top of page

Teorik Ve Pratik Tevekkül

BEKİR BERK SIRIM


Teoride iyi bildiğimiz ama pratikte başarısız olduğumuz şeyler vardır. Teoride herkes iyi yemek yapar, sahada kendisi olsa o pozisyon kesin goldür, açık oturumdaki konuşmacının yerinde kendisi olsa o sözleri söyletmez kendisine...


Bu gibi örnekler çoğaltılabilir. Teoride herşey güzeldir, ama iş uygulamaya geldiğinde büyük farklar oluşuverir.




Bu durum, tevekkül için de geçerli.

Bu kelimeyi, belli bir dinî görüşe ve özellikle belli bir hassasiyete sahip herkes bilir. Akla ilk gelen tanımı ‘elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmak’tır. Eğer bu kelimeyi ilk defa duymadıysanız, ya daha önce birilerine tavsiye etmişsinizdir ya da başkaları tarafından size öğütlenmiştir. Gerçekten insanın hayatını yaşanır kılan bir hazine, bir nimettir tevekkülün sırrına ulaşmak. Ancak bu konuda da, yapılması gereken teorik olarak iyi bilinirken pratikte problemlerle karşılaşılır. Başkasına kolayca öğütlense de, bilfiil uygulanması, gerçekten tevekkül edilmesi hayli zordur.


Benim açımdan, uygulamada tevekkülü başarmanın önündeki engellerden biri şu olmuştur: “Evet üzerime düşeni yapacağım, ancak üzerime düşeni yeterince yaptığımı ne zaman bileceğim?” ya da “Üzerime düşeni yapmadığım için tevekkül edemiyorum, çünkü netice beklemeye yüzüm yok!” Özellikle ikinci cümleye bir müptela oldunuz mu, kendinizi içten içe yiyip yaşam enerjinizi tüketmeden duramazsınız. Çünkü artık üslup değişir, kendinize edilen sözler ağırlaşmaya, ‘senden adam olmaz’lar havada uçuşmaya başlar. Pişmanlık ve üzüntüler, ümitsizlik ve tükenmişlik duygusu her anınıza sirayet eder.


Bu noktada pişmanlık duygusundan ayrıca bahsetmek gerek. ‘Menfi pişmanlık’ da denebilecek bir duygu ile kişi kendisine yüklenerek içinden çıkılması daha da zor bir vartaya düşer. Deneyimlerimden yola çıkarak, bu pişmanlığa dair şöyle bir tanım yapabilirim: ‘insanın kendisinden af dilemesi, ancak kendisini affetmemesi.’ Kendisini yetersiz hissetmekten, belki gerçekten de yetersiz olmaktan kaynaklanan ve tevekküle mâni olan hal, insanın af makamı olarak kendisini görmesidir. Halbuki vazifede kusur ile ortaya çıkan kötü sonuçta, insanın kendi hakkını yemesiyle kendi nefsine zulmetmesi bir yana, asıl yapılan yanlış Allah’a karşıdır. Dolayısıyla burada doğru davranış, sürekli “neden böyle yaptım/yapmadım” diyerek kendisini yiyip bitirmek yerine, “Allahım, yerine getirmem gereken vazife için verdiğin imkânları hakkıyla değerlendiremedim. Affına sığınıyor, bundan öncesi ve sonrası için Senden rahmet ve inayet diliyorum” demektir.


Tevekkül insanı Allah’a bağlar, kalbini rahatlatır. Vazifedeki kusurdan kaynaklanan başarısızlıkta ise, kişi yeterince çalışmadığı için tevekkül edemeyeceğini düşünerek Allah ile bağını koparır. Bu bağı koparan bir insanın sağlıklı düşünmesi ve yaşaması ise mümkün değildir artık. Türlü elem ve musibetlere müptela olduğu halde gücü hiçbir şeye yetmeyen bu durumdaki bir kimse, acziyetini kendine karşı bir şiddet malzemesi olarak kullanmaya başlar. Bu duruma karşı, ortadaki kusurun affının yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırlamak, bu müşkül durumdan onu kurtarabilecek ve hatta daha iyi bir konuma getirecek olanın da yalnızca O olduğunu bilmek gerekir.


Bir diğer önemli nokta ise yaptığımız işlerde çok kıstılı bir cüz’î irademiz olduğunu hatırlamaktır. Bazan verdiğimiz ve yanlış olduğunu düşündüğümüz bir kararın bizim için aslında nasıl hayırlara vesile olabileceğini ânın heyecanı içinde göremeyebiliyoruz. Yine ânın heyecanıyla kendimize fazla yüklenerek kararlarımızda tek etken kendimizmiş gibi davranabiliyoruz. Ancak unutmamak gerek ki, kontrolü elimizde olmayan birçok yan faktör mevcut ve bunların çoğunun farkında bile değiliz.


İmtihan veya musibet deyince aklımıza yalnızca dışarıdan gelen sıkıntılar, örneğin kafamıza bir saksı düşmesi veya amansız bir hastalığa yakalanmak gelmemeli. İnsanın nefsinin de kendisi için bir imtihan sebebi olduğu, nefis ve şeytandan gelen taşlara karşı da dikkatli olması gerektiği unutulmamalı. Fiillerin ve kararların sonuçlarına dair yapılan iç hesaplaşmada bu gerçek de gözönünde bulundurulursa, sağlıklı yorumlar yapılması mümkün olur.


Kısacası, insanın tevekkül edebilmesi kendisi için bir rahmet iken, bundan kendini alıkoyması ise bir zulümdür. Farklı nedenlerden ötürü bir işi gerçekleştirmek için gerekli çaba ortaya konulmadığında yapılacak olan şey, tevekkülsüzlük değildir. Eğer mümkünse kişi gerekli çabayı o andan itibaren ortaya koymaya gayret etmeli, tevbe ve istiğfarla önceki hatası için affını dilemeli. Nefsi terbiye etmek de imtihanın bir parçası olduğundan, “Ben neden böyleyim?” gibi sorularla pişmanlık ve ümitsizlik değil, “İnşaallah bir dahaki daha iyisi olacak” diye sabırla ve samimi bir niyetle tevekkülün yolları aranmalı.



ÖZETLER


Tevekkülü başarmanın önündeki engellerden biri şu olmuştur: “Evet üzerime düşeni yapacağım, ancak üzerime düşeni yeterince yaptığımı ne zaman bileceğim?” ya da “Üzerime düşeni yapmadığım için tevekkül edemiyorum, çünkü netice beklemeye yüzüm yok!” Özellikle ikinci cümleye müptela oldunuz mu, kendinizi içten içe yiyip yaşam enerjinizi tüketmeden duramazsınız.


‘Menfi pişmanlık’ da denebilecek bir duyguyla kişi kendisine yüklenerek içinden çıkılması daha da zor bir vartaya düşer. Bu pişmanlığa dair şöyle bir tanım yapabiliriz: ‘insanın kendisinden af dilemesi, ancak kendisini affetmemesi.’


Ânın heyecanıyla kendimize fazla yüklenerek kararlarımızda tek etken kendimizmiş gibi davranabiliyoruz. Oysa kontrolü elimizde olmayan birçok yan faktör mevcut ve bunların çoğunun farkında bile değiliz.


bottom of page