SAFA MÜRSEL

Toplumsal krizleri çözme liyakatini ispatlamış vahiy ve akıl terkipli bir belgeden söz edeceğim. İnsaniyete yakışır bir medeniyetin inşasında, toplumsal sözleşme veya anayasal belge vasfı taşıyan ‘Medine Vesikası,’ bundan onbeş asır önce Hicretin beşinci ayında İslam Peygamberi Hz. Muhammed (asm) tarafından düzenlendi. Amaç, farklı inanç ve etnisiteye bağlı kaotik toplum yapısını, ortak iradenin rızası ile birarada yaşanabilir güvenli bir topluma dönüştürmekti.
HİCRET SÜRECİ
Medine, İslam’ın mesajını tanıma heyecanını duyan beldelerin ilkiydi. İslam’ı daha yakından tanıma arzusuyla vahyin elçisini beldelerine davet ettiler. Hicret, davete icabetin adıydı.
Medine İslami inkılabın ev sahipliğine başladı. Üstlendiği sorumluluk gereği göç almaya başlayan Medine’de yaşanabilir ortamın oluşması için Hz. Muhammed (asm) vakit kaybetmeden tedbirlere yöneldi. Acil bir tedbir olarak Mekkeli muhacirlerle Medineli Ensar arasında ‘Muâhât’ denilen manevi kardeşlik sözleşmesine öncülük etti. “İki grubu, manevi kardeşlikte biraraya getirdi.” Bu sözleşme, göçün getirdiği problemleri aşmanın ilk adımı idi.
Kaldı ki, Muhacirlerin kendilerine yeter hale gelmelerini arzu eden Hz. Peygamber’in Mekkeli arkadaşlarına ilk uyarısı, iş bulup hayatlarını düzene sokmaları idi. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Abdullah ibn Mes’ud gibi Muhacir sahabiler çalışmaya yöneldiler. Bazıları Medineli toprak sahipleriyle anlaşarak tarım alanlarını işletmeye başladılar. Ayrıca her bir Muhacir, bir Ensar ile kardeş yapılarak dayanışmayı güçlendirici yeni adım atıldı. Hatta kısa süreliğine de olsa, Muhacirlerin Ensara mirasçı olması kabul edildi. Bu dayanışma tablosu, İslam inkılabının ‘hayata’ yansımasıydı.
Hz. Muhammed’in hedefi bu dayanışma ile sınırlı değildi. Medine’de yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerle de iyi ilişkiler kurma arzusunda idi. Onları da biraraya getirerek dış tehditlere karşı yaşanabilir bir toplum arzu ediyordu. Bu amaçla gayrimüslim gruplarla görüşmeler yaptı. Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerin de güven içinde yaşayıp ticaretlerini yapabilecekleri bir ortama ihtiyaç duyduklarını zaten biliyordu. Barışı kurabilecek güvenilir niteliklere sahip en yetkin ve etkin kişinin Hz. Peygamber (asm) olduğu ümidi kısa sürede gayrimüslimlerde de uyanmıştı. Gayrimüslim gruplar, sosyal, siyasi ve ticari güvenlikleri için kısa süre önce mü’minler arasında düzenlenen ‘Muâhât’ denilen ‘Kardeşlik Sözleşmesine’ özenmiş ve imrenmişlerdi.
O sıralar ismi henüz Yesrib olan bu şehre İslam henüz gelmeden önce sosyo-kültürel dokuyu göçmen Nabitoğulları, Yahudi, Hıristiyan, putperest ve diğer pagan gruplar oluşturuyordu. Ne var ki, geçmişten gelen savaşlarla oluşmuş kutuplaşma had safhadaydı. Üstelik putperest Evs ve Hazrec kabileleri, İslamiyet’ten önce hem kendi aralarında, hem de Yahudilerle yaşadıkları savaşlarla bitkin düşmüşlerdi.
