top of page

Söze Ve Sessizliğe Serenat

MUSTAFA SAİD İŞERİ


Betonlaşma, kalabalık, kirlilik, kargaşa ve de gürültü...

Bu saydıklarım şehir hayatının bir yönüyle en fazla şikâyet ettiğimiz sorunları. Şehirler büyükşehirler haline geldikçe bu sorunlar daha da büyüyor. Bu yüzden şehrin sakinleri olarak yeşile, sükûnete ve sessizliğe ihtiyacımız gün geçtikçe daha çok artıyor.


Ancak bu kâinatta mutlak anlamda ne sükûnet, ne de sessizlik var. Hiçbir şey hareketsiz değil ve her hareketin de bir sesi var. Bazı sesler hoşumuza giderken bazıları ise bizi rahatsız ediyor. Hoşumuza giden ve bizi rahatlatan seslerin büyük bir kısmı tabii sesler. Rüzgârın sesinden göğün gürüldemesine, kuş cıvıltısından aslan kükremesine kadar fıtri ve tabii her türlü sesin özgün bir akustiği var. Bizi rahatsız eden sesler ise ekseriyetle yapay sesler; makinelerin, taşıtların, müzik âletlerinin gürültülü sesleri ve özellikle de kornalar...


Şükür ki bir duyma aralığımız var. Bu sınırlar olmasa yaşam bir eziyete dönüşürdü. Duyma aralığımızın başlangıcı 0 desibel (dB) olarak kabul ediliyor. Kulağımız 0-140 dB arası sesleri algılıyor. Duyamadığımız zayıf sesler ise eksi rakamlar ile ifade ediliyor. Mesela oda sıcaklığında hava moleküllerinin çarpışması -24 dB’lik bir ses çıkarıyor.


Çevremizde bizi rahatsız etmeyen sesler 30-60 dB aralığında olanlar. Normal bir konuşma 60 dB iken çalar saat 70 dB. Fısıltımız 30 dB, nefes alışımız 10 dB ve kalp atışımız ise 2 dB’dir. Gürültü olarak tanımladığımız sesler hoşumuza gitmeyen seslerdir. Kulağımız 100 dB’den sonra ciddi şekilde rahatsız olmaya başlıyor. 140 dB’de ağrılar oluşuyor ve 170 dB’den sonrasına ise kulak zarımızın dayanması mümkün değil.


Mesleğim gereği sessizlik ve sakinliğe birçok insana kıyasla daha fazla muhtacım. Editörlük sessizliğin her türünü aramanızı ve keşfetmenizi elzem kılıyor. Bir kitabın içinden okuruyla konuşan yazara kulak verebilmeniz ve bir nevi ilk okuru olabilmeniz için diğer seslere kulağınızı kapatmanız gerekiyor. Elbette sessiz, sakin ve huzurlu bir işyerinizin ve odanızın olması işinizi daha nitelikli ve keyifli yapmanızı sağlıyor. Aynı zamanda meslek itibarıyla söze, yazıya ve sessizliğe dair eserleri okumaya da özel bir merakınız uyanıyor.


Yazarlar gibi editörler ve redaktörler de sessizliği çok seviyor ve bilhassa arıyor. Bu sessizlik arayışı bazan sakin bir köşeye çekilmek şeklinde gerçekleşiyor. Bazan ise tabiatın içine firar etmeniz daha verimli ve keyfini çıkararak iş yapmanızı sağlayabiliyor. Bahar ve yaz ayları bu anlamda güzel fırsatlar sunuyor. Bir metni dört duvar arasında değil de yeşil bir alanda okuma imkânını yakaladığımda bu fırsatı kaçırmamanın yollarını arıyorum. Yani biraz ses—ama fıtri sesler—herkes gibi bana da iyi geliyor. Buna binaen, sesten yalıtılmış bir mekânı değil tabiatın akustiğini arıyor insan.


