top of page

İnsanda Buluşalım

METİN KARABAŞOĞLU

İnsanda buluşalım


Hepimiz yorgunuz. Herkes gergin. Türkiye toplumu ağır bir gerilimin içinde ve kelimenin her iki anlamıyla geriliyor. Toplum kelimesi farklılık içinde birliği ifade ederken, yaşadığımız diyarda farklı kişiler ve topluluklar birbirine değdiğinde çabucak sürtüşme, çatışma ve elektriklenmeler zuhur ediyor artık. Asabiyetle gelen asabîlik kol geziyor ortalıkta.


Ortam gergin. İnsanlar diken üstünde. Komşunun tavuğu bir bahçeye girdiği için neredeyse savaşa girişen aileler var meselâ; gülünüp geçilecek bir mesele ölülerin, yaralıların olduğu bir çatışmaya dönüşebiliyor. Trafikte tehlikeli bir yanlış harekete yapılan bir uyarı, cinayetle sonuçlanabiliyor yahut. İstediği ilacı değil, doğru ilacı verdiği için doktor dövmeye, hatta öldürmeye teşebbüs ediyor birileri. Komşu, bir sebepten gerilim yaşadığı komşusundan öfkesini, isimsiz bir ihbarla onu ‘terörle’ irtibatlandırarak çıkarmaya yelteniyor. Sakin ve haklı bir “Maskeni kullanır mısın?” uyarısı, otobüste veya metroda, yumruğun, hatta bıçağın kullanıldığı bir kavganın sebebi kılınabiliyor.

Sosyal medya ise, içeride biriken hıncın, öfkenin, nefretin en çirkin şekilde dışa vurduğu alan. Medeniyet kelimesini dilinden düşürmeyen, ama yaptığı hatalı akıl yürütme veya yanlış genellemeye yönelik makul bir eleştiriye ‘köpek, havlıyor, taşlamalı’ diye mukabele eden ‘âlimlerimiz’ var meselâ. Koskoca âlimler, entelektüel, akademisyenler içinde dahi bu durumda olanları varken, iş daha aşağılara indikçe, sözümona ‘büyük resmi’ okuyup anonim hesaplar üzerinden sürekli farklı olanı düşmanlaştıran, şeytanlaştıran ve en müptezel kelimelerle en ağır hakareti ve en ölümcül tehdidi bile ona reva gören arızalı kişilikler gezindikçe geriyor ortalığı.


Ortam gergin. Bu kadar fay kırığı olan bir ülkede; Maraş, Çorum, Sivas katliamlarının yaşadığı bir ülkede; bir vakit, iki futbol takımı arasındaki gerilimden 43 insanın öldüğü feci olayların zuhur edebildiği bir ülkede, böyle gergin bir ortamın büyük kafaları sorumluluk almaya ve çözüm üretmeye sevketmesi gerekirken, onlar içinden bu gerginlikten ikbal devşirme hesabı yapanları var. ‘Toplum’ derken, kendisine oy vereni kasdeden; partisine oy vermeyeni şerle, kötülükle, hainlikle, zilletle anan, anırmakla vasfeden ‘devletlûlarımız’ var.

Ortam gergin. Ve siyaset, yazık ki bütün bu gerginlikler ortasında, çözümün değil sebebin adresleri arasında yer alıyor. İlk sırada hem de. Ayrıştırıcı bir dil. Biz ve onlar. Siyah ve beyaz. Gri alan yok. Ya hep ya hiç. “Hem o hem bu”ya kapalı zihin, kalp ve diller; “ya o ya bu.” Ya bizdensin ya düşman. Dahilî ve haricî bedhâhlar. Millet, zillet. Kusurdan münezzeh olanlar, sadece kusurdan ibaret olanlar.