TOPLUMSAL SÖZLEŞME İHTİYACI
Gerilimli bir ortama geldiğini gören Hz. Muhammed (asm), tebliğ görevi gereği yaşanabilir bir ortam oluşturmayı gündemine aldı. Önce Yahudi ve müşriklerle ilgilendi. Taraflar arasında oluşan güven üzerine, gayrimüslim unsurlar Hz. Peygamber’den Medine’yi sosyal-siyasi açıdan yaşanabilir kılacak ortamın tesisi için bir sözleşme hazırlamasını istediler.
Hz. Muhammed (asm) anlaşma metnini hazırlama amacıyla sosyal dokuyu tanımak, demografik yapıyı görmek için ilk iş olarak, nüfus sayımı yaptırdı. Şehirdeki binbeşyüz civarındaki Müslümanın yaklaşık yarısı Mekkeli Muhacir, diğer yarısı Medineli Ensar idi. Değişik inançlara sahip müşrik Arapların sayısı yaklaşık dört bin, Yahudilerin sayısı da dört bin olmak üzere toplam nüfus onbin civarında idi.
Hz. Peygamber (asm) yirmi günde ceylan derisi üzerine yazdırdığı sözleşme metninden birer nüsha Yahudi toplumuna ve müşrik kabile temsilcilerine verdi. Vesikayı kendi aralarında müzakere eden muhataplar, Müslümanlara bağımlı hale gelecekleri endişesiyle önce kabulde tereddüt ettiler. Özellikle sözleşme metnini müzakere için toplanan Yahudi ruhani meclisinden sözleşmenin bazı hükümlerine ciddi itirazlar geldi. Müzakere sırasında kurul üyelerinden bazıları, bu metni kabul ederlerse taviz vermiş olacaklarını, hatta Müslümanlara bağımlı olacaklarını savunarak belgeyi kabulde isteksiz davrandılar.
Sonrasında Abdullah ismini alan bir sahabi olarak tanıyacağımız Yahudi alim Husayn bin Selam itiraz ve endişelere şu cevabı verdi: “Bu anlaşma metninde dinî bir hüküm veya dinî bir empozeyi çağrıştıran bir ifade yok. Bu metinde herkesin kendi dini üzere kalacağı, başkasının dinine karışılmayacağı açıkça belirtiliyor. Ayrıca bu anlaşma vesilesiyle Arapların tehdit ve saldırılarından da korunmuş olacağız. Bu şehirde asayişi, kamusal hakları ve güvenliği sağlayan her güç ve görüş bizce desteklenmelidir. Güç kılıçta değil, güç imanlı kalptedir. Muhammed her ikisine de sahiptir.” Bu sözlerin ardından ruhani meclisten sözleşmeyi kabul kararı çıktı. Diğer kabilelerin de imzalamasıyla Medine Vesikası yürürlüğe girdi.
Bu belgede, ‘Hicretten sonra süratle tekevvün etmekte olan siyasi-içtimai yapı’nın halli gereken öncelikli ‘siyasi ve içtimai meseleleri’ ele alınıyordu. ‘Ülke’ sınırlarının belirlenmesi, ‘yabancılarla olan münasebatın (harp ve siyasi münasebetler dahil) tanzimi’ gerekiyordu. ‘Teşekkül eden bu siyasi camiada, devlet iktidarının mümessili Peygamber ile olan mali, kazaî (adlî) ve askerî ilişkilerdeki (...) hak ve vecibelerin’ tesbiti öncelik kazanmıştı.
Yeni site devletinde anayasal fonksiyona sahip ve farklı toplum düzeni öngören bu sözleşme, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi ve müşrik kabileleri birarada yaşama iradesinde buluşturuyordu. Yürürlüğe giren Medine Vesikası imzacı taraflara inançlarında serbestlik getirmekle kalmıyor, siyasi gruplar arasında yardımlaşma ve eşitliği sağlamayı da amaçlıyordu. Sözleşme, her grubun meşruluğunu güvenceye alıyor, hak ve yükümlülükleri hakkaniyetle düzenliyordu.
