top of page

İyiliğin Sıradanlığı

MURAT KURU


Hannah Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı kitabının yazım süreci, Adolf Eichmann’ın yargılanma sürecini The New Yorker dergisi adına takip etmeye başlamasıyla başlar. Eichmann, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımında rol oynamış isimlerden biridir. Bundan dolayı İsrail gizli ajanları tarafından aranmaktadır ve 11 Mayıs 1960’ta Arjantin’in başşehri Buenos Aires’in kenar mahallelerinden birinde yakalanarak İsrail’e getirilir. 11 Nisan 1961’de de İsrail mahkemelerinde yargılanmaya başlar.



Eichmann, milyonlarca Yahudinin organize ve sistemli bir şekilde yok edilecek yerlere götürülmesi için oluşturulan iletim ve nakliye ağının kurulması ve sorunsuz işletilmesinde büyük bir rol oynamıştır. Milyonlarca insanın ölümünde sorumluluğu olan bir kişinin hiçbir vicdan kırıntısı taşımayan bir cani, psikopat bir canavar, acı vermekten zevk alan bir sadist, bir şeytan, insanlarla normal iletişim kuramayacak, akşam evine gidip çocuklarıyla güzel bir akşam yemeği yiyip onlara iyi veya normal şeylerden bahsedemeyecek biri olmasını bekler ve hayal ederiz. Bu düşünce aynı zamanda bize kendimizi kötülük çemberinin dışında tutma, büyük suç ve kötülükler yapmaktan uzak olduğumuza inanma imkânı da verir. Çünkü böyle büyük kötülük ve zulümler ancak şeytanın temsilcisi, vicdan yoksunu, acı vermekten zevk alan insanlar tarafından işlenebilir! Biz ise bu tür şeyler yapmayacak, yapamayacak kadar sıradan ve normal insanlarız diye düşünürüz.

Fakat Arendt duruşmayı ve Adolf Eichmann’ı izledikçe görür ki, beklenenin tam tersine, şaşırtıcı biçimde ‘normal’ biridir Eichmann.


Herhangi bir ruhsal rahatsızlığının olup olmadığının tesbit edilmesi için altı psikolog tarafından ayrıntılı ve uzun bir şekilde değerlendirilip muayene edilmiş; ama hiçbir psikiyatrik ya da davranışsal bozukluğu bulunamamıştır. Şaşırtıcı şekilde, normalden de normal biridir. Duruşma salonundaki herhangi biri kadar sıradan ve normaldir. Arendt’in ifadesiyle sorun tam da budur. Hannad Arendt bu durumu kitabına da ismini veren ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramıyla açıklar ve anlamlandırır. Eichmann’ın durumu gösterir ki, çok büyük kötülükler ve vahşetler çoğu zaman sıradan dediğimiz insanlar tarafından işleniyor. Eichmann gibi onlarca insanın işlediği kötülükler sapık ya da sadist olmalarından değil, ne yazık ki eskiden de, şimdi de dehşet verici biçimde normal olmalarından kaynaklanmıştır.


Nitekim, mahkemedeki savunmasında Eichmann “Beni öyle göstermeye çalışsalar da ben canavar değilim. Bir safsataya kurban gittim” bile diyebilmiştir. Kendi görüşüne göre, sadece verilen emirleri uygulamıştır. İyi bir vatandaş olmaya çalışmıştır. Sorun ve sorumluluk varsa bile, kendisinde değildir; kendisini o duruma, o şartlara sürükleyen bozuk sistemde, kanunlardadır. Savaş sonrası yargılamalarda Nazilerin en sık kullandığı ve başvurduğu savunma olacaktır bu. Sadece verilen emirleri uygulamışlardır. Kendi ifadeleriyle “Befehl ist Befehl (Emir emirdir).”


Bu savunma Eichmann’ı insanlığa karşı işlemiş olduğu suçlardan kurtaramaz, hakkındaki idam kararını değiştirmez. Günün sonunda, hakkındaki hüküm infaz edilir.


Hannad Arendt’in hikâyesi bu olayla başlayan Kötülüğün Sıradanlığı kitabı, aynı zamanda kurtarıcı kahraman düşüncesi ve sevdasının, lidere atfedilen kusursuzluk mitinin, muhakeme etme, eleştirel düşünceden geçirme sorumluluğunu itaat ettiği lidere devreden ortamın ve insanların, sıradan insanlara ne kadar büyük kötülükler ve vahşetler yaptırabileceğinin hikâyesidir.