“Sessizlik zihnimizin atmosferidir” diyor Louis Lavelle. Söz ve Yazı isimli kitabında Lavelle sessizliğin farklı biçimlerinden de bahsediyor: kapalılık sessizliği, ihtiyat sessizliği, disiplin sessizliği, tehdit sessizliği, öfke sessizliği ve kin sessizliği. Ayrıca kabul sessizliği, vaat sessizliği, bağış sessizliği ve sahiplenme sessizliğini de zikrediyor. Lavelle’e göre asıl sessizlik ise tefekküre dalmış ve yatışmış bir ruhun sessizliğidir.


“Ruhumuzun zarafeti sözün içinden doğuyor” diyen yazara göre, söz ise insanın bütün eylemlerinin en hafifi. Lavelle’e göre söz, birbirini keşfeden iki varlık arasındaki mucizevi bir yol.


Max Picard ise “İnsan, ilkin sözüyle insandır; sessizliğiyle değil” der. Sözü, sessizlikten üstün tutar. Ancak sessizlikle irtibatını koparan sözün de köreldiğine dikkat çeker. Her sözde sözün kaynağına işaret eden sessiz birşeyin, her sessizlikte de konuşan birşeyin olduğunu belirtir. Ona göre söz ve sessizlik karşı karşıyadır, ama bu karşıtlık düşmanca değildir. Mükemmel söz ve sessizlik birbirinin yankılarıdır. Yazara göre sessizlik ne söyleyeceği sözden vazgeçmek, ne de konuşmasını nihayete erdirmektir. Belki “sessizlik, sözün bittiği yerde başlar; ama söz bittiği için başlamaz. O zaman farkedilir olur.”


Picard, sözün insanın varoluşuna dayanak oluşturduğunu da belirtir. Ona göre bir hayvan varlığını imgesiyle dile getirir. Hayvanda içsel ve dışsal olan, yani öz ve imge birdir. Bu nedenle hayvan göründüğü gibidir. İnsan ise göründüğü gibi olabilir, ama bu onun için bir zorunluluk değildir. Yazara göre insan sözüyle görünüşünün üstüne çıkabilir ve daha fazlası da olabilir.


Picard, sessizliği ise insanın merkezi olarak görür. Ona göre insan sessizlikte dirilişinin ve yok oluşunun ortasında yaşar. Sessizliği çeşitli bağlamlarda ele aldığı Sessizliğin Dünyası isimli eserinde ruhtaki derin sessizliği ise kelimelerine şöyle döker: “Sessizlik, ruhun enginliğinin doğal temelidir; ruhun sözündeki söylenemez olan, ruhu sessizliğe bağlar, onu [ruhu] sessizliğe aşina kılar.” Yazara göre birşeylerin dile getirilemez oluşunun temeli, onların insan tarafından yaratılmadığının ve biraraya getirilmediğinin de bir işaretidir.


Kitapta günümüz dünyasında gürültünün hâkim olduğu da vurgulanır. Sessizliğin kovulduğu bir dünyada suskunluk ve boşluk sessizlik zannedilir. Oysa böyle bir dünyada söz, ruh olarak değil, gürültü ve akustik şeklinde mevcuttur.


İlk baskısı 1948’de yapılan bu esere göre ‘sessizliği tarayan makineli tüfek’ ise radyodur. Radyo o dönemin en gelişmiş kitle iletişim aracıdır. Yazara göre radyo gürültü üreten ve sessizliği katleden bir makinedir. Radyodaki sözler havanda dövülmüş gibidir, içeriği önemsizdir. Ayrıca insanın tüm hissettikleri, istekleri ve bildikleri de radyodan ibaret olmuştur. Bir nevi insan radyo aracılığıyla var olmaktadır. Radyo hayatın her tarafını kuşatmıştır. İnsanlar radyo gürültüsüyle uyanır, uyumadan önce son duyduğu ses de aynı gürültüdür.


Radyo kişinin hep yanıbaşındadır ve onu umursar görünen tek şeydir. İnsanlara birşey empoze etmek için ise sadece radyo gürültüsüne karıştırmak yeterli olmaktadır. Picard’a göre radyo insanın hayatında o derece belirleyici olmuştur ki, sanki ‘Tanrı görevinden alınmış, yerine sürekli olan radyo gürültüsü atanmıştır.’

Picard’ın eserini kaleme aldığı dönemde televizyon yayıncılığı çok yeniydi, internet ve sosyal medya (YouTube, Twitter, TikTok vb.) ise daha hayal bile edilmemişti. Yazar günümüzde yaşasaydı, muhtemelen yeni medyaya dair şiddet dozu daha yüksek sözler sarfederdi. Onun radyoya dair ifadeleri günümüzün iletişim vasıtaları için de bütünüyle geçerli gerçekten. Hatta sosyal medya gürültüsünün söze ve sessizliğe atılan bir nükleer bomba gibi işlev gördüğü rahatlıkla söylenebilir.


Bununla birlikte gerçekte birer ilahi nimet olan teknolojik gelişmelere özü itibarıyla karşı çıkmak akıl kârı değil. Lakin günümüzde teknolojinin ekseriyetle insanlığın faydası için kullanıldığını söylemek de pek mümkün olmasa gerek. Aklını, kalbini ve ruhunu besleyen kitapları, şaheserleri okumaya vakit ayırmakta çok cimri davranan günümüz insanı, sosyal medyada cömertçe vaktini tüketmesini ise ciddi bir sorun olarak görmüyor ne yazık ki.


Sessizliğin Dünyası’nda çağın insanının dinleyebilme sorununa da dikkat çekilir. Sebep olarak ise sessiz kalabilme yeteneğinin yitirilişi gösterilir. Picard’a göre insanların çoğu içinde biriktirdiği sözleri ağzından saçmak için bekler. Bu hal ise yazara göre ‘hayvanî bir işlev’ olduğu için büyük bir kabalık, bir nezaketsizliktir. Ayrıca insan dinlemediği için anlatamaz. Zira dinlemek ve anlatmak bir bütünün parçalarıdır.


Anlatabilmek (ve anlaşabilmek) için öncelikle iyi dinlemek gerekir.

Picard, söz erbabının sözüyle konuşmayı bütünüyle zaptetmemeye özen gösterdiğini de belirtir. Söz erbabı muhatabına söz söyleyebileceği bir boş alan bırakır. Söz erbabı “sözüyle o kişiyi kendine çeker, ama o kişiyi tümüyle kendine saklamaz.” Bu ise monologu diyaloga dönüştüren, etkili bir empati sağlayan ne güzel bir hassasiyettir.


Hâsıl-ı kelam sözümüzü/özümüzü besleyecek, derinleştirecek ve ulvileştirecek sessizliklere ziyadesiyle ihtiyacımız var. Özellikle de Lavelle’in ‘asıl sessizlik’ olarak nitelendirdiği tefekküre dalmış ve yatışmış bir ruhun sessizliklerine...



ÖZETLER


Şükür ki bir duyma aralığımız var. Bu sınırlar olmasa yaşam bir eziyete dönüşürdü. Duyma aralığımızın başlangıcı 0 desibel olarak kabul ediliyor. Kulağımız 0-140 desibel arası sesleri algılıyor. Çevremizde bizi rahatsız etmeyen sesler 30-60 desibel aralığında olanlar.


Çağın insanının dinleyebilme sorunu var, çünkü sessiz kalabilme yeteneği yitirildi. Oysa insan dinlemediği için anlatamaz. Zira dinlemek ve anlatmak bir bütünün parçalarıdır. Anlatabilmek ve anlaşabilmek için öncelikle iyi dinlemek gerekir.


Sözümüzü/özümüzü besleyecek, derinleştirecek ve ulvileştirecek sessizliklere ziyadesiyle ihtiyacımız var. Özellikle de ‘asıl sessizlik’ olan, tefekküre dalmış ve yatışmış bir ruhun sessizliklerine...


Birer ilahi nimet olan teknolojik gelişmelere özü itibarıyla karşı çıkmak akıl kârı değil. Lakin günümüzde teknolojinin ekseriyetle insanlığın faydası için kullanıldığını söylemek de pek mümkün olmasa gerek.









bottom of page