Kutuplaşma ve rekabetten yorgun Yesrib halkı, Peygamber elinden çıkmış, medeniyet vaad eden bu belgeyi Medine Vesikası adıyla yeni dönemin yol haritası olarak kabul etti. Hicretin ilk yılında kabul edilen Medine Sözleşmesi, öngördüğü insani değerleriyle ve toplumsal sorunlara rızaya dayalı çözüm öngören içeriğiyle düşünce tarihindeki saygın yerini de böylece aldı.
ÖNE ÇIKAN İLKELER
Sözleşmenin belirgin özelliği, istişarî sürecin eseri olmasıydı. Sözleşmenin hazırlanmasında tarafların şartlarını ve beklentilerini tesbit ihtiyacı duyması, Hz. Peygamber’in istişareye verdiği değerin göstergesiydi. Mü’minlere Kur’an’ın istişare emrini (Şûrâ, 42:38) tebliğ eden Hz. Peygamber (asm), yaptığı müzakerelerde katılımcıların rızalarını almayı ve onları ortak menfaatlerde uzlaştırmayı esas almıştı.
Sözleşmede toplumun dinî, etnik ve kültürel bütün farklılıkları özenle dikkate alındı. Vesikanın 13. maddesi herkes için hukuk önünde eşitlik garantisi getiriyordu. Sorumluluk gerektiren bir fiilden, sadece o fiili işleyen sorumlu idi. Kimseye imtiyazlı muamele yapılmayacağı, herkesin yaptığı hareketin sonuçlarına katlanacağı, yine aynı maddenin ilkesiydi.
Bu düzenleme ile, belgenin imzalandığı güne kadar suçluyu aile ve kabilesiyle birlikte sorumlu tutan ilkel ‘adalet’ geleneği kalkıyor, 13. madde ile suçtan sadece fail sorumlu tutuluyordu. ‘Suç ve sorumluluğun şahsiliği’ ilkesi onbeş asır önce bu sözleşme ile hukuki güvenceye alınmıştı.
Medine Vesikasındaki sorumluluğun şahsiliği ilkesi sadece bir Peygamber öngörüsü ve tercihi değildi. Kur’an’ın beş sûresinde “Kimse başkasının sorumluluğunu üstlenmez” manasını içeren cümlelerle tekrarlanıyordu. Sorumluluğun şahsiliği esası sadece beşerî iradenin değil, daha önemlisi bu âyetlerle Allah’tan gelen vahyin güvencesi altına alınmış durumda idi. O güne kadar bir suçtan suçlunun aile veya kabilesini de sorumlu tutan anlayış Kur’an’ın hükmüyle kaldırılıyor, suç sadece failin şahsına yüklenerek, sözleşme sayesinde adalet sağlanıyordu.
Sözleşmenin 4 ilâ 11. maddesi arasındaki hükümler, antlaşmayı imzalayan her gurubun yükümlülüklerini yerine getirmede hakkaniyet ve adalete uygun davranmasını öngörüyordu.
Sözleşmenin 25. ve 42. maddelerine göre, hukukî ihtilaflarda tarafların önce kendi hukuklarına tâbi olacakları benimsendi. Bununla katılımcıların kendi inanç ve hayat tarzını yaşama hakkı güvenceye alınıyordu. Ancak tarafların anlaşamadığı durumda sözleşmenin 23. maddesi gereğince, ‘üzerinde ihtilafa düşülen çözümsüz konunun Allah’a [Kur’an’a] ve Muhammed’e götürüleceği’ emredici hükme bağlanmıştı. Bu hüküm, tarafların duygusal davranarak haksız ve yanlış karar almalarını engellemek ve adlî hataya meydan vermemek amacı taşıyordu.
Anlaşmayı imzalayan tarafların birbirinin hak ve güvenliğine saygılı olacağı 37. maddede öngörülmüştü. Dış ilişkiler sözkonusu olduğunda iç barış ve dayanışmanın korunması asıldı. Merhametli ve hayırhah olmak, hayatı yaşanabilir kılan düzenleyici bir ilkeydi.
Sözleşmenin 37/B maddesinde, taraflara sağlanan hakların kullanılmasında, can ve mal güvenliği alanında karşılıklı saygı ilkesi benimsenmişti. Bilerek zarar verme yasaklanmış, yasağı ihlal edenin cezalandırılacağı öngörülmüştü.
Toplum güvenliğini sağlamada herkes sorumluluğunu bilecekti. Kimse akdî kardeşlik ilişkisini bozacak şekilde hak ve hukuk ihlali yapmayacaktı. İhlal eden taraf, aleyhindeki sonuçlara katlanmak zorunda kalacaktı. Sözleşmenin 12. maddesi gereğince güvenliği bozan hareketlere müsamaha edilmeyecekti.
Belgenin birçok hükmü, imzacı tarafların kendi aralarındaki iç ilişkileri, barış ve savaş hallerinde bütün detayları ve sonuçlarıyla düzenlemektedir: “Gayrimüslimlerin hukukî müdevvenatının (…) kâbil-i tatbik olacağı gösterilmekle (…) bunların kazaî (yargısal) ve hukukî muhtariyete sahip olacakları kabul edilmiş” (m. 25-42) oluyordu.
VESİKA ÜZERİNDEN
İDRAK EDİLMESİ GEREKEN
FARKLILIK
Peygamber eliyle düzenlenmiş olması sebebiyle bu sözleşme, inanç boyutu yanında toplumsal alanı da düzenleme ve denetleme yetkisine sahipti. İslam’da dinî ve sosyal alan ayrımı olmadığı gibi, sözleşmede de böyle bir ayrım yapılmadı. Sözleşmenin tamamında dinî alan kadar sosyal alanı da düzenleyici atıflar vardı.
Çünkü İslamiyet, din ile dünya ayrımı yapmayan bütüncül bir bakışa sahipti. Bu konuda İslam düşüncesi ile Batı düşüncesi arasındaki farka özellikle işaret edilmelidir. Krallık ve Kilise işbirliğiyle oluşan baskıya karşı Fransız İhtilaline öncülük edenlerden J.J. Rousseau (ö. 1778), ‘İslam’da dinî olan ile toplumsal olanın uyum içinde birarada bulunduğu,’ yani bu iki alanı İslam’ın terkip ve mezc ettiği, “Hıristiyanlığın (kilisenin) ise bu terkibi başaramadığı görüşündedir.”
Din ile toplumsal olanın uyum içinde terkibini gerekli gören, din-dünya ayrımı yapmayan Rousseau’nun bu görüşü, çağdaş İslam düşünürü Said Nursi’de daha kapsayıcı şekilde ‘kevnî-ontolojik’ boyutuyla yer bulur: “Âlem-i insaniyet ve İslâmiyet’te üç muazzam mesele olan iman, hayat ve şeriattır.” Toplum hayatının teşekkülünde ‘üç muazzam mesele’ olarak ifade edilen bu kavramlar, ‘dinî olan ile sosyal olanı terkip’ (kaynaştırma-bütünleştirme) sürecinde toplumsallaşmanın merhalelerini teşkil eder. ‘İnsanlık âleminde’ her toplumun inşasında Bediüzzaman’a göre kutsala inanma ihtiyacı en öndedir, ‘hayat ve şeriat’ safhaları onu takiben gelir.
Din ile dünyayı terkibi öngören bu anlayış, Kur’an’dan aldığı dersle Hz. Muhammed’e (asm) Medine Sözleşmesi’ni düzenleme imkânı vermişti. Sözleşmenin hazırlanmasında dinî olan ile sosyal olanın terkibinde temel referans, Kur’an’ın hayatı düzenleyici hükümleri ile akla verdiği değer idi. Çünkü Kur’an, dinî olan ile sosyal olanı ayırmadığı gibi, iki alanın bütünlüğünü öngörür. Yaratıcı kudretin nazarında yaratılmışların ve hayatın birliği asıldır. Tevhid inancı bu alanda da belirleyicidir.
Batıda laikliği kurumlaştırma ihtiyacı, sosyal olanı din ile terkip yetersizliğinden doğdu. Çünkü Hz. İsa (as) kısa süren peygamberliğinde ‘iman’ tebliğinde bulunmuş, fakat hayatı düzenleyen yeni bir şeriat getirmemişti. Buna karşılık, din ile hayatı terkip özelliği Kur’an’ın esasını teşkil eder. Hz. Muhammed’in vahyin rehberliğinde Miladî yedinci asırda hazırladığı sözleşmede insan hakları ile toplumsal haklara sağlanan garanti, krallık yönetimlerinde Fransız İhtilaline kadar Batının gündemi değildi.
Dinî olan ile sosyal olanın düzenlenmesi konusunda iki inanç sistemi arasındaki bu temel farkı dikkate almadan sağlıklı Doğu-Batı analizi yapmak mümkün değildir. Bunun içindir ki, ‘İslam’da dinî olan ile toplumsal olanın uyum içinde bulunduğunu’ söyleyen Rousseau, ‘İslam siyaset düşüncesini hem müsteşriklerden hem de İslam dünyasında yaşayan bazı laiklerden daha iyi idrak etmiş’ dürüst bir düşünür olarak karşımıza çıkıyor.
İslam ve yönetim konusunu bu bağlamda elen alan Tunuslu çağdaş fikir ve devlet adamı Raşid el-Gannuşî, (d. 1941) ‘yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkinin bir sözleşme ilişkisi olduğunu,’ Batının ise bu gerçeği idrak için on asır beklediğini ifadeyle şunları söylüyor: “Papalığın ve ilahlaşmış kralların yönetiminden sözleşmeye dayalı yönetim ilişkisine geçiş, Batının İslam’la kurduğu köprü sayesinde gerçekleşti. İdare edenlerle edilenler arasındaki köprü, J. J. Rousseau, J. Locke, Montesquieu gibi filozoflar tarafından İslam’daki sözleşme felsefesi sayesinde keşfedildi.
Avrupa feodal beylerin ve onların ilham kaynağı papaların kelepçeleri altında ezilirken aniden hayatlarına giren İslam kültürü (…) bugünkü modern kimliklerini onlara keşfettirdi.” İslam’ın insana verdiği temel hakları aydınları sayesinde keşfeden Batı insanı, bu hakları krallarından ancak ihtilalle alabildi. İslam ise bu hakları bizzat garanti etmişti.
İNSAN HAKLARI BELGELERİ KARŞISINDA
MEDİNE SÖZLEŞMESİNİN YERİ
Tarafların serbest iradeleri ile imzaladığı Medine Vesikası farklı kesimlere tanınmış sosyal, siyasi, hukuki hak ve yükümlülükler paketiydi. Hicretle İslam’ın tebliğe başlandığı Medine’de Yahudi, Hıristiyan ve putperest topluluklarla imzalanan sözleşme, tarafları bağlayıcı hükümleriyle anayasal özellikler de taşıyordu.
Bugün küresel alanda uygulanan insan hakları sözleşmeleri ile uluslararası barış ve güvenlik antlaşmaları ya büyük bir savaş veya kanlı bir ihtilal sonunda hayata geçtiler. İngiltere’de 1215’te imzalanan Magna Carta, kralın halk üzerindeki keyfî yetkilerini sınırlandırmak için çıkan isyan üzerine kabul edildi. Belgeden altı asır önce düzenlenen Medine Vesikasının yönetimde eşitlik, özgürlük ve toplumsal rızayı öngörmesi, din ve düşünce tarihi açısından kayda değer farkı ve özelliğidir.