İkinci Dünya Savaşındaki Yahudi soykırımını (Holokost) ve sıradan insanların bu kötülüğünü anlamaya ve açıklamaya çalışan bir araştırmacı daha vardır: Stanley Milgram. Milgram, planladığı ve yürüttüğü deneylerle, insanın otorite altında en zalim ve kötü emirlere itirazsız uyabileceğini göstermeye çalışacaktır. Stanley Milgram’ın, iktidar ve üniforma sahip kılınıp kendilerine uygun şart ve ortam sağlandığında en sıradan kişilerin bile acımasız birer zalim olabileceğini gösteren Stanford deneyinin mucidi Philip Zimbardo’nun eski sınıf arkadaşı olduğunu da belirtelim (bu deney hakkında detaylı bilgi için, Açıkdeniz’in 1. ve 2. sayılarındaki Ümit Şimşek imzalı yazılara bakabilirsiniz). Bu iki ünlü psikolog, yaptıkları deneylerle uygun şartlar sağlandığında en sıradan insanların bile sıradışı kötülükler yapabileceğini göstermişlerdir.


Sıradan insanlar olmamız sıradışı kötülükler yapmayacağımız, yapamayacağımız anlamına gelmiyor. “Cehenneme giden yol iyiniyet taşlarıyla döşelidir” dendiği gibi, bizi en karanlık kötülüklere, en acımazsız zulümlere giden yola saptıracak tehlikelere karşı uyanık olmak zorundayız. Bu bazen geçmişin hayalinden beslenen büyük bir ülkü, işaret edilen büyük bir hedef, vaad edilen büyük bir zenginlik, oturtulacak yüksek mevkide bir koltuk, “bizi bölmeye çalışıyorlar, birlik olmalıyız” diyen bir birlik çağrısı, bazen de sık görülebilen şekliyle hukuksuz kanunlar olabilir.


Buraya kadar anlatılanlar içinizi karartmış, insanlığa karşı umudunuzu azaltmış olabilir; fakat madalyonun diğer tarafı ümidimizi arttırıp içimizi aydınlatabilir. Kötülük kadar iyilik de sıradan olabilir.


Ruhsal yapımız bizi kaygı ve endişelerden korumak için savunma mekanizmaları geliştirir. Bunlardan biri ilkel idealizasyon ve değersizleştirmedir. İnsanlar ya iyi ya da kötüdür, ortası yoktur. Büyük kötülükleri çok kötü canavar insanlar, büyük iyilikleri çok iyi sıradışı insanlar yapabilir. Böylece kendimizi büyük kötülükler yapma ihtimalinin stresinden ve endişesinden, büyük iyilikler yapamamanın vicdan azabı ve kaygısından koruruz. Çünkü biz sıradan insanlarızdır. O yüzden ne büyük iyilikler, ne de büyük kötülükler yapabiliriz. Bunu yaparken büyük iyiliği ulaşamayacağımız kadar yükseğe, büyük kötülüğü inemeyeceğimiz kadar aşağıya koyar, böylece kendimizi korumaya almaya çalışırız.


Bu ilkel idealizasyon ve değersizleştirme olgunlaştıkça geride bırakmamız gereken, olgun olmayan, ham savunma mekanizmalarıdır. Çünkü hayat da, din de kolaylık, iyilik ve güzellik üzerine kuruludur. Hepimizin elinin ulaşacağı yükseklikte iyilikler, ayaklarımızın yürüyebileceği mesafede güzellikler her an mevcuttur.

Otorite altında herkes zalim olmamıştır. Alman işgali altında olan Danimarka’da birçok Danimarkalı Yahudi komşusunu, arkadaşını saklamış, saklanmasına veya hayatta kalabilecekleri yere ulaşmalarına yardım etmiştir. Nazilerle işbirliğini reddetmiş, imkânlarının elverdiği ölçüde bu zulüm ve hukuksuzluğa direniş göstermişlerdir. Bu nedenle Eichmann yakalanmadan önce yaşadığı Arjantin’de verdiği bir röportajda “Danimarka bize diğer ülkelerden çok fazla sorun yarattı. Zayıf bir sonuç elde ettik” diyecekti. Bu durumun Naziler üzerindeki etkisini kitabında Arendt “İlke düzeyinde direnişlerle karşılaşınca, ‘sertlikleri’ güneşte kalmış tereyağı gibi eriyip gitmişti...” şeklinde yazacaktı. Bu bize en zor ve kötü şartlar altında dahi ilkelere sahip çıkılabileceğini, iyiliğin sıradanlığının tecrübe edilebileceğini göstermektedir.


