EMRULLAH CÜLER
Hepimiz büyüklerimizden en az bir kere de olsa duymuşuzdur, “Ucuzdan pahalısı olmaz” diye. Haklı bir söz. Ne zaman pahalı olmasın diye ucuz bir kıyafet alsam solmuş, yenisini alınca daha fazla masraf yapmışımdır. Telefon alırken ucuz olsun deyince, iki yıl geçmeden telefon değiştirmek zorunda kalmışımdır. Halbuki, bir mühendis olarak kaliteli ürünlerin maliyetinin yüksek olduğunu daha eğitimimin en başlarında öğrendim.
“Ucuzdan pahalısı olmaz.” yerinde bir cümle. Fakat bu cümlenin beraberinde getirdiği sonuçlar bence bir o kadar da sıkıntılı. Çünkü, “pahalı olan şeyler kalitelidir” önermesi “kaliteli olan herşey pahalıdır” önermesine, dolayısıyla ucuz olan, basit olan, sürekli olan, sıradan olan, üzerinde harcama yapılmamış şeylerin kalitesiz, değersiz, kıymetsiz olduğu sonucuna ulaştırıyor bizi. Hatta faturalara gelen zamlarla su israfını, elektrik israfını azaltmaya çalışmıyor muyuz? Masrafsız ve ucuz olunca kıymetsiz oluyor. Saatlerce akan sıcak suyun altında bekliyoruz, boşa yanan ışıkların farkına bile varamıyoruz. Ya bayat yemeyelim diye her sabah aldığımız taze ekmeklerin birikip, bayatlayıp çöplere atılmasına ne demeli? Ekmek işte, önemsiz, çünkü ucuz.
Bilinçaltımıza yerleşen bu çıkarım bir süre sonra bizi herşeyin etiketindeki marka kadar değeri vardır sonucuna götürüyor. Bir insanla tanıştığımızda kıyafetlerindeki markalar, telefonunun marka ve modeli, arabasının modeli vesaireye göre değerlendiriyoruz onu; böyle pahalı şeyleri olan bir adam kıymetlidir çıkarımı yapıyor, belki de o kişi üzerinden hesaplar yapmaya başlıyoruz. Bu adam zenginse çevresi vardır, ben bu adamla ticari bir iş bağlarım, ya da cemiyetimize faydası olur, kaçırmayalım... Markalar bir süre sonra bizim takıntımız veya hedefimiz haline geliyor. Bize alınan bir hediyeye fiyatıyla değer biçiyoruz. Basit, sıradan, sade şeyler, sevgi cümleleri bir pırlanta yüzük kadar mutlu etmiyor. Bütün dünyamız o pahalı markanın etrafında geziyor. O istediğimi elde edersem sanki herşey güzel olacak düşüncesine bile kapılıyoruz. İlle de o diye çırpınıp, hesapsızca tüketime başlayarak âdeta ayağımızı yorganımıza göre uzatmadan yorganı ayağımıza göre uzatma derdine düşüyoruz. Sınırlı olan, uzamayan ekonomik gelirimizin yetmemesi derdi ile hayıflanıp, şikâyet içinde bir ömür sürüyoruz.
Her gün güneşin doğması ve batması bizim için bir değer ifade etmiyor. Allah’ın herşeyi masrafsız yaratmasıyla bedavaya gelen nimetler bizim nazarımızda değersiz oluyor. Herşeyin değerini üzerindeki markaya göre belirleyen insan, nimetler üzerindeki tevhid mührüne dönüp bakamıyor. 7 liraya gördüğümüz yerli muz önemsiz, 15 liralık ithal muz nazarımızda çok ehemmiyetli; çünkü pahalı, dolayısıyla lezzetlidir. İkisinde de olan tevhid mührünü sorgulamıyoruz bile. Bu da kurduğumuz ilişkileri sûret üzerine kurmaya, sûretperestliğe sevkediyor bizi. Sûretten manaya geçemiyor, herşeyi sûretiyle yorumlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla herşeyi Allah’tan bağımsız biçimde sûretleriyle yorumluyor; bana göre marka değeri yoksa değersizdir, çirkin gözüküyorsa bu hadise gerçekten çirkindir diyoruz, yaratılmışlığı itibarıyla kıymetine ve perde arkasındaki yaratılma gayelerine hiç odaklanmıyoruz. Artık gidilebilecek yerlerin güzelliği “story” değerleriyle ölçülüyor. “Story” atılmıyorsa o yer nazarımızda çirkin oluyor. Vücut geliştirme salonlarında saatlerce sûretimizi güzelleştirmek için terler döküyor, beliren bir kas hücresini gururla paylaşıyoruz. Fakat bizi ayakta tutan kas hücrelerini hizmetimize verene bir minnet bile duymuyoruz.
Nasıl ki putperest inancında Allah’la insan arasına putlar giriyor, deyim yerineyse bu putperestliğin güncel versiyonunun bir tezahürü olan sûretperestlik asrında Allah ile aramıza sûretler giriyor. Herşeyi güzel yaratan Allah ile aramıza çirkin gördüğümüz sûretler giriyor, yaratılan her hadise en güzel şekilde yaratılırken biz ise kendi zannımızca sanatçıyı güzel yaratamamakla eleştiriyoruz. Herşeyi bizzat, her an yaratan, rububiyetinde şeriki olmayan Allah ile aramıza kaliteli ve pahalı markalar giriyor, “Vaay adamlar yapmış be!” deyip bütün övgüler markalara gidiyor. Hangimiz marka değerine göre alıp en son kullandığı telefona bakıp, “bu fiilî bir duanın neticesidir, Allah’ın bize ihsan ettiği nimettir” diyebildik? Yoksa bütün övgüler o markaya, mühendislerine, tasarımcılarına mı gitti? Etrafımızın teknoloji ile sarıldığı şu tekno-çağda Allah’a verebileceğimiz bir hadise, bir eşya kaldı mı, merak ediyorum.
Oysa Kur’an mü’minleri gayba iman edenler olarak, dolayısıyla sûrete aldanmayan, sûrette takılıp kalmayanlar olarak tanımlıyor. Ben bu âyetten, sûreti ne olursa olsun arkaplanda işleyen faaliyete bakıp Allah’a bir pencere açmayı, “bu teknoloji bana atomların düzenle çalıştırılmasıyla ikram ediliyor” deyip kalın sûretin ardına ulaşıp fiilden faile ulaşmam gerektiğini anlıyorum. Bir hadise yaratılmış ise, şu anda varlık âlemine çıkarılıyor ise, Rahmân ve Rahîm tarafından yapılıyor ise güzeldir; çirkinlik ise benim nazarımdadır demem gerektiğini anlıyorum. Benim için sıradan gelen, çok büyük hadiselerin sıradan olmadığını, her gün güneşin doğması, her bahar kâinatın süslenmesinin önemsiz olmadığını anlıyorum. Birşeyin değerini fiyatından önce ona yüklenen mana ile alakalı olduğunu anlıyorum.
İnsanların dünyasında bol olan, sıradan olan kıymetsiz olabilir. Ama Allah’ın yarattığı âlemde en bol olan, en ucuz olan en kıymetlisi.
Hava gibi... Su gibi...
ÖZETLER:
Masrafsız yaratılıp bedavaya gelen nimetler bizim nazarımızda değersiz oluyor nedense. Herşeyin değerini üzerindeki markaya göre belirleyen insan, nimetler üzerindeki tevhid mührüne dönüp bakamıyor.
Sûretten manaya geçemiyor, herşeyi sûretiyle yorumlamaya çalışıyoruz. Dolayısıyla herşeyi Allah’tan bağımsız biçimde sûretleriyle yorumluyor; yaratılmış herşeyin yaratılmışlığı itibarıyla kıymetine ve perde arkasındaki yaratılma gayelerine odaklanamıyoruz.