Keza Amerika’nın İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinin eseri olan 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ile Fransa’nın 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi gibi belgeler, Batıda ancak savaş ve isyanlardan sonra kabul edilebildi. Fakat Medine Vesikası, Hicretin birinci yılında farklı din ve kabile mensupları arasında herhangi bir gerilim, isyan ve savaş yaşanmadan Peygamberden gelen tasarının müzakeresi sonucu hayata geçti. Sözleşmeyi kabul eden Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve müşrik taraflar, bundan onbeş asır önce, İslam Peygamberinin öncülüğünde her türlü farklılığı toplumsal dayanışmaya dönüştürüp özgürlükle taçlandırmanın örneğini verdiler.
Vesikanın satır aralarına girildiğinde, çağdaş toplumlarda yaşanan can yakıcı gerilim ve bunalımların temelinde, Medine Vesikasındaki insani değer yargılarına yabancılaşmanın yattığı kolayca görülecektir. Çünkü o belge, onbeş asır önce ‘medeniyette geri çapulcu kabileleri’ insanlığı imrendirecek bir zihniyet devrimiyle medeni hayata taşıdı. Farklı inanç ve düşünce mensupları, geçmişlerinin kötü hatıralarından kurtularak Peygamber eliyle düzenlenen bu sözleşme sayesinde, her asır insanının ihtiyaç duyduğu insaniyete yakışır bir hayata kavuştular.
Medine Sözleşmesi, özgür, çoğulcu ve katılımcı ilkeleriyle günümüz ulus devletleri için potansiyel tehdit kabul edilen sosyal, siyasi, etnik, dinî farklılıkları sorun olmaktan çıkaran barışçı toplum tasavvurunun somut örneği olarak önümüzde duruyor. Kendisini güncelleyecek taliplerini bekliyor.
Bir nebînin düzenleyici sorumluluk aldığı bu belge ile İslam coğrafyası fikren ve fiilen tekâmül ediyor, Saadet Asrının temelleri üzerinde İslam siyasi değerleri vücut buluyor ve ‘nübüvvet devleti’ doğuyordu. Siyasi ilişkilerin esasını oluşturan şey, itaate mahkûmiyet değildi. Özgür iradenin gönüllü kabul ve rızayı öngören sözleşme fikriydi. Sözleşme, yönetimde kamusal alan ile özel alan ayrımı getiriyor, kamu mülkü ile kişisel mülk ayrımı öne çıkıyordu. Devlet başkanlığı babadan oğula geçen bir miras veya şahsî bir mülk değil, emanet olarak kabul edilmişti.
‘Emanet’ kavramının yönetime ne anlama geldiği Nursi’nin bir eserinde daha da açıklığa kavuşturulmuştur. Buna göre, ‘emanet’ hür bir milletin ‘şûrâya müstenid’ iradesi ile bir şahsın devleti temsil ve yönetim yetkisiyle yetkilendirilmesi anlamına gelmektedir. Bu siyasi değerler, Râşid Halifeler döneminde somutluk kazanıp ete kemiğe bürünmüştü. Dört halifeden her biri devlet başkanlığı makamına mirasla ya da galibiyetle (kuvvetle) değil, toplumun rıza ve istişaresiyle geçmişti. Nursi’nin ifadesiyle, “Hulefa-yı Raşidîn hem halife, hem reis-i cumhur idi (…) Fakat mânâsız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.”
İslam’ın sosyal ve siyasi hayatı düzenleme pratiğinde belirleyici vasfı ile öne çıkan Medine Vesikası medeni toplum beklentilerine cevap verme kapasitesiyle tarihe iz bırakmıştı.