Kimi ideoloji üzerinden yapıyor bunu, kimi hayat tarzları üzerinden, kimi inançlar, kimi etnik aidiyetler üzerinden. Sağ-sol, Türk-Kürt, dindar-seküler, Alevi-Sünni, Müslüman-gayrimüslim, tahsilli-avâm... Görüş ayrılıkları, yaşama tarzı ayrışmaları, etnik farklılıklar, inanç farkları. Üç günlük dünyada iki günlük siyasi ikbal için kullanılmayanı yok. Defalarca tekrarlanan ve yazık ki hep iş görmüş bir manevra: Hizmet siyasetinde tökezleyen, kimlik siyasetine yöneliyor; umut veremez hale gelen, korkuları harekete geçiriyor…


Sonuçta her mesele bir siyasi gerilim konusu oluyor bu ülkede. İki komşunun çocukları arasındaki bir kavga da, bir okuldaki iki öğretmen arasında yaşanan özel bir sürtüşme de, on yıl önce bestelenmiş bir şarkı da, seksen yıl önce vuku bulmuş bir olay da bir anda ortamın elektriklenmesi, dillerin sivrilmesi, bakışların yakması, üslubun irtifa kaybetmesi ve kelimelerin gönüller tahrip edip yıkması için bir bahaneye dönüşebiliyor.


Gündem hep gerilim, ortam hep gergin.

Birilerine kalsa, birbirimizin yüzüne bakmamamız gerek. Birilerine kalsa, siyasi tercihinden dolayı yandaki komşuya, yaşama tarzından dolayı üstteki komşuya, ideolojisinden dolayı berikine, milliyetinden dolayı diğerine, gelir düzeyinden dolayı sağdakine, eğitim düzeyinden dolayı soldakine derken, herkese kimlikler üzerinden ve ‘kötü gözle’ bakmamız; bu kategorilerde ‘bizim tarafa’ düşenler dışında herkese düşman olmamız gerek.

Bir açıdan haksız değiller. Farklıyız birbirimizden. Aramızda farklar yok değil.

Ama varoluşun özünde var farklılık. Yaratan Rab, farksızlığı murad etmiş değil âlemi ve âlem içinde âlem olarak insanı yaratırken. Bilakis, farklılığı murad ederek yaratmış. Her türden farklılığı, varlığını bildiren birer delil, birer âyet ve hikmetinden birer tecelli kılmış.


“O’nun âyetlerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, dillerinizi ve renklerinizi farklı kılmasıdır” (Rûm, 30:22).

“Dünya hayatında onların geçimliklerini biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf, 43:32).

“Allah’ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri iç çekerek arzu etmeyin” (Nisâ, 4:32).

“Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi. Öyleyse hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Hepinizin dönüşü Allah’adır. Allah size hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri haber verecektir” (Mâide, 5:48).


Velhasıl farklılık, kudretinin, rahmetinin ve hikmetinin bir nişanesi olarak, bizzat âlemler Rabbinin murad ettiği bir sabit gerçeklik. ‘Tanışasınız diye’ ama (bkz. Hucurat, 49:13). Çatışasınız, gerilesiniz, sürekli gerilim üretesiniz, habire gerilim sebebi kılasınız diye değil… “Birbirinize düşmeyin, sonra zayıflarsınız ve rüzgârınız gider (gücünüz dağılıp kaybolur)” (Enfâl, 8:46).

Ve bütün bunlara karşılık, her insanda ortak bir sabit öz var ki, ona yönelmeyi bize emrediyor âlemler Rabbi. “Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz” (Rûm, 30:30). O sebepledir ki, defaatle “Ey insanlar” diyerek herkese, bütün insanlara, insanlığa sesleniyor. O yüzdendir ki, “Onlara âfâkta ve enfüste (dış dünyadaki ve kendi iç dünyalarındaki) âyetlerimizi göstereceğiz” (Fussılet, 41:53) buyuruyor.

Sözün kısası, gözardı edilemez farklılıklar olsa dahi, hepimizi buluşturan bir ortak payda, ayrımsız biçimde hepimizi içine alan bir büyük insanlık kümesi var.

İnsanız hepimiz. Her birimiz, o büyük insanlık ailesinin birer üyesiyiz.

Gökkubbe altında ve yerin üstünde aynı havayı soluyup aynı suyu içmede eşitiz bu sebeple. Havasız ve susuz kaldığımızda hayatımızın tehlikeye girmesi bakımından da eşitiz. Güneş ayrımsız şekilde hepimiz için doğuyor; geceleri ay, ışığından hepimizi yararlandırıyor. Kutupyıldızı kimlik kontrolü yapmıyor gezginlere ve gemilere yol gösterirken. Bulutlar da ayrım yapmıyor bir beldeye rahmeti indirirken. Rahmân’ın kullarına ayrımsız rahmet vesilesi olarak işgörüyor hepsi.