Sabah gördüğümüz, karşılaştığımız birinin yüzüne bakarak söyleyeceğimiz samimi bir günaydın, muhatabımızın gününü aydınlatabilir. Uzun zamandır aramadığımız bir dostumuzu, arkadaşımızı aramak, halini hatırını sormak onu mutlu edip varsa sıkıntılı ruh halini azaltıp kendisini daha iyi hissettirebilir. Bir tebessüm, bir gülüş buzları eritip gerginliği azaltabilir. Çok kıymetli yazar Metin Karabaşoğlu’na bir konuşmada kendisini hep tebessüm eden bir yüz ifadesiyle gördüklerini söyleyenlere “Zengin olmadığımdandır” şeklinde çok hoş ve nükteli bir cevap verir. Ne de olsa mü’minin mü’mine tebessümü sadakadır! Sadaka için her zaman paramızın olması gerekmiyor. Yolun ortasında olup insanlara rahatsızlık verecek bir taşı kenara koymaktan, elimizde olan bir hurmanın yarısını infak etmeye kadar yanımız ve yakınımızda olan birçok iyilik imkânına sahibizdir. Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselamın “Yarım hurma ile de olsa kendinizi cehennemden korumaya bakın” tavsiyesi de bize iyiliğin sıradanlığını ve her an yapabileceğimiz mesafede olduğunu hatırlatır.


Durakta beklerken getireceğimiz bir salavat Efendimiz aleyhissalâtu vesselama olan muhabbetimizi ve bağımızı tazeleyebilir. Bu yazıyı okurken dahi tekrar ettiğiniz salavat, Rabbanî bir emir olan “Allah ve melekleri, Peygambere salât ederler. Ey mü’minler! Siz de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” (Ahzâb, 56) emrine ittiba etmenin sevincini ve teslimiyetini içimizde hissettirebilir. Çünkü ibadet ve din kolaydır, kolaylıktır. Rabbimiz kelamında “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 185) der. Hazreti Peygamber aleyhissalâtu vesselam ibadeti ve dahi dini kendisine zorlaştıranları uyarır ve hepimize ders mahiyetinde şu uyarıda bulunur: “İbadette aşırı gitmeyin. Allah sevap vermekte yorulmaz, ama siz yorulursunuz” buyurur.


Zihnimizi yokladığımızda hem kendi hayatımızda hem çevremizde şunu gözlemleriz: Geçmişte ibadet ve kulluktan uzak veya eksik bir hayat yaşarken Allah’ın inayetiyle ibadet ve kulluğu hayatımızın merkezine almış bir hayat yaşamaya çalışırken, ilk başlarda büyük bir heyecan ve şevk olur. Farz ve sünnetlerin üzerine nafile namazlar, oruçlar, tesbihler ekleyen, geceleri hiç uyumadan veya çok az uykuyla ibadet ile geçiren, meşru ve helal eğlencelere bile mesafeyle yaklaşan, ibadet üstüne ibadet etme şevkiyle hareket eden bir hal içine gireriz. Bu hal bir süre sonra bizi yormaya ve bıkkınlığa sebep olmaya başlar. Sanki dışarıda bir hayat akıyor da biz bu hayat ırmağının dışında ve uzağında kalmış gibi hissederiz. Hayata ve kendimize yabancılaşırız. Çünkü dini ve kendimizi yormuş, kolaylığı zorlaştırmışızdır. Vasatlığı, sıradanlığı sıradan bulmuş, ama bir süre sonra o sıradanlığın bile çok gerisine düşmüşüzdür. Halbuki bu ümmet Bakara sûresinin 143. âyetinde vasatlığı, yani aşırı uçlardan uzak mutedil ve dengeli hali sebebiyle övülmüştür. Bu vasat, yani denge hali bütün insanlara şahit ve örneklik olarak sunulmuştur.