MEDİNE VESİKASINDAKİ ‘ÜMMET’
Sözleşmenin 2. maddesindeki “Bu Vesikayı imzalayanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil eder” cümlesindeki ‘ümmet’ kavramı ilginç bir anlam taşıyor. Gayrimüslim toplulukların da imzaladığı bu sözleşmede ‘ümmet’ kavramının kullanılması dikkat çekicidir. Zira Müslümanlar arasında ümmet münhasıran “Hz. Muhammed’e iman edip ona tâbi olan kitleler” anlamında itikadi bir çağrışımla kullanılır. Oysa sözleşmede, bu sözleşmeye imza koyan gayrimüslimler de ümmet içerisinde ifade edilmektedir.
Belgedeki ümmet kavramını irdeleyen çağdaş bir akademisyen olarak Muhammed b. Muhtar el-Şankıtî, ‘ümmet (millet-ulus)’ kavramının sadece itikadi birlikteliği değil, siyaset, ekonomi, güvenlik ve savaş konularındaki ittifakı da düzenlediği görüşündedir. Medine Vesikasının farklı inanç ve ırkların mensuplarıyla imzalanmasının insanlık tarihindeki öncülüğüne işaret eden Şankıtî, şöyle diyor “. . . Şunu belirtelim ki, modern zamanlara kadar açık şekilde bilinmeyen coğrafi anlamdaki ‘ümmet’ (millet-ulus) kavramını Medine Anayasasında bulabiliyoruz.”
Şankıtî, eserinin başka bir yerinde ise, devlet “Medine Yahudileri, Necran Hıristiyanları ve Hicr Mecusîleri gibi Müslüman olmayan toplulukların katılmasıyla birlikte bir ahd (sözleşme) olarak sınırlarını genişletti (...) Siyasi ilişkilerin eksenini ve devletin esasını oluşturan şey sözleşme fikriydi” diyor. Taraflar arasında imzalanan bu sözleşme ile ümmet kavramı, ‘itikadi’ anlamı yanında siyasi ve coğrafi anlam boyutu da kazanıyordu.
Medine Vesikası, farklılıkları kabullenen bir toplumun yol haritası olarak ortaya çıktı. Sözleşmede, antlaşma şartlarına bağlı kalma anlamında ‘ahde vefa’ ilkesinin öne çıktığı görülmektedir. Antlaşmayı hazırlayan Hz. Muhammed’in (asm) güvenilir kişiliği, ahde vefa ilkesini daha da anlamlı ve bağlayıcı hale getirmiştir. Nitekim, antlaşmanın imzalanmasıyla Evs ve Hazrec kabileleri arasında ihtilaf çıkması riskinin ortadan kalkması sayesinde toplum güvenliği daha korunaklı hale gelmiştir.
Kısas cezasının yaygın biçimde uygulandığı İslam öncesi Medine’sini nazara alırsak, 23. ve 42. madde ile yaşama hakkına ilişkin düzenleme dikkat çekicidir. Ölüm cezası gerektiren suçların antlaşma gereğince Allah’a ve Peygambere götürülmesi öngörülmüştür. Cezaların adil olması ve dikkatli uygulanması düşüncesi, bağımsız ve güvenilir yargının süratle oluşmasını sağlamıştır.
Medineli Müslümanların başta Hz. Peygamber olarak hak kavramına gösterdikleri özen ve hakkaniyetli tutum ile birlikte antlaşmaya hükmeden adalet vurgusu, İslam’ın tanınarak yayılmasında etkili sebeplerin başında geliyor.
Bir peygamber eliyle hazırlanan Medine Vesikası, hakkı merkeze aldı. Ahlakı bütün incelik ve hassasiyetiyle kişisel-kamusal alana taşıdı. Adalet, hürriyet, eşitlik, çoğulcu-katılımcı yönetim ilkeleriyle hukuka bağlı devleti hayata geçirmekle ‘Asr-ı Saadet’in bir ütopya değil, yaşanabilir bir gerçeklik olduğunu gösterdi.
