top of page

Haberiniz Var Mı?

METİN KARABAŞOĞLU


Bir yalan haberle başladı insanın yeryüzü yolculuğu. Atamız Âdem, bir yalan haberin peşine düştüğü için düştü adı üstünde denî dünyanın ortasına. Bir yalan haberin bir yalan haberle başladı.


O ve eşi, cennette idiler ve kendilerine sadece bir ağacı meyvesi yasaklanmıştı. Hasediyle Âdem’i düşürmenin, şaşırtmanın ve yanıltmanın hesabını yapan İblis, insanın en büyük acısı olan fena ve en büyük arzusu olan beka üzerinden yanaştı ona. “Biliyor musun, bu ağaç size ne diye yasaklandı, diye fısıldayıp, cevabı da kendisi verdi: “Çünkü bu ölümsüzlük ağacıdır.


Meyvesini yerseniz, fena size ârız olmaz, ölümü asla tatmadan sonsuz bir hayat yaşarsınız.”

Bir yalan haberdi bu. Gerçek değil, kurguydu. ‘Düğümlere üfleyerek,’ ukdelere, arzulara, ihtiyaçlara, zaaflara dokunarak yol alan İblis, Âdem ve eşinin şahsında insanın en büyük arzusunun ‘ölümsüzlük’ ve ‘beka’ olduğunu tesbit ederek, bunun üzerinden onu yanıltmayı seçmişti. Sen ölümsüzlük istiyorsun, Allah senin için ölümü murad ediyor, o yüzden ‘şeceretü’l-huld’un, ölümsüzlük ve sonsuzluk ağacının meyvesini size yasakladı!


Atamız Âdem, bu yalan habere kandı, bu uydurma söze inandı ve insanın yeryüze yolculuğu işte bununla birlikte başladı: “Hepiniz oradan (cennetten) inin.”

Böylece, çiğnediği yasağın, işlediği itaatsizliğin cezası olarak, kendisini bir yalan haberle bu yanlışa sevkeden İblis’le birlikte, insan da düştü yeryüzüne.


Ama Rahmân ve Rahîm idi âlemler Rabbi. Rahmetinin bir tecellisi olarak, insanı bu dünyada başıboş bırakmadı. Dünyaya düştüğü gibi, cehennem çukurlarına da düşsün istemediği için, aldatıcı düşmanı olarak onunla birlikte yeryüzüne sürgün edilen İblis yine yalan haberlerle onu kandırmasın, yolunu çelmesin, aklını şaşırtmasın diye doğru haberi getiren ve doğru yola hidayet eden ‘haberci’ler gönderdi insanlık için. Nebîler. Nebe haber demekti zaten, nebî ise haberci.


Peygamberler, insanın dünya sürgününü başlatan yalan haberci İblis’e karşılık onu yeniden cennetin müşterisi kılacak doğru haberi taşıdılar insanların dünyasına. ‘Nebe-i azîm’i, yani ‘büyük haber’i verdiler; ‘el-Vâkıa’nın, asıl olayın haberini ilettiler. Bildirdiklerine göre, hâlâ ebedî cennet için bir imkânı vardı insanlığın. Bu dünyada Yaratıcısını bilip tanıyarak, O’nun nebîleri, ‘haberci’leri ile ilettiği çizgide yaşayıp O’nun rızasını gözeterek O’nun mağfiret ve lütfuna erişip, asıl vatanı cennette bitimsiz bir hayata yine liyakat kazanabilirdi insan. Sonsuz cennet gibi bir seçenek, bir kere ölümü tattıktan sonra, onun hâlâ önündeydi. Yeter ki, nebîlerin verdiği doğru haberin izi sıra bir yolculuk yaşasın.


Ama yalan haberci İblis’e bu dünyada da kanacak olursa, önünde cehennem gibi bir seçenek daha vardı. Yalan habere inanıp cennetten yeryüzüne düşen insan için, bu dünyada yine İblis’in yalan haberine kanacak olsa, bu dünyadan da cehennem çukuruna düşme ihtimali vardı.


Düşmemenin yolu belliydi: İblis’e değil nebîlere kulak vermek... İblis’in yalan haberinin değil, nebîlerin getirdiği doğru haberin izini sürmek...

Âlemler Rabbi, insanın dünyadan cennete yeniden yol bulabilmesi için, doğru ile yalanı, kurmaca ile gerçeği ayırabilmesi için yol ve yordam da öğretti nebîleri eliyle. Acûl, sabırsız, emeline bir an önce ulaşma arzusu yüklü insan, bu yol ve yordam üzerinden atası Âdem’in düştüğü hataya düşmekten kurtulurdu.


Âlemler Rabbi, nebîlerinin eline, Rableri adına konuştuklarının delili olarak mucizeleri verdiği ve bütün kâinatı onların getirdiği haberin doğruluğuna şahit gösterdiği gibi, akletmesini, sorup sorgulamasını, iyice düşünmesini insana emretmişti. Ve bir haber duyduğunda, yoldan çıkmış biri yoldan çıkarıcı bir haberle geldiğinde, araştırmasını:

“Ey iman edenler! Bir fâsık size bir haber getirdiğinde, doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da, sonra yaptığınızdan pişman olursunuz.” (Hucurât, 49:6)

Bu âyet inmeden önce, sıcağı sıcağına, tam da böyle bir olay yaşanmıştı zaten. İslâm’a yeni girmiş bir bedevî kabilesi mal ve servetleri içinde fakirin, yetimin, darda ve yolda kalmışın hakkı olan zekâtı bir an önce verme iştiyakıyla zekât toplayan memuru beklemede idiler.


