MURAT KURU

Açıkdeniz’in 14.sayısında Jason Hickel’in Çoğu Zarar Azı Karar kitabından örneklerle kapitalizmin büyüme, ne olursun olsun herşeye rağmen büyüme takıntısının gezegenimize verdiği zararları anlatmaya çalışmıştık. Şimdi ise bu tehlikeye ve zararlı gidişe karşı yapabileceklerimizi kitaptan örneklerle düşünmeye çalışacağız.
Bize çizilen çemberin, gösterilen sınırların içinde kaldığımız sürece başka bir dünyanın, farklı bir düzenin hayalini kuramayız. Oyunu kurallarına göre oynamamızı isteyenlere artık oyunun kendisinin değişmesi gerektiğini söylemenin ve bunu ısrarla savunmanın zamanı geldi de geçiyor. Yoksa oyunun içinde kaldığımız sürece yensek de yenilsek de halimiz maç sonu hepsinin aynı torbaya konduğu satranç taşlarına benziyor. Şah da, piyon da aynı durumda oluyor. Kurallarını başkalarının belirlediği, sınırlarını hiç değişmesini istemeyenlerin çizdiği bir sistemi, o sistemin kuralları ile değiştiremeyiz. Artık oyunu kurallarına göre oynamanın değil, oyunu baştan sona değiştirmenin vakti.
Zihin dünyamıza çizilen ilk sınır, kaynakların kıt olduğu. Yazar bu kıtlığı yapay olarak niteliyor, çünkü aslında bir kaynak yetersizliği sözkonusu değil. Toprak aynı toprak, su aynı su, orman aynı orman; fakat insanların bu kaynaklara erişimi kısıtlanıyor ve adil bir ulaşım hakkı ellerinden alınıyor. Sorun kaynakların kıt olması değil, adaletsiz dağıtılması. Bunun sonucunda yoksullaştırılıp aç bırakılan topluluklar her koşulda çalışma ve her tür insanlık dışı şartı kabul etmeye zorlanıyor, mecbur bırakılıyor.
1786 yılından bir rahip bu durumun tasvirini şu şekilde yapıyordu:
“Kanun gücünü dayatmak için pek çok sorunla, şiddetle, gürültü patırtıyla baş etmek gerekebilir; oysa açlık hem son derece sessiz, sakin, imtina edilmesi imkânsız bir baskıdır, hem de üretkenlik yönünde en doğal dürtüdür, canla başla çalışmayı teşvik eder. Açlık en vahşi hayvanı bile uysallaştırır, en vahşi, en dik kafalı, en sapkın insana bile terbiyeli, medeni, itaatkâr olmayı, boyun eğmeyi öğretir.”
Yine nüfuzlu bir İskoç tüccar, yoksulluğu sanayileşmenin vazgeçilmez bir koşulu olarak görüp şöyle demişti:
“Yoksulluk, toplumdaki bireyin fazla emeğini bir kenara ayıramadığı, başka bir deyişle çeşitli hayat gaileleri için sürekli çalışması karşılığında eline geçenin dışında bir mülk ya da geçim kaynağı elde edemediği hal ve koşuldur.”
Kamusal kaynaklara ulaşımın kısıtlanması, zorlaştırılması ve bir avuç seçkine has kılınması aynı zamanda insanların mülksüzleştirilmesi süreciyle beraber yürüyordu. Böylece bulundukları yerden, yurttan, topraktan şehirlerin varoşlarına göç etmek zorunda bırakılan milyonlara karnını doyurmaya zar zor yetecek çok düşük ücretlerle çalışmaktan başka bir çare kalmıyordu.
Yazar ilk başta bolca bulunan şeylerin kıtlaştırılmasının en simgesel ve tarihsel örneklerinden biri olarak İngiliz idaresinin Hindistan’da uyguladığı tuz vergisini anlatıyor. Tuz Hindistan’ın sahilleri boyunca para vermeden elde edilebilen, eğilip toplayabildiğiniz birşeydi. Fakat İngilizler sömürge idaresine gelir elde etmek için oluşturulan bir proje kapsamında halkı tuz toplayabilme hakkını satın almaya zorladı. Kamusal varlığın şahsî zenginliğe kurban edilmesi, büyüme için müştereklerin sabote edilmesi gerekiyordu. Günümüzde bu sistemin rakamlara ve eşitsizliğe yansıması en yoksul yüzde 60’lık kesimin dünyanın toplam gelirinden aldığı payın yaklaşık yüzde 5 olması suretinde oluyor. En zengin yüzde 1, dünyadaki varlığın yaklaşık yüzde 50’sini elinde bulunduruyor.
Bu adaletsiz ve zalim sisteme çözüm olarak işe yarayan formülü, yazar şu şekilde özetliyor: Eşitsizliği azalt, kapsayıcı kamu varlıklarına yatırım yap, gelir ve fırsatları daha adil dağıt. Bir diğer çözüm yönetimi, Emmanuel Saez ve Gabriel Zucman gibi iktisatçıların 1 milyar doların üstündeki varlıklardan yıllık yüzde 10 marjinal vergi alınmasını önermesi. Böylece varlık dağılımı biraz daha adaletli hale gelmiş olacak. Yazarın katıldığım ifadesiyle sonuçta bu kadar büyük tür bir varlığı hiç kimse ‘hak etmiyor.’ Başka bir dünyanın, düzenin, sistemin mümkün olabildiğini hayal edebildiğimizde bu tür alternatif çözümlere, sistemlere, yollara doğru adım atabiliriz.
Ortak kamusal zenginliklerin şahsî zenginleşme ve servet transferi için kullanılması bugün de yaygın kullanılan bir yöntem. Bu ise Kur’an’ın “Bu mallar ve servet sizden sadece zengin olanlar arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın” (Haşr, 59:7) emriyle uzak durmamız, düzelmesi için itirazda bulunmamız, mücadele etmemiz gereken bir kötülük ve kötüye kullanım.
Bir Kur’an hâdimi ve tilmizi olarak Bediüzzaman, bu dersten olsa gerek, şu satırları yazmıştır:
“İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.
Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyarla girmemiş. Şu medeniyet-i hazıra onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esaret.
Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekavet. Yüzde onu çıkarmış muzahraf bir saadet.
Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zalim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.
Lâakal ekseriyete olsa medar-ı necat. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’an, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:
Umuma, ya eksere verirse bir saadet.”
Kitap gezegenimize büyüme ve tüketim odaklı yaşamımızla verdiğimiz zararı azaltmak için sıraladığı önlemlere, “Planlı Eskitmeyi Bırakma” başlığıyla başlıyor. Satışlarını ve karlarını arttırmak için şirketler ürünlerini daha çabuk bozulacak, eskiyecek şekilde üretmeye başladı. General Motors’un başını çektiği bir grup şirket ürettiği ampullerin kullanım ömrünü 2500 saatten 1000 saat ve aşağısına çekince satışları ve kârları fırladı.
Eskiden evladiyelik olan beyaz eşyaların ömrü bugün on yılı zor geçiyor. Eskinin daha düşük teknoloji ve imkânlarıyla çok daha uzun ömürlü üretilen ürünlerin ömrü bugün teknoloji ve imkânların hayallerimizi zorlayan noktaya gelmesine rağmen gitgide kısalıyor. Çünkü satışların büyümesi ve en yüksek kârın edinilmesi için ömürlerinin kısa olması gerekiyor.
Verilen örneğe göre, çamaşır makinesi ve cep telefonlarının dört kat daha uzun ömürlü olması halinde bu alandaki tüketimimiz yüzde 75 oranında azalacakmış. Ürünlerin kullanım ömürlerinin artması sadece tüketimi ve zararı azaltmayacak, aynı zamanda belli aralıklarla yenilenmesi gerektiğine dair psikolojik baskının azalmasına, çiftlerin daha az kavga etmesine, ruh sağlıklarının daha iyi olmasına da hizmet edecektir.
Diğer çok önemli bir adım reklamların azaltılması. Başlangıçta gerçekten ihtiyacımız olan ürünlerin özelliklerini anlatmaya yarayan reklamlar Sigmund Freud’un yeğeni Edward Bernays tarafından geliştirilen reklam teorileriyle insan psikolojisini manipüle etmenin ana akımlarından biri oldu. Kaygılarımıza, korkularımıza, komplekslerimize fısıldayarak çözüm olarak kendi ürünlerini sunuyorlardı. Herhangi bir ürünü sosyal bir statüye kabul edilmenin, belli bir sınıfın üyesi olmanın göstergesi yahut cinsel gücün belirtisi olarak pazarlayabilirdiniz. Gerçekten ihtiyacınız olup olmamasının bir önemi yoktu artık. Çünkü neye ihtiyacınız olup olmadığını sizden çok reklamcılar biliyor ve belirliyordu.
Günümüzde büyük bir manipülasyon aracına dönüşen reklamcılığa karşı kota ve kısıtlamalar getirebiliriz. Yirmi milyonluk Sao Paulo şehri büyük bir adım atarak şehrin önemi merkezlerini reklamlardan arındırma kararı aldı. Paris de benzer adımlar atarak dış mekân reklamlarını azaltmaya, hatta okullara yakın bölgelerde doğrudan yasaklamaya başladı. Merkezî kamusal alanları reklamdan arındırmaya veya azaltmaya yönelik bu kararların sonucu insanların mutluluğunun ve özgüvenlerinin artması oldu. Bu yönde atılacak adımların artması hem tüketimi azaltacak, hem de insanların zihinlerini rahatlatacaktır.