Varsın birileri bizi alt kimlikler üzerinden ayrıştırmaya kalksın, gerilim üretmeye niyetlensin; gökkubbe altında ve arzın üstünde, insan olma ortak paydasından hareketle hepsini aşabilir ve anlaşabiliriz.


Buluşup anlaşacağımız o kadar çok şey var ki insanlık ortak paydasında …

Gündoğumunun da, günbatımının da harikulâde güzel olduğunda anlaşabiliriz meselâ. İlki umut verirken, ikincisinin biraz hüzün yüklü olduğunda, lâkin ardısıra yaşanacak yeni günün hayaliyle bu hüznün de üstesinden geldiğimizde. Gecenin içinde gökyüzüne baktığımızda içimizi kaplayan hayret ve hayranlık; gecenin içinde kulağımıza gelen bülbül sesinin bütün o karanlığı âdeta ünsiyete dönüştürmesi; gündüz vakti kuşların, hele ki martı gibi geniş kanatlı kuşların süzüle süzüle uçuşlarının verdiği sevinç ve onları seyrederken özgürlüğün değerine dair aklımıza beliren düşünceler konusunda da anlaşabiliriz. Özgür iradeyle yaratılmış insanların kula kul olmalarına gönüllerimizin razı olmadığı konusunda da…


Hepsi bu kadar değil. Gerilim, sürtüşme ve çatışma gerekçesi kılınan konulara kıyasla, anlaşabildiğimiz hususlar bütün âlemi doldurur nicelik ve nitelikte.

Tebessümün iyileştirici gücünü kim inkâr edebilir? Görünüşçe tebessüme benzese de, içten gelmeyen zoraki bir gülümsemenin en fazla ‘sırıtma’ olarak tanımlanabilir durumda ve sevimsiz olduğu konusunda mutabık olmamak için de bir sebebimiz yok.


Çocuk yüzünün masumiyetin diğer adı olduğunda; tevazunun güzelliği, kibrin ise sevimsizliği konusunda; vicdanın ancak adaletle huzur bulabildiğinde; darda kalmış birinin yardımına koştuğumuzda en başta kendimize bir iyilik ettiğimiz, çünkü böylece daha mutlu ve huzurlu olduğumuz, çünkü bu dünyadaki varlığımızı daha bir anlamlı ve değerli hissettiğimiz hususunda; baharın güzelliğinde, yazın cömertliğinde, sonbaharın hazan ve hüzünle birlikte yeniden dirilişin muştusunu da taşımasındaki tesellide, görünüşte sert ve soğuk olduğu halde içinde baharı taşıdığını farkettiği sürece kışın da insana çok güzel ve çok değerli gözüktüğünde… Başkası için istemediği şeyi kendisi için istemenin yahut kendisi için istediğini başkasından sakınmanın akılca çelişki, vicdanca ilkesizlik olarak tescil olunduğu konusunda da anlaşabiliriz.


Hem iki kedi yavrusunun oynaşmasını seyretmekten hoşlanmayan var mıdır aramızda? ‘Küşâyiş’ kelimesinin daha söylenişinde anlamını ihsas edişi, daha heceler birbiri ardınca dilden dökülürken ortama ferahlık ve rahatlığın geliverişi konusunda ihtilaf edebilir miyiz?


Farklarımıza rağmen, insan olarak o kadar çok ortak paydamız ve değerimiz var ki… Anlaştığımız o kadar çok şey, kolayca anlaşabileceğimiz o kadar husus var ki…

Öyle ki, her insanın biricikliği konusunda, dolayısıyla her konuda anlaşmak zorunda olmadığımız konusunda dahi anlaşabiliriz.

Madem öyle ve madem ortam gergin, bir iyilik yapalım kendimize ve birbirimize.

Birileri germek ve ayrıştırmak da istese, buluştuğumuz o kadar çok insanî niteliği hatırlayalım ve gerilmeyelim. Tanıtıcı kimlikleri ayrıştırıcı ve çatıştırıcı kimliklere dönüştürmek isteyenlerin rağmına, madem ki insanız hepimiz, ‘insan’da buluşalım, ‘insanca’ konuşalım.

Belki o zaman mevsim Akdeniz olur, hem siyaset de insanîleşir...


bottom of page