Sözleşmenin onbeş asır önce hayata geçirdiği ilkeler, insanlığın gündeminde aranan değerler olmaya devam ediyor. Bu haliyle Medine Vesikası, kendinden sonraki asırlara ilham kaynağı olma kapasitesi ve güncelliğiyle önümüzde duruyor.
ÖZETLER
Hz. Muhammed’in Medine’deki hedefi mü’minler arasındaki dayanışma ile sınırlı değildi. Medine’de yaşayan Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerle de iyi ilişkiler kurma arzusunda idi. Onları da biraraya getirerek, dış tehditlere karşı yaşanabilir bir toplum arzu ediyordu.
Gerilimli bir ortama geldiğini gören Resûlullah, tebliğ görevi gereği yaşanabilir bir ortam oluşturmayı gündemine aldı. Önce Yahudi ve müşriklerle ilgilendi. Taraflar arasında oluşan güven üzerine, gayrimüslim unsurlar Hz. Peygamber’den Medine’yi sosyal-siyasi açıdan yaşanabilir kılacak ortamın tesisi için bir sözleşme hazırlamasını istediler.
Hz. Peygamber anlaşma metnini hazırlama amacıyla sosyal dokuyu tanımak ve demografik yapıyı görmek için ilk iş olarak nüfus sayımı yaptırdı. Şehirde müşrik Araplar ile Yahudilerin sayısı yaklaşık dörder bin idi. Müslümanlar ise nüfusun henüz sadece yüzde onbeşini oluşturuyordu.
Kutuplaşma ve rekabetten yorgun Yesrib halkı, Peygamber elinden çıkmış, medeniyet vaad eden bu belgeyi yeni dönemin yol haritası olarak kabul etti. Hicretin ilk yılında kabul edilen Medine Sözleşmesi, öngördüğü insani değerleri ve rızaya dayalı çözüm öngören içeriğiyle düşünce tarihindeki saygın yerini böylece aldı.
Sözleşmenin “Bu vesikayı imzalayanlar diğer insanlardan ayrı bir ümmet teşkil eder” cümlesindeki ‘ümmet’ kavramı ilginç bir anlam taşıyor. Sözleşmede, bu sözleşmeye imza koyan gayrimüslimler de ümmet içerisinde ifade edilmektedir.
Medine Sözleşmesi, özgür, çoğulcu ve katılımcı ilkeleriyle günümüz ulus devletleri için potansiyel tehdit kabul edilen sosyal, siyasi, etnik, dinî farklılıkları sorun olmaktan çıkaran barışçı toplum tasavvurunun somut örneği olarak önümüzde duruyor. Kendisini güncelleyecek taliplerini bekliyor.
Medine Vesikası, farklılıkları kabullenen bir toplumun yol haritası olarak ortaya çıktı. Sözleşmede, ‘ahde vefa’ ilkesinin öne çıkarıldığı görülmektedir. Antlaşmayı hazırlayan Hz. Peygamber’in güvenilir kişiliği, ahde vefa ilkesini daha da anlamlı ve bağlayıcı hale getirmiştir.
Bir peygamber eliyle hazırlanan Medine Vesikası, hakkı merkeze aldı. Ahlakı bütün incelik ve hassasiyetiyle kişisel-kamusal alana taşıdı. Adalet, hürriyet, eşitlik, çoğulcu-katılımcı yönetim ilkeleriyle hukuka bağlı devleti hayata geçirmekle ‘Asr-ı Saadet’in bir ütopya değil, yaşanabilir bir gerçeklik olduğunu gösterdi.
Medine Sözleşmesinin onbeş asır önce hayata geçirdiği ilkeler, insanlığın gündeminde aranan değerler olmaya devam ediyor. Bu haliyle Medine Vesikası, kendinden sonraki asırlara ilham kaynağı olma kapasitesi ve güncelliğiyle önümüzde duruyor.