Her günümüzü kolayca günde bir sayfa Kur’an okuyup nurlandırabilecekken, günde en az bir cüz okursak Kur’an okumayı hedeflediğimiz için bir sayfa bile okumadan geçen onlarca günümüz olur. Her vakit namazı cemaatle kılmayı hedefleyip bir vakit bile cemaatle kılınmadan geçen onlarca namaz vaktimiz olur. Ya tam yaparım ya da hiç yapmam derken birçok iyilik ve hayır fırsatını kaçırırız. Halbuki küçük küçük başlayarak iyiliği, hayrı ve güzelliği hayatımızın sıradanı yapabiliriz.


Vasat kelimesi merkez, orta, orta yol, aşırılıklardan uzak adil bir denge gibi anlamlara gelir. Uçlarda olmak bizi tehlikeye açık kılıp, ömrümüzü kısaltır. Kalemin en sık ve en hızlı ucu kırılır. Masanın ya da herhangi bir eşyanın kenarları, arabanın uçlarda olan tamponu en fazla ve en çabuk hasar alır. Bıçak en hızlı keskin yerinden körelir. Ve en çok zararı uçlardan görürüz. Bıçağın ucundan ya da keskin tarafından yaralanırız, mevsim normallerinin üzerine çıkan ya da altına düşen sıcaklıklardan daha fazla etkileniriz. En çok köşelere çarparız, en çok keskin virajlardan savruluruz. En güvende olduğumuz durumlar vasat, sıradan olan zaman ve mekânlardır. Ortada olanlar daha dayanıklı, daha kapsayıcı, daha sağlam ve uzun ömürlü olur. En makbul amelin az da olsa devamlı olanı olması da bu noktada çok manidardır.


Her iktidar, makam ve güç, insanı bozmak zorunda değildir. Eldeki güç ve yetki adilâne bir yönetimin hizmetkârı kılınabilir. İktidar isterse ve gayret gösterirse iyiliği, hak ve hakikati, hukuk ve adalet karşısında herkesin eşit olmasını yönetimin bir vasatı ve sıradanlığı kılabilir. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın vefatından sonra seçimle Müslümanların ilk halifesi olan Hz. Ebubekir (r.a.) halife seçildikten sonraki ilk hutbesinde her iktidar sahibinin, yöneticinin kulağına küpe olması gereken şu sözleri söylemiş ve ölene kadar da söylediklerini yönetiminin olağan ve sıradan hakikati kılmıştır:


“Ey insanlar! Başınıza geçmiş olmam, ‘içinizde benden daha iyisi yoktur’ demek değildir. Ancak, Kur’ân-ı Kerim nazil olmuş, Allah Teâlâ’nın elçisi dinin hükümlerini açıklamış ve bize aklın en üstününün takva olduğunu, akılsızlığın en koyusunun da fısk olduğunu bildirmiştir.


Şunu iyi biliniz ki, sizin en kuvvetliniz, benim yanımda mazlumun hakkını kendisinden alıncaya kadar en zayıfınızdır. En zayıfınız da hakkını zalimden alıncaya kadar benim yanımda en kuvvetlinizdir.


Ey insanlar! Ben ancak Yüce Allah’ın elçisinin yoluna tâbiyim. Ben, aklıma ve arzuma göre hareket etmeye yetkili değilim. Şu halde, eğer ben iyilik edersem, bana yardım ediniz; eğer yoldan çıkarsam, beni doğru yola çağırınız. Ben, kendi yerime sizden birinizin bu işi üzerine almasını isterdim. Şayet siz, Resûlullah’tan beklediklerinizi benden de beklerseniz, ben bunu yapamam (çünkü ben peygamber değilim). Zira Allahu Teâlâ, onu vahiy ile takviye edip göndermiştir. Ben ise, sizler gibi hata eden bir insanım. Beni yalnız bırakmayın. Bu sözümü söyler ve kendimle sizler için Allah’tan mağfiret dilerim.


Şüphe yok ki Allah, Kendi rızası için yapılmayan bir işi kabul etmez. Öyleyse amellerinizde Allahu Teâlâ’nın rızasını gözetiniz ve biliniz ki, Allah’ın rızası için yaptığımız bir amel, Allah’a yapılmış bir itaattir, elde ettiğiniz en büyük kazançtır, ödemekle mükellef olduğunuz borcunuzu ödemektir, muhtaç olduğunuz zaman harcamak üzere fani hayattan ebedi hayata azık göndermektir.