Günlerce yolunu gözledikleri zekât memuru gelmeyince de, kendileri develeri ve davarları içinden fakirin, yetimin, darda ve yolda kalmışın hakkını kendileri ayırıp bizzat Medine’ye giderek Resûlullah aleyhissalâtu vesselama takdim etmek üzere yola koyulmuşlardı. Onlar yola çıkmışken zekât memuru o belde yakınlarına varmış ve yolda bir adamdan, onların yeni girdikleri dinden çıkıp savaş açmak üzere Medine’ye karşı sefere koyuldukları haberini almıştı. Bu haber üzerine telaşa düşüp Medine’ye ulaştığında aynı habere itibar eden sahabiler derhal bu kabileye karşı sefer hazırlığından söz ederken, Nebiyy-i Zîşan beklemeleri, gelen haberin doğruluğunu araştırıp teyid etmeleri gerektiğini onlara söylemişti.


Az zaman sonra gerçek ortaya çıkacak, eğer mü’minler bir yalan habere inanıp ordu hazırlamış olsalar taze imanlarının iştiyakıyla zekât için yola çıkan tertemiz insanlara Allah indinde sorumlu ve pişman olacakları bir büyük haksızlık yapmış olacakları anlaşılacaktı. Gelen âyetler, aralarında Resûlullah olduğu için onun uyarısıyla acele hareket etmeyerek bu helâk edici halden kurtulan mü’minlerin nezdinde bütün zamanlara bir haberle karşılaştığında araştırmalarını ‘tavsiye’ veya ‘rica’ değil, ‘emr’ediyordu. Gelen habere karşılık, tahkik etme, doğruluğunu araştırma, doğruya doğruluğunu, değilse yalan ve yanlış olduğunu ortaya çıkarma. Gelen habere doğruluğunu ortaya çıkarmadan inanarak bir kişi veya topluluk hakkında bir karar verip bir işe kalkışmama.


Kur’an’ın nüzul tarihine ve Hz. Peygamber’in hayatına dair kaynaklar der ki, bu olay yaşanıp üstüne bu âyet indiğinde, şöyle buyurmuştu kudsî nebî: “Teennî Rahmân’dan, acelecilik şeytandandır.” buyurduğu

Gelin görün ki, bugünün dünyasında, kulaklar ve gözler ‘büyük haber’e, ‘asıl olay’a yabancılaşmışken, nice yalan haberin taşıyıcılığını yapıyorlar dilleriyle yahut tuşlara veya imleçlere dokunan parmaklarıyla...


Ve “Ey iman edenler! Bir fâsık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın” âyeti sanki kendisine inmemiş gibi davranıyor niceleri...

Büyük haber. Asıl olay. Ölüm, diriliş, hesap!

Asıl haber bu iken, asıl haberin tahakkuk ettiği anda kişiyi helâkete götürecek haberler akıyor sürekli önümüzden. Televizyonlar, gazeteler, haber siteleri, insanlar arası diyaloglar, -miş/-mış’lar, sosyal medya hesaplarından akan mesajlar ve bildirimler...


Doğruluğu araştırılmadan doğru kabul ettiğimiz; böylece elimize yanlış fiil işleten, dilimize yanlış söz söyleten, kalbimizi yanlış yön ve yargılara yönlendiren ya hepten yalan ve yanlış yahut çarpıtılmış haberler...

Görmediğimiz, aslını bilmediğimiz olaylar hakkında bizden hiç istenmediği halde yaptığımız yalancı şahitlikler...


Aslını bilmediğimiz işler, bizzat tanımadığımız kişiler ve topluluklar hakkında bir zincirleme reaksiyon halinde ilerleyen önyargılar, yaftalama, damgalama ve lekelemeler, hakaretler ve iftiralar...

Yalan, en büyük imtihanımız...


Düğümlere üflenen; bir ukdemize, zaafımıza, talebimize, beklentimize, asabiyetimize nefes üfleyen yalan haberlere meylimiz, en büyük zayıflığımız...

Atamız Âdem’i cennetten düşüren buydu. Farkına varıp tedbirini almaz, “Fetebeyyenû/ Doğruluğunu araştırın!” emrini rehberimiz yapmazsak, korkarız ki bizi de aşağıların aşağısına düşürecek.


Yalan ile doğrunun arasını açmamız gerekiyor. Gelen her haberin akla ve kalbe girmesine fırsat tanımamak gerekiyor. “Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, hepsi bundan sorumludur” (İsrâ, 17:36) emrinin izini sürüp, hakkında kesin bilgimiz olmayan, doğruluğundan emin olmadığımız şeyin peşine düşmemek gerekiyor.


Ne de olsa, hakkında bilgisi olmayan şeyin ardına düşüp bir yalan habere inanmasıyla düştü insan cennetten yeryüzüne. Atamız Âdem, bu hatasından ders çıkardı, bir daha yalan habere kanmadan bu dünyada yaşadığı için yeniden ebedî cennetlerde olmaya liyakat kazandı.


Onun imtihanı, bizim de imtihanımız. Üstelik, önümüzdeki risk daha büyük. O cennetten dünyaya düştü, biz bu dünyada yalan haberin ