AHMET YILDIZ

Alman şarkiyatçı Thomas Bauer, Müphemlik Kültürü ve İslam isimli önemli çalışmasının önsözünde, yakın dönemde İslam imajının Batı dünyasındaki değişimine ilişkin olarak şu gözlemde bulunuyor:
“Çok değil otuz veya kırk yıl öncesine kadar İslam’ın Batı dünyasında iyi bir imgesi vardı, sadece otomobilsiz eğlenceli pazar günlerini borçlu olduğumuz ‘petrol şeyhleri’ bunu biraz bulandırıyordu. İslam dünyasının eski kültürlerine hayranlık duyuluyor, Şark masallarının sihrine kapılınıyordu memnuniyetle.
Tahsilliler Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’nı bilirler, opera sahnelerinde ara ara Peter Cornelius’un Bağdat Berberi’ne yer verilirdi. İslam dünyası ve tarihi üzerine kapsamlı bilgi veren kitaplar ise pek azdı. Yazarları da genellikle alimlik hayatlarının en azından yarısını zor anlaşılır Arapça, Farsça ve Türkçe metinlerle cedelleşmekle geçirmiş profesörler yahut hayatlarının yarısını İslam ülkelerinde geçirmiş, tenleri güneşte kayış gibi olmuş seyyahlar, diplomatlar ve gazetecilerdi.
Bugünse bunun neredeyse tam tersi sözkonusudur.
‘İslam’ Doğu Blokunun çöküşünden sonra başarıyla onun yerine düşman olarak ikame edildi. (11 Eylül 2001’den çok önce oldu bu). Orta Çağın Haçlı vaazlarından beri, Avrupa’daki imgesi hiç bu kadar kötü olmamıştı. Tabii ki, Binbir Gece romantizminin İslam imgesi, gerçeğe tekabül etmiyordu. Yine de gerçeğe, şu son onyıllarda oluşan karikatürden daha yakındır. Bu İslam karikatürünün kendini kabul ettirmesi, ‘İslam uzmanlarının’ mucizevi çoğalışıyla beraber gelişti. Kitabevlerinin vitrinlerinde, tek bir Arapça harf okumayı bilmeyen ve İslam dünyası ile temasları bir ara çıktıkları Tunus seyahatinden ibaret olan, yine de ‘İslam’ın özünü’ bize açıklamaya kalkan yazarların kitapları üst üste yığılıdır.”
Batıda İslam’ın ve Müslümanların imajı zaman içinde dönüştü ve tarihî olaylar, siyasî gelişmeler ve medya temsili gibi çeşitli faktörler bu süreçte belirleyici etkiye sahip oldu. Tarihi olarak, İslam’ın ve Müslümanların Batıdaki imajı büyük ölçüde Orta Çağda meydana gelen Haçlı Seferleri tarafından şekillendirildi. Bu süre zarfında Batı Avrupa, İslam’ı şiddet kullanan, yayılmacı bir din olarak gördü ve Müslümanlar genellikle ‘barbarlar ve kâfirler’ olarak tasvir edildi. Ondokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın başlarında, Batı ile Müslüman dünyası arasında artan temas ve etkileşimin bir sonucu olarak Batıdaki İslam ve Müslüman imajı değişmeye başladı. Batılılar, Doğunun kültürleri ve dinleri hakkında bilgi edinmekle daha fazla ilgilenmeye ve İslam’a ve Müslümanlara daha olumlu bir açıdan bakmaya başladılar. Samimi ve ateşli bir İskoç Püriteni olan Thomas Carlyle’ın kendi cemaatine “Peygamber Kahraman Olarak Hz. Muhammed”i sunması bu ortamda gerçekleşti.
Öteki üzerinden kimlik tanımlamasına alışık kapitalist Batı bloku için komünist blokun çöküşü bu bakımdan büyük bir boşluk üretti. Bu boşluk, Lewis, Fukayama ve Huntington gibi akademisyenler tarafından kısa sürede yeniden doldurulmaya uygun başka bir ötekinin ‘keşfi’ ile dolduruldu. Bu öteki, İslam’dı. Bauer haklıydı: ‘İslam’ın sınırlarının kanadığını’ 11 Eylül’den çok önce söylemişti Huntington. Yeraltı ve yerüstü zengin kaynaklarıyla, post-koloniyal vekalet rejimlerine karşı gelişen ve güçlü İslami renkler taşıyan muhalefet hareketleriyle, şiddet kullanan ‘cihatçı’ gruplarıyla, en önemlisi de modernleşme sürecinin kapitalist-demokratik ve sekülerleştirici dinamiklerine karşı koyuşuyla mitik de olsa bir ‘Müslüman dünya’ icat edildi ve hem İslam hem de Müslümanlar ‘şeytanlaştırılmaya’ başlandı. Bu arada, 60’lardan itibaren Batı dünyasındaki emek açığının davet ettiği ve koloniyal ilişkilerin katalize ettiği Batıya Müslüman göçü, ‘düşmanı’ Batılıların burunlarının dibine taşıdı. Göçmen ve yabancı karşıtlığı kolaylıkla İslam ve Müslüman karşıtı ırkçılığa dönüştü ve karşımıza küresel ölçekte bir nefret söylemi ve ayırımcı siyaset çerçevesi olarak ‘İslamofobi’ çıktı. el-Kaide ve IŞİD gibi terörist grupların eylemleri şiddete eğilimli insan tipi olarak Müslüman ve şiddeti teşvik eden din olarak İslam imajının oluşumunu hızlandırdı. Bu grupların eylemleri genellikle Batı medyasında geniş yer buldu. Medyada Müslümanlar ve İslami şeâir, olumsuz haberlerin sürekli görsel imajları olarak kullanıldı. Sonuç olarak, birçok Batılı, İslam’ı ve Müslümanları güvenlikleri ve hayat tarzları için bir tehdit olarak görmeye başladı.
Bu ‘şeytanlaştırıcı’ ötekileştirmenin tetiklediği çatışma sürecinin hayatımıza soktuğu olay, kavram ve süreçlere bakmak, tablonun ürkütücülüğü hakkında yeterli bir kanaat verecektir:
• Şeytan Ayetleri tartışması (roman, 1988, küresel) • Kalküta Kur’an Dilekçesi (Kur’an’ın yasaklanması için verilen bir dilekçeye ilişkin tartışma, 1985, Hindistan) • Capitalist Piglet (Jyllands-Posten olayına cevaben yayınlanan çizgi film, 2006, Kanada) • Gregorius Nekschot (çizgi film, 2008, Hollanda) • Müslümanların Masumiyeti (film, 2012, ABD) • Charlie Hebdo (çizgi film tartışmaları, 2011 ve 2012; terör saldırısı, 2015) • Fitne (dünya çapında Müslüman protestolarına ve nefret söylemi davasına yol açan, İslam hakkında 2008 tarihli Hollanda filmi) • Behzti (tiyatro oyunu, 2004, İngiltere) • Başvuru (film, 2004, Hollanda) • 2005 Cronulla isyanları • Lars Vilks, Muhammed çizim tartışması • 2015 Kopenhag çekimleri • Samuel Paty’nin öldürülmesi • South Park Muhammed tartışması • Herkes Muhammed Çizsin Günü • Küfür (İrtidad) Günü (karikatürlerin yayımlanma yıldönümüne denk gelen 30 Eylül'de ABD ve bazı Avrupa ülkelerinde gerçekleştiriliyor) • Dove World Sosyal Yardım Merkezi Kur’an-yakma tartışması.
Küresel bir endüstriye dönüşen, fırsatçı kariyeristler için münbit bir fırsat alanı sunan, İslam’ı bırakan ve yeni geldikleri toplumda bu nitelikleri üzerinden konumlanmak isteyen eskiden Müslüman olanlar ile seküler aşırı sağ ve siyonist Hıristiyan gruplar, toplumlarına büyük sosyo-ekonomik katkılar sağlayan Müslümanları kalıp yargılar üzerinden damgalamaya, İslam’ı bırakıp seküler ve Hıristiyan kültürel değerlere asimile olmaları halinde çoğunluk toplumunun bir parçası olabileceklerini, çok-kültürlülüğün sadece bir yanılsama olduğunu söylemeye başladılar. Süreç içinde Müslümanların Batı toplumlarını sürekli artan nüfuslarıyla ele geçireceği, Müslümanların asimile edilmelerinin mümkün olmadığı, Müslümanların geldikleri yerlere geri gönderilmeleri ya da yok edilmeleri gerektiğini savunan siyasi bir söylem uç vermeye başladı.
Batılı üstün değerlerin test alanı, kutsalı kalmayan Batılı seküler toplumların Müslümanların kutsallarını ‘ifade hürriyeti’ mevzisinden top ateşine tutmasıydı. Müslümanlar, kutsallarının eleştirilmesini, alaya ve mizaha alınmasını, aşağılanmasını, incine incine sineye çekmeyi kabul etmeliydi. Önce her Müslümanın canından aziz bildiği Hz. Peygamber’den başladılar, sonra Hakîm ve Kerîm olan Kur’an’a uzandılar. Şeytan Ayetleri’nden ve karikatürlerden sonra Kur’an yakma geldi. Hemen belirtelim, ifade hürriyeti mevzisi, Yahudiler ve Yahudilik için asla kullanışlı bir mevzi olmadı. Hatta, birçok ülke yasalarla Holokost’un inkârını ifade hürriyetinin kapsamı dışına aldı. Dolayısıyla, Tevrat’ın yakılmasına izin vermemek ama Kur’an’ın yakılmasını ifade hürriyetinin bir gereği gibi sunmak, çocuklara anlatılan uyku öncesi masallardan biridir. Keza ‘homofobi’ de ‘ifade hürriyeti’ kalkanının masûniyet atfettiği, tartışma dışı tutulan bir alandır. Şişelerin ve kutuların ayrıştırılmasına hayati önem atfeden ve bunu totemleştiren Batılı toplumlar, Müslümanların dini kutsallara sahip olmasını anlayamadı; bir adım sonra da, bunu onları ‘günah keçisi’ olarak kullanabilmenin kullanışlı aracına dönüştürdü. Siyasal sekülerizmin Müslümanlara karşı başlattığı kültür savaşında ifade hürriyeti en önemli saldırı mühimmatı deposuna dönüştürüldü. Bu süreçte, Müslüman toplulukların yanlışları bu yazının kapsamı dışında tutulmuştur.
“Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır”
Meselenin ifade hürriyeti ile ilişkisinin araçsal kullanışlılıkla ilişkili olduğunu belirttikten sonra, ‘Kur’an yakma’ olaylarından önce, bunun zihniyet planındaki öncülü olan kitap yakma olaylarına bakalım. Batıda tarih boyunca çeşitli kitap yakma olayları meydana geldi ve bu sıklıkla bir sansür veya siyasî baskı aracı olarak kullanıldı.
1. En ünlü örneklerden biri, 1930’larda Almanya’da Yahudi, komünist ve diğer ‘istenmeyen’ yazarlar tarafından yazılan binlerce kitabın meydanlarda yakıldığı Nazi kitap yakmalarıdır. Kitapları yakılacak yazarlar listesinde ön sıralarda yer alan Heinrich Heine, 1821 yılında Almansor başlıklı kitabında “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır” demişti. Naziler onu doğruladı.
2. ABD’de yirminci yüzyılın başlarında Afro-Amerikan yazarların kitaplarının yakılması gibi birçok kitap yakma olayı yaşandı.
3. İngiltere’de müfrit Hıristiyan grupların kitapları yaktığı biliniyor. Bunun yenilerdeki örneği, Hıristiyan köktenciler tarafından Harry Potter kitaplarının yakılmasıdır.
4. 2012’de Norveç’te aşırılık yanlısı bir grup, Hz. Muhammed’i tasvir eden bir karikatürün yayınlanmasına muhalefet edilmesini protesto etmek için birkaç Kur’an nüshasını yaktı.
5. 2020’de, bazı isyancıların binaları, işyerlerini hedef aldığı ve kitaplara, heykellere ve anıtlara zarar verdiği Black Lives Matter (Siyahların Hayatları Değerlidir) protestoları sırasında ABD’de kitapların yakılması yaygın bir manzaraydı.
Bu olaylar, kitapların yakılmasının hükûmetler, dinî liderler ve sivil toplum kuruluşları tarafından geniş çapta kınansa da sıklıkla bir sansür, baskı ve ayrımcılık aracı olarak kullanıldığını gösteriyor. Kur’an yakma olayları, bu geleneğin bir uzantısıdır.
Son yıllarda Batıda Kur’an’ın yakılmasıyla ilgili pek çok olay yaşandı ve bunların çoğu tartışmalara ve kınamalara yol açtı. Bazılarına bakalım:
1. 2010 yılında, ABD’nin Florida eyaletinde papaz Terry Jones liderliğindeki küçük bir kilise, 11 Eylül terör saldırılarının yıldönümünde Kur’an nüshalarını yakmayı planladığını duyurdu. Bu duyuru geniş çapta kınama ve protestolara yol açtı ve sonunda papaz etkinliği iptal etmeye karar verdi. Burada, ABD Başkanı Barack Obama’nın, Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın ve “İncil’e evet, Kur’an yakmaya hayır” diyen Hıristiyan grupların olay öncesindeki kınamaları etkili oldu. Maamafih, kibirli, ‘kifayetsiz muhteris’ bir kariyerist olan Jones çok az takipçisi olan kilisesinde daha sonra yine Kur’an nüshası yakma eylemini gerçekleştirdi, ama bunun üzerinden kamuoyu görünürlüğü kazanma amacına ulaşamadı.
2. 2011’de İngiltere’deki Müslüman karşıtı protestocular, Londra’daki bir caminin önünde Kur’an-ı Kerim nüshası yaktılar ve bu, protestocularla polis arasında çatışmalara yol açtı.
3. 2012’de Norveç’te küçük bir protestocu grubu bir caminin önünde Kur’an’ın bir nüshasını yaktı, bu da hükûmetin ve dinî liderlerin kınamasına yol açtı.
4. 2013’te Almanya’da aşırı sağcı bir fanatik bir caminin önünde Kur’an yaktı ve bu, her zamanki gibi, hükûmet ve dinî liderler tarafından kınamaya konu yapıldı.
5. 2019’da İsveç’in Malmö kentinde protestocular tarafından Kur’an-ı Kerim yakıldı, olay hükûmet ve Müslüman toplum tarafından geniş çapta eleştirildi. Bu olay sırasında özellikle İranlı eskiden Müslüman olanların Kur’an nüshası yakanların etrafında saf tutması not edilmesi gereken bir husustur.
Batılı toplumlar Kur’an nüshalarının yakılmasına neden müsamaha gösteriyor?
21 Ocak 2023’te Stockholm’de, Türkiye Büyükelçiliği önünde Kur’an nüshası yakan Rasmus Paludan, göçmen karşıtı ve İslam karşıtı görüşleri ile tanınan Danimarkalı bir siyasetçi. Paludan, İslam’ı protesto etmek ve Müslüman toplumun tepkisini kışkırtmak için halkın içinde Kur’an’ı yakmayı kendisi için en önemli görünürlük ve tanınırlık aracı olarak görüyor. Mescit duvarına bevletmek yoluyla da olsa tanınmak, onun giriştiği bu eylem türünün temel motivasyonu. Psikolojik açıdan bir protesto eylemi olarak Kur’an’ın yakılması, İslam’a ve Müslümanlara yönelik ‘açık ve yakın’ bir saldırganlık ve düşmanlık biçimidir. Paludan’ın İslam karşıtı görüşleri önyargı, yabancı düşmanlığı ve abartılı bir ulusal kimlik duygusu gibi bir dizi psikolojik faktöre dayanmaktadır. İslam’ın Danimarka ve İsveç toplumları ve kültürü için bir tehdit oluşturduğu ve Kur’an’ı yakmanın onu savunmanın bir yolu olduğu iddiası da bu eylemi haklılaştırmak için kullanılmaktadır.
Paludan’ın eylemleri, dikkat çekme ve halk tarafından tanınmayı sağlama girişimi olarak, sâiki güç ve nüfuz arzusu olan eylemler niteliğindedir ve amacı, çoğunluk toplumunun Müslüman toplum üzerindeki hakimiyetini ispatlayıp benzer düşünen kişilerin desteğini sağlamaktır. Buradan hareketle, Kur’an yakma gibi bir eylemin çoğunluk toplumları tarafından da desteklendiğine dair yapılmış herhangi bir kamuoyu araştırmasının olmadığını belirtelim. Peki, siyasî olarak hükûmetler düzeyinde en azından aktif irade beyanları olarak kınanan bu eyleme neden yasal koruma zırhı sağlanıyor?
Batı kültürü genellikle ifade ve konuşma hürriyetine temel haklar olarak değer verir. Bu, bireylerin ve grupların—tartışmalı veya başkalarına karşı rencide edici olsalar bile—fikir ve inançlarını ifade etmelerine izin verildiği anlamına gelir. Çoğu durumda, Kur’an nüshalarının yakılması ifade hürriyetinin bir tezahürü olarak görülmekte ve ifade hürriyeti ile ilgili yasalar kapsamında korunmaktadır. İfade hürriyeti, yine de milli güvenlik, kamu düzeni, toprak bütünlüğü, kişisel mahremiyet vb. birçok parametre üzerinden sınırlamaya tâbi tutulabilmektedir. Dinî kutsallara ve muayyen bir dinin mültezimlerine dönük nefret söyleminin de ifade hürriyetini sınırlamanın meşru bir parametresi olduğu muhakkaktır. Ancak Kur’an nüshası yakılması, ifade hürriyeti yasalarında korunmayan ve suç sayılabilecek bir nefret söylemi olmanın yanında, aynı zamanda şiddete tahrik eylemidir ve bunun kamu düzenini bozma ihtimali çok yüksektir. İsveç başbakanının ifade ettiği gibi, ifade hürriyetinin bunun sonuçlarından kurtulmak anlamına gelmediği, bir eylemin yasal olmasının onun ahlaki veya etik açıdan kabul edilebilir olduğu anlamını taşımadığı söylenebilir. Uygulamada ise, Kur’an nüshası yakmanın bu suç kapsamına sokulmadığı ve yargı kararları ile bunun reddedildiği görülmektedir. Kur’an nüshalarının yakılması bir İslamofobi eylemi olarak görülmeli ve Müslüman topluluğa karşı bir nefret söylemi ve ayrımcılık eylemi olarak değerlendirilmelidir. Ne var ki, uygulamada İslamofobinin, ne ulus-aşırı ne de ulusal ölçeklerde hukuki bir tanımı ve cezai bir karşılığı bulunmaktadır.
Batı kültüründe Kur’an nüshası yakmanın kabul edilemez görüldüğünü; hükûmetler, dinî liderler ve sivil toplum kuruluşları tarafından geniş çapta eleştirildiğini ve kınandığını not etmek önemli olsa da yeterli değildir. Paludan’ın Kur’an nüshası yakması, Danimarka ve İsveç’teki farklı dinî ve etnik gruplar arasında gerilimin ve düşmanlığın artmasına yol açmaktadır. Hiç şüphesiz, bu eylemler Müslüman örgütler ve bireyler tarafından geniş çapta kınanmakta ve Danimarka ve İsveç’teki Müslüman toplum arasında artan bir yabancılaşma ve marjinalleşme duygusuna yol açmaktadır. Bu da Müslümanlara yönelik nefret suçlarını ve ayrımcılığı arttırırken, Müslüman toplumun geniş toplum ile entegrasyon hedefinden uzaklaşmasına, dolayısıyla daha düşmanca ve bölünmüş bir toplum oluşmasına hizmet etmektedir.
Dahası, Paludan’ın Kur’an-ı Kerim nüshası yakması hem Danimarka’nın hem de İsveç’in uluslararası ilişkilerini de olumsuz etkilemektedir. Paludan’ın eylemleri diğer ülkeler, özellikle Müslüman çoğunluklu ülkeler tarafından geniş çapta kınandı. İsveç’in çok ihtiyaç duyduğu NATO üyeliğine Türkiye’nin onay vermesini daha da zorlaştırdı. Yeri gelmişken şu hususa da açıklık kazandırmakta yarar var. Paludan’ın eyleminin Türkiye’nin öncelikli tepkisini çekecek şekilde Stockholm’deki Türkiye Büyükelçiliği önünde gerçekleştirilmesi, İsveçli yetkililerin elbette bildiği bir sonuçtur. Eylemin Rusya’ya yaradığı, Paludan’ın Rus kökenli Danimarka-İsveç vatandaşı olmasının Rusya ile ilişkilenmesini kolaylaştırması gibi hususlar bu gerçeği değiştirmemektedir. Öngörebileceğiniz bir sonucu engelleme imkânına sahipken bunu yapmıyorsanız, ortaya çıkan sonuca razı olmanız gerekir.
Nitekim, aynı İsveç 26 Ocak 2023 tarihinde Mısır kökenli bir İsveç vatandaşının bir Tevrat parşömenini İsrail Büyükelçiliği önünde yakmak için yaptığı izin başvurusuna ‘yasal çerçevede’ izin vermiş, ancak İsveç hükûmeti eylemciyi vazgeçirmek için aktif bir ‘caydırma’ diplomasisi yürütmüştür. İsrail’in ve İsveç’teki Yahudi topluluğunun da devreye girmesi ile Müslüman eylemci eylemden vazgeçmeyi kabul etmiştir. Caydırma sürecinde İsveç’teki Müslüman topluluğunun kanaat önderlerinin gayretleri de önemli rol oynamıştır. Krizler kendi fırsatlarını üretir. İsveç, bu krizi ilgili mevzuatını değiştirerek ve bu olağanüstü duruma uygun inisiyatifler geliştirerek yönetebilirdi; böyle yapmamayı tercih etti. Dinî kutsalların önemsenmemesi ve İslamofobinin etkisi bu süreçte açık olarak görülebilmektedir.
İronik olarak şunu da eklemek gerekir: Paludan’ın Kur’an-ı Kerim nüshası yakması ifade hürriyetini korumamış, aksine olumsuz etkilemiştir. Bu eylemler bir ifade hürriyeti biçimi olarak savunulurken, nefret söylemi koruma altına alınmıştır. Oysa hiçbir hak mutlak değildir; her hak muayyen sınırlamalara tâbidir. Kur’an nüshası yakma eyleminde hem Danimarka hem İsveç’teki Müslüman toplum ağır şekilde incitilmiş ve tahrik edilmiştir. Zaten eylemin ana hedefi de budur: Müslüman toplumu tahrik ederek şiddet eylemlerine sürüklemek ve geniş toplumun Müslüman topluma karşı harekete geçmesini sağlamak. Bütün dünyadaki Müslüman toplumları ağır şekilde yaralayan, Endonezya’dan Türkiye’ye, Mısır’dan İran ve Suudi Arabistan’a kadar tüm Müslüman çoğunluklu devletlerin tepkisini çeken ve nefret söyleminin sıradanlaşmasına yol açan bu durumun İslamofobik bir eylem olduğu açıktır. Bu yüzden ses çıkarılmamış ve ifade hürriyeti bunun aracı olarak kullanılmıştır. Bu durum, Batı medeniyetinin ‘değerlerini’ açık düşürmüş ve evrensellik iddialarının ne kadar karşılıksız olduğunu örneklemiştir. ‘İfade hürriyeti,’ siyasetçiler ve ırkçı gruplar tarafından göçmenlere ve Müslümanlara saldırmak ve onlara karşı ‘cezasızlık’ imtiyazına sahip olduklarını göstermek için kullanılmaktadır.
Tam da burada, tüm Avrupa’da karşımıza çıkan bir olguya işaret etmek isterim. Göçmen (bu büyük ölçüde Müslüman demek) karşıtı ırkçı siyasetçilerin kullandığı söylem ve savundukları politikalar, başta Avusturya ve Fransa olmak üzere, hemen tüm Batı Avrupa ülkelerinde anaakım siyasetin üzerine oturduğu omurga haline gelmiştir. İsveç de bu sürecin bir parçasıdır. Geçmişinde güya insan ırkını ıslah amacıyla ayıklanmasını öngören öjenik politikaların ağır biçimde uygulandığı devlet eliyle yürütülen ırkçı bir geleneğin bulunduğu, ‘tarafsızlık’ politikası güderken gerçekte Nazilere destek vermiş ve onlar tarafından işgal edilmemiş tek İskandinav ülkesi olan İsveç’te mevcut hükûmet, aşırı sağcı İsveç Demokratlarının desteği ile ayakta durmaktadır.
Bu parti, neo-Nazilerle olan bağları sebebiyle bir zamanlar siyasî olarak yasaklanmışken şimdi İsveç’teki en büyük ikinci parti ve iktidardaki sağcı bloğun bir parçasıdır. İsveç hükûmeti, iktidarı kaybetmek yerine gerekirse NATO’nun dışında kalabilmeyi ve Müslüman karşıtı ırkçılığı desteklemeyi tercih etmiştir. Müslüman karşıtlığının uygulamada çoğu kere ‘Türkiye karşıtlığı’ biçimini alması da gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. İsveç’in kendisini ‘en modern, en liberal, en çeşitli ve çok kültürlü toplum’ olarak görmesi, Müslüman karşıtı kötülüğün ‘sıradanlaşması’ olgusu karşısında anlamını yitirmiş kof bir propagandadır.
Kur’an nüshalarının yakılması ifade hürriyeti değil, nefret söylemidir
Genel olarak ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya hükûmetleri, Kur’an nüshalarının yakılması da dahil olmak üzere dinî hoşgörüsüzlük ve nefret söylemi eylemlerine kınama, saygı ve hoşgörü çağrılarıyla cevap verme eğilimindedir. Oysa, Kur’an nüshası yakma eylemi, dinî sembol ve kutsallara (şeâir) karşı açık bir saldırıdır. Kur’an, İslam’ın kutsal kitabıdır ve Müslümanlar tarafından Allah’ın sözü olarak görülür. Kur’an nüshası yakma eylemi, dine ve takipçilerine doğrudan bir saldırı olarak algılandığından birçok Müslüman için derinden yaralayıcı ve travmatik sonuçlar doğurmaktadır.
Nefret söylemi, belirli bir kişi veya gruba karşı veya onlar tarafından şiddeti veya önyargılı eylemi teşvik edebilecek, veya belirli bir kişi veya grubu küçük düşüren veya korkutan her türlü konuşma, davranış, yazı veya görüntüdür. Kur’an nüshası yakmak, Müslümanlara karşı son derece tecavüzkar olmasının yanısıra, onlara karşı şiddeti ve önyargıyı körükleyebileceğinden nefret söyleminin açık örneklerinden biridir.
Kur’an nüshası yakmak, ‘açık ve yakın tehlike‘ kriteri açısından da ifade hürriyetinin dışında ama nefret söyleminin göbeğindedir. Bu tür bir eylem Müslümanlara karşı şiddeti ve önyargıyı körükleyebildiği için, nefret ve ayrımcılığı kışkırtmada da bir araç olarak kullanılmaktadır. Bunun da ötesinde, farklı din ve etnik gruplar arasında korku ve güvensizlik ortamının oluşmasına katkıda bulunmaktadır. Bu, bir bütün olarak toplum üzerinde zararlı bir etkiye sahip olabileceği gibi, Müslümanlara karşı artan nefret suçları ve ayrımcılık olaylarına da yol açabilecek bir durumdur.
Nefret söylemi yasalarının ülkeden ülkeye değiştiği, bazı ülkelerin buna karşı katı yasalara sahip olduğu ve bunu suç olarak kabul ettiği, bazılarının ise daha fazla ifade hürriyetine izin verdiğini belirtmek de önemlidir. Maamafih, Kur’an nüshası yakmak, temsil ettiği anlam ve doğurduğu sonuçlar bakımından her durumda nefret söylemi olarak değerlendirilmeli ve yasalara göre cezalandırılabilir bir suç olarak tanımlanmalıdır. Aksi tutumların toplumsal ve politik barışa hizmet etmediği açıktır.

ÇERÇEVE
Müslümanlar Kuran nüshalarının yakılmasına nasıl cevap vermeli?
Müslümanların, Kur’an nüshalarının yakılmasına karşılık verebilecekleri çeşitli yollar vardır.
1. Kınama: Müslümanların Kur’an nüshalarının yakılmasına en yaygın tepki yollarından biri, eylemi dinlerine saldırı ve saygısızlık olarak kınamaktır. Bu, Müslüman kuruluşlar tarafından yayınlanan açıklamalar veya basın bültenleri veya bireysel Müslümanlar tarafından yapılan sosyal medya gönderileri aracılığıyla yapılabilir.
2. Eğitim: Müslümanların Kur’an nüshaları yakılmasına tepki vermesinin bir başka yolu da, Kur’an’ın İslam’daki konumu ve dinî metinlere ve sembollere saygı duymanın önemi hakkında başkalarını eğitmektir. Bu, halka açık dersler, atölye çalışmaları veya eğitim materyalleri aracılığıyla yapılabilir.
3. Dava Açma: Bazı durumlarda Müslümanlar, Kur’an’ı yakanlara karşı yasal işlem başlatmayı seçebilirler. Bu, yerel makamlara şikâyette bulunmayı veya nefret söylemi veya şiddete teşvik için dava açmayı içerebilir. Kur’an nüshası yakmanın birçok ülkede suç olduğunu ve yetkililer tarafından yasal işlem yapılması gerektiğini kaydedelim.
4. Şiddet İçermeyen Protestolar: Müslümanlar Kur’an nüshalarının yakılmasına barışçıl protestolar ve gösterilerle de karşılık verebilirler. Bu, hayal kırıklıklarını göstermenin ve dinlerine ve kutsal metinlerine daha fazla saygı gösterilmesi çağrısında bulunmanın önemli bir yoludur.
Şiddet bir çözüm olmadığından ve problemin daha da büyümesine yol açabileceğinden, Müslümanların Kur’an nüshalarının yakılmasına tepkisinin barışçıl olması gerektiği açıktır. Şiddet İslamofobinin mayalandığı zemindir. Kur’an, yine Kur’an’ın ifadesiyle, ilahi koruma altındadır. Kur’an nüshalarının yakılması Kur’an’a zarar vermez. Yakanları ve onu destekleyenleri ise zelil bir akıbetin beklediğini söylemek kehanet olmayacaktır. Bu olayların Kur’an’ı anlama merakını arttırması ve İslamofobinin taşıdığı soykırım potansiyelini anlamayı kolaylaştırması umut edilir.
ÖZETLER
Öteki üzerinden kimlik tanımlamasına alışık kapitalist Batı bloku için komünist blokun çöküşü büyük bir boşluk üretti. Bu boşluk, Lewis, Fukayama ve Huntington gibi akademisyenler tarafından başka bir ötekinin ‘keşfi’ ile dolduruldu. Bu öteki, İslam’dı.
Bauer haklıydı. Bir ‘Müslüman dünya’ icat edildi ve hem İslam hem de Müslümanlar ‘şeytanlaştırılmaya’ başlandı. Bu arada, Batı dünyasındaki emek açığının davet ettiği Batıya Müslüman göçü, ‘düşmanı’ Batılıların burunlarının dibine taşıdı. Göçmen ve yabancı karşıtlığı ise adım adım ‘İslamofobi’yi üretti.
Batılı üstün değerlerin test alanı, kutsalı kalmayan Batılı seküler toplumların Müslümanların kutsallarını ‘ifade hürriyeti’ mevzisinden top ateşine tutmasıdır. Önce her Müslümanın canından aziz bildiği Hz. Peygamber’den başladılar, sonra Hakîm ve Kerîm olan Kur’an’a uzandılar.
Tevrat’ın yakılmasına izin vermemek ama Kur’an’ın yakılmasını ifade hürriyetinin bir gereği gibi sunmak, çocuklara anlatılan uyku öncesi masallardan biridir. Siyasal sekülerizmin Müslümanlara karşı başlattığı kültür savaşında ifade hürriyeti en önemli saldırı mühimmatı deposudur.
Batıda tarih boyunca çeşitli kitap yakma olayları meydana geldi ve bu sıklıkla bir sansür veya siyasî baskı aracı olarak kullanıldı. En ünlü örneklerden biri, 1930’larda Almanya’da Nazi kitap yakmalarıdır. Heinrich Heine, 1821 yılında “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılır” demişti. Naziler onu doğruladı.
Kur’an nüshalarının yakılması bir İslamofobi eylemi olarak görülmeli ve Müslüman topluluğa karşı bir nefret söylemi ve ayrımcılık eylemi olarak değerlendirilmelidir. Ne var ki, uygulamada İslamofobinin, ne ulus-aşırı ne de ulusal ölçeklerde hukuki bir tanımı ve cezai bir karşılığı bulunmaktadır.
Öngörebileceğiniz bir sonucu engelleme imkânına sahipken bunu yapmıyorsanız, ortaya çıkan sonuca razı olmanız gerekir. İsveç, bu krizi ilgili mevzuatını değiştirerek ve bu olağanüstü duruma uygun inisiyatifler geliştirerek yönetebilirdi; böyle yapmamayı tercih etti.
Paludan’ın Kur’an-ı Kerim nüshası yakması ifade hürriyetini korumamış, aksine olumsuz etkilemiştir. Bu eylemler bir ifade hürriyeti biçimi olarak savunulurken, nefret söylemi koruma altına alınmıştır.
İsveç hükûmeti, iktidarı kaybetmek yerine Müslüman karşıtı ırkçılığı desteklemeyi tercih etmiştir. İsveç’in kendisini ‘en modern, en liberal, en çeşitli ve çok kültürlü toplum’ olarak görmesi, Müslüman karşıtı kötülüğün ‘sıradanlaşması’ olgusu karşısında anlamını yitirmiş kof bir propagandadır.