Üçüncü adım, sahiplikten kullanıcılığa geçmek. Bazı eşya ve ürünleri kullanmaya nadiren ihtiyaç duyarız. İhtiyaç duyanların ihtiyaç duydukça alıp kullanabilecekleri depolama alanlarının olması, yılda birkaç kez kullanacağımız ya da işimizin düşeceği ürünleri almak zorunda kalmayacağımız için, tüketimi azaltacaktır. Böylece hem zamandan hem paradan tasarruf yapabiliriz.
Yazarı her karşısına çıktığında şaşkına çeviren istatistik her yıl dünyada üretilen gıdanın yüzde 50’ye yakın bir kısmının çöpe gitmesi. Gelişmiş yüksek gelirli ülkelerde bunun başlıca sebebi olarak kozmetik açıdan mükemmel olmayan sebzelerin çöpe gitmesi, agresif reklam politikaları, yüksek indirim kampanyaları ile ihtiyaçtan fazla ürünün alınması gösteriliyor. Düşük gelirli ülkelerde ise, kötü nakliyat ve saklama koşulları sebebiyle ürünlerin çürümesi, bozulması. Gıda israfı sadece gıda israfı olmuyor. Gıdanın tüketiciye gelene kadar tükettiği enerji, su, toprak, gübre gibi birçok tüketim kalemi var.
Bu israfın önlenmesi aynı zamanda bir imkân ve fırsat da sunuyor. Çıkartılacak ve uygulanması takip edilecek kanunlarla gıda israfı düşürülebilir. Gıda israfının azaltılması tarım sanayisinin büyümesini durdurduğu gibi, küçültebilir de. Böylece gıda ihtiyacımızı azaltmaya ihtiyaç duymadan tarım sanayisinin tabiata verdiği zararı azaltabiliriz.
Büyümek, hiç durmadan büyümek, tüketimimizi arttırmak bizi daha mutlu, huzurlu yapmadığı gibi, içinde yaşadığımız gezegeni de yaşanmaz hale getiriyor. İhtiyacımız olduğundan değil sürekli akrabalarımız, arkadaşlarımız, komşularımızla kendimizi kıyaslayıp onların sahip oldukları sebebiyle kendimizi eksik ve yetersiz hissediyoruz. Bu açığı kapatmak için daha çok eşyayla dünyamızı dolduruyor, ama hayatımızı daraltıyoruz. Kazananı olmayacak bir yarışın gönüllü yarışmacıları oluyoruz. Bu yarışta birinci olmak değil, bu yarışa katılmayı reddetmek bizi huzura götürecektir. Yarışmak bizi birbirimize rakip kılarken paylaşmak paydaş yapıyor.
Bu kadar büyük eşitsizlik, adaletsizlik, zulüm ve zarara sebep olan insan yapımı zihinsel ve mekânsal sınırlar yine insan eliyle çoğunluğun refahı, huzuru ve mutluluğu için yeniden çizilebilir. Yeter ki buna cesaretimiz, ümidimiz ve gayretimiz olsun.
Nihayetinde herşey hayal etmek ve düşünmekle başlıyor. Cesur bir yürek ve cesur bir ses altmış yıl önceden şöyle seslenmişti:
“Bugün bir rüyam var benim. Bir rüyam var. Gün gelecek, bütün vadiler yükselip bütün tepeler ve dağlar alçalacak, engebeli yerler düzlük yapılıp, girintilerle çıkıntılar düzleşecek ve Allah’ın şanı yeryüzüne inecek, bütün canlar hep birlikte görecek onu. Bizim umudumuzdur bu.”
(Martin Luther King)
ÖZETLER
Bize çizilen çemberin, gösterilen sınırların içinde kaldığımız sürece başka bir dünyanın, farklı bir düzenin hayalini kuramayız. Oyunu kurallarına göre oynamamızı isteyenlere artık oyunun kendisinin değişmesi gerektiğini söylemenin zamanı geldi.
Sao Paulo şehri büyük bir adım atarak şehrin önemi merkezlerini reklamlardan arındırdı. Paris de benzer adımlar atarak dış mekân reklamlarını azaltmaya, hatta okullara yakın bölgelerde doğrudan yasaklamaya başladı. Bu kararların sonucu, insanların mutluluk ve özgüvenlerinin artması oldu.
Büyümek, hiç durmadan büyümek, tüketimimizi arttırmak bizi daha mutlu, huzurlu yapmadığı gibi, içinde yaşadığımız gezegeni de yaşanmaz hale getiriyor. İhtiyacımız olduğundan değil sürekli kendimizi başkalarıyla kıyaslamamız sebebiyle kendimizi eksik ve yetersiz hissediyoruz.
Kazananı olmayacak bir yarışın gönüllü yarışmacıları gibiyiz. Bu yarışta birinci olmak değil, bu yarışa katılmayı reddetmek bizi huzura götürecektir. Yarışmak bizi birbirimize rakip kılarken, paylaşmak paydaş yapıyor.