Ey Allah’ın kulları! Sizden evvel ölen kimselerden ibret alınız ve onların halini düşününüz: Dün sizde idiler, bugün nerededirler? Hani o korkunç ve zalim hükümdarlar? Hani o savaş meydanlarında ün salan kahramanlar? Hani o yeryüzünü şenlendiren ve süsleyen şahlar, hanlar? Dünya hepsini altedip toprağa gömmüş ve vücutları çürüyüp toprak olmuştur. Hiçbirisinden bir haber yok. Hepsi uzaklaşıp gitmiş, hatta isimleri bile unutulmuştur. Sanki hiç yoklarmış, dünyaya hiç gelmemiş gibidirler. Bütün istek ve arzuları kesilmiş, sadece günahlarının muhasebesi kalmıştır.


Giderken amellerini de beraber götürdüler; dünyayı ise başkalarına bıraktılar. Bugün biz, onların yerine geçmiş bulunuyoruz; eğer gafil davranırsak, onlar gibi oluruz. Hani o güzel ve parlak yüzlü olanlar, gençlik ve zindeliğine güvenenler? O gençlik ve güzellik, bugün toprak olmuş; sevdikleri, zevk ve sefaları, onlar için bir hasret ve nedamete dönüşmüştür. Hani şehirleri inşa edip etrafına yüksek surlar yapanlar? Hepsi gitmiş ve kendilerinden sonra gelenlere bırakmışlar ve kendileri karanlık kabirlerde yatarken meskenleri yerle bir olmuştur. Onlardan birini görüyor veya bir fısıltı olsun işitiyor musunuz?


Oğullarınız, kardeşleriniz, tanıdıklarınız nerede? Hepsi de ecelleri gelince ölüme boyun eğmiş ve amellerinin misafiri olarak bu diyarı terkedip gitmişlerdir; ölümden sonraki ebedi saadet veya şekavet yurtlarından birine girmek üzere sıralarını almış bulunuyorlar.


Şunu iyi biliniz ki, Yüce Allah birdir; O’nun ortağı yoktur ve yarattıklarından hiçbiri ile özel bir bağı yoktur; O, hiç kimseyi özel muameleye tâbi tutmaz. O’na kulluk edip emirlerine uymaktan başka, O’nun azabına hiçbir şey engel olamaz. Biliniz ki, siz aciz ve güçsüz kullarsınız. Yüce Allah’ın katındaki sevaba, ancak O’na itaat edip emirlerine uymakla erişebilirsiniz. Bir mutlu hayat ki, sonu cehennemdir; o hayat mutlu değildir. Bir sıkıntılı hayat ki, sonu cennettir; o hayat sıkıntılı değildir. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, o kimse doğru yolu bulmuştur. Kim de onlara isyan ederse, açık bir sapıklığa ve şaşkınlığa düşmüş olur. Size, Allah’tan korkup O’nun azabından korunmayı, Allah’ın size kılavuz kıldığı İslâm dinine sarılmayı tavsiye ederim. Heva ve heveslerinize uymayın; bunlara uymaktan, öfke ve ihtirastan korunan kimse felah bulur. Sakın böbürlenip kibirlenmeyin. Topraktan yaratılan ve tekrar toprağa dönecek olan, sonra da kurtlar tarafından eti yenilen ve bugün sağ iken yarın ölen kimse ne ile kibirlenir ki?”


Her zenginlik kötü ve uçlarda olmak zorunda değildir. Uçta olan zenginlik israf, şatafat, lüks ve gösterişin olduğu; işçinin, çalışanın emeğinin, terinin ve hakkının üzerine bina edilen zenginliktir. Malın, altın ve gümüşün sadece zenginlerin arasında dolaştığı, zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan zenginlik sıradışıdır ve zemme, ayıplanmaya ve kınanmaya lâyıktır. Çok zengin olup da Hz. Osman gibi, Abdurrahman bin Avf gibi hem işçinin hakkını koruyup hem sıradan vasat hayatlar yaşayarak, zenginlik bile sıradan yapılabilir. Böylece mal, altın ve gümüş gibi dünyanın süsleri, kulların nazarını ukba ve ahiretten dünyaya, semadan yere daha az çeviren kolay bir imtihan olur.


