daha fazla sever, bazımız gündüzü. Ancak geceyi daha fazla sevenler gündüzü de sever; gündüzü daha fazla sevenlerin geceyi sevmesi gibi... Her ikisini eşit ya da eşite yakın sevenler de vardır elbette...
Gece hem kendimizin hem de gökyüzünün karanlıklarındaki yıldızlara odaklanmamızı sağlar. İnsan küçük bir kâinat ve kâinat da büyük bir insan olduğundan, bu iki insanı/kâinatı tefekkür etmek marifetullah yolculuğunda çift kanatlı olmak gibidir. Enfüsî tefekkürle insanın ve afakî tefekkürle de kâinatın sayfaları satır satır, kelime kelime okunarak tefekkür zirvelerine kanat çırpılır. İmam-ı Gazali (r.a.) “Anatomi ve astronomi bilmeyen marifetullahta eksik kalır” derken her iki tefekkürün önemli olduğuna da dikkat çekmiştir.
Büyük insan ile küçük kâinat arasında güçlü bir irtibat ve münasebet vardır. DNA’mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir ve elmalı turtalarımızdaki karbonun çöken yıldızların iç kısımlarında üretildiğine dikkat çeken Carl Sagan “Biz yıldızlardan yapılmışız” diyor. Lawrence M. Krauss da insanın ve tüm canlı bedenlerinin yıldız tozlarından oluşturulduğunu belirtiyor. İnsan bedenindeki her bir atomun ölmüş farklı yıldızların nükleer fırınlarında pişirildiğine dikkat çekiyor. Bu ise ölü yıldızların canlı yaşamına hizmetkâr kılınışındaki mucizevi işleyişin bir ifadesidir.
Pırlanta-misal yıldızlarla süslenmiş gökyüzü insanlık tarihi boyunca hep merakla izlenerek incelenmiştir. Günümüzde ise teknolojik ve bilimsel gelişmeler sayesinde gözlemlerimiz ve bilgilerimiz çok daha detaylı hale gelmiştir. Ancak bu gelişmelerin hayatımıza aynı oranda anlam ve derinlik kazandırdığını söylememiz pek mümkün gözükmüyor.
Bu yıl semaya baktığımızda çok özel bir manzara görüyoruz. Kuzey Yarımküreden gökyüzü seyredildiğinde yedi gezegen gözümüzün önünde parıldıyor. Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter ve Satürn Güneş’ten uzaklıklarına göre semanın gerdanında dizili inciler gibi göz kamaştırıyor. Neptün ve Uranüs ise bu sırayı bozuyor. Neptün gökyüzünde Jüpiter ile Satürn’ün arasında yer alırken Uranüs ise Mars ile Jüpiter’in arasından ışıldıyor. Lakin bu iki uzak gezegeni çıplak gözle görebilmek pek mümkün değil. Jüpiter ise ışıltısıyla gökyüzünü süsleyerek tüm dikkatleri üzerine çekiyor. Özellikle Ay ile aynı menzilde buluştuklarında semada seyri doyumsuz tablolar ortaya çıkıyor.
Bu yaz epey bir arkadaşımla gökyüzünü seyrettik, tefekkür ettik, söyleştik. Bu konulara yönelik ilgimizin ve bilgimizin azlığından dem vurduk. Birlikte Jüpiter’i, Satürn’ü, Mars’ı ve Ülker’i bulduk gökyüzünde... Yarım asrı aşkın yeryüzünde yaşadığı halde meşhur gezegenleri, yıldızları ve yıldız kümelerini ne fark etmiş, ne de merak etmiş nice insanın varlığını anımsadığımızda ise esef ettik. Market reyonlarında Ülker markalı ürünleri kolayca bulduğu gibi gökyüzünde Ülker yıldız kümesini bulup heyecanlanan kaç kişi var, diye sitem etmeden de geçemedik.
Eylül’de Mars, Ülker ve Aldebaran çok etkileyici bir tablo oluşturuyor. Bu üçlü, akşam vakti doğu ufkundan doğup sabah namazı vaktinde göğün tepe noktasını çıkıyor. Ülker’i görmek diğer ikisi gibi kolay olmuyor; daha dikkatli bakmak gerekiyor. Türkçesi Ülker olan yıldız kümesine Arapça’da Süreyya, Farsça’da Pervin, İngilizce’de Pleiades ve Japonca’da da Subaru ismi verilmiş. Ülker (M45), Boğa Takımyıldızının boynuz (V) şeklindeki başının batısında yer alan ve çıplak gözle görülebilen bir yıldız kümesidir. Eğer bulutlar perde etmiyorsa Ülker’i şehrin ışık kirliliğine rağmen görmek mümkündür. Bu etkileyici yıldız kümesi küçük bir kepçeye benziyor ve altı-yedi yıldızı rahatlıkla sayılabiliyor. Kırsal bir alanda izlendiğinde ise bu kümenin en az bir düzine kadar yıldızını görebilmek mümkün oluyor.
Yaklaşık 444 ışık yılı uzaklığındaki Ülker, yerküremize en yakın yıldız kümesidir. Ancak yine de bu yıldız kümesinin 444 yıl önceki halini görmüş oluyoruz. Ülker aslında yüzlerce yıldızdan oluşuyor ve bu yıldızların yaşlarının yüz milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Güneş’imizin 4,57 milyar yaşında olduğunu hatırladığımızda, bu maviş yıldızların bebek yıldızlar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bebek yıldızlar elbette “iyi ki doğdunuz” tebrikini de hak ediyor.
Ralph W. Emerson “Benciller için astronomi, astrolojiye dönüşür” diyerek ikaz ediyor. Ancak marifetullahın hizmetkârı kılınamayan bir astronominin bencillik izleri taşımaması da pek mümkün gözükmüyor. Lakin gezegen ve yıldız kelimeleriyle yeniden yeniye yazılan gökyüzü kitabının meraklı bir okuru olabilirsek belki işin rengi değişebilir.
ÖZETLER
Her daim gündüz olsaydı gökyüzünün ihtişamının ve atmosferin ötesindeki muhteşem derinliğinin bu derece anlaşılması mümkün olabilir miydi? Gece olmasaydı uçsuz bucaksız gökyüzünün sayısız yıldızla süslendiğini ne kadar idrak edebilirdik?
Büyük insan ile küçük kâinat arasında güçlü bir irtibat ve münasebet var. DNA’mızdaki nitrojen, dişlerimizdeki kalsiyum, kanımızdaki demir çöken yıldızların iç kısımlarında üretildi. İnsan bedenindeki her bir atomun ölmüş farklı yıldızların nükleer fırınlarında pişirildi. Bu ise ölü yıldızların canlı yaşamına hizmetkâr kılınışındaki mucizevi işleyişin bir ifadesi.
Bu yaz epey bir arkadaşımla gökyüzünü seyrettik, tefekkür ettik, söyleştik. Bu konulara yönelik ilgimizin ve bilgimizin azlığından dem vurduk. Birlikte Jüpiter’i, Satürn’ü, Mars’ı ve Ülker’i bulduk gökyüzünde...