Doğrudur, kötülük sıradandır ve sıradan insanlar kolayca çok kötülük yapabilir. Ama iyilik de sıradandır ve sıradan insanlar kolayca birçok iyilik de yapabilirler. Samimiyet ve ihlasla yapılan hiçbir amel ve hiçbir iyilik küçük değildir. Çok küçük gördüğümüz bir iyiliğin bile Amazon ormanlarındaki bir kelebeğin kanat çırpmasının dünyanın diğer ucunda fırtınaya sebep olabileceğini söyleyen ‘kelebek etkisi’ gibi büyük etkileri olabilir. Allah isterse küçüğümüzü büyük, azımızı çok yapar. Popüler kültür sürekli ‘sıradan olma’yı kötüleyen ayartmaları ve iğvalarıyla bizi sıradışı olmaya çağırsa da, huzur, rahat ve mutluluğumuz sıradan olmakta ve sıradan işler yapmaktadır. Eğer bir sıradışılık varsa, o da bu sıradanlıktadır.



ÖZETLER


. Milyonlarca insanın ölümünde sorumluluğu olan bir kişinin hiçbir vicdan kırıntısı taşımayan bir cani, psikopat bir canavar olmasını bekler ve hayal ederiz. Bu düşünce aynı zamanda bize kendimizi kötülük çemberinin dışında tutma imkânı da verir. Büyük kötülük ve zulümler ancak kötü insanlar tarafından işlenebilir!


Hannah Arendt, duruşmalar boyunca Eichmann’ı izledikçe görür ki, beklenenin tam tersine, ‘normal’ biridir Eichmann. Hiçbir psikiyatrik ya da davranışsal bozukluğu bulunamamıştır. Hannad Arendt bu durumu kitabına da ismini veren ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramıyla açıklar ve anlamlandırır.


Eichmann’ın durumu gösterir ki, çok büyük kötülükler ve vahşetler çoğu zaman sıradan dediğimiz insanlar tarafından işleniyor. Eichmann gibi onlarca insanın işlediği kötülükler sapık ya da sadist olmalarından değil, ne yazık ki eskiden de, şimdi de dehşet verici biçimde normal olmalarından kaynaklanmıştır.


Sıradan insanlar olmamız sıradışı kötülükler yapmayacağımız, yapamayacağımız anlamına gelmiyor. Sıradan insanlar olarak, bizi en karanlık kötülüklere, en acımazsız zulümlere giden yola saptıracak tehlikelere karşı uyanık olmak zorundayız.


Kötülüğün sıradanlığına dair anlatılanlar içinizi karartmış, insanlığa karşı umudunuzu azaltmış olabilir. Fakat madalyonun diğer tarafı ümidimizi arttırıp içimizi aydınlatabilir. Kötülük kadar iyilik de sıradan olabilir. Hepimizin elinin ulaşacağı yükseklikte iyilikler, ayaklarımızın yürüyebileceği mesafede güzellikler her an mevcut.


Sıradanlığı sıradan bulmuş, ama bir süre sonra o sıradanlığın bile çok gerisine düşerler. Halbuki bu ümmet Kur’an’da ‘vasat ümmet’ olarak, yani aşırı uçlardan uzak mutedil ve dengeli hali sebebiyle övülmüştür.


Vasat kelimesi merkez, orta, orta yol, aşırılıklardan uzak adil bir denge gibi anlamlara gelir. Uçlarda olmak bizi tehlikeye açık kılıp, ömrümüzü kısaltır. En çok zararı uçlardan görürüz. En çok köşelere çarparız, en çok keskin virajlardan savruluruz. En güvende olduğumuz durumlar vasat, sıradan olan zaman ve mekânlardır.


Her iktidar, makam ve güç, insanı bozmak zorunda değildir. Eldeki güç ve yetki adilâne bir yönetimin hizmetkârı kılınabilir. İktidar isterse ve gayret gösterirse iyiliği, hak ve hakikati, hukuk ve adalet karşısında herkesin eşit olmasını yönetimin bir vasatı ve sıradanlığı kılabilir.


Kötülük sıradandır ve sıradan insanlar kolayca çok kötülük yapabilir. Ama iyilik de sıradandır ve sıradan insanlar kolayca birçok iyilik de yapabilirler. Popüler kültür sürekli ‘sıradan olma’yı kötüleyen ayartmaları ve iğvalarıyla bizi sıradışı olmaya çağırsa da, huzur, rahat ve mutluluğumuz sıradan olmakta ve sıradan işler yapmaktadır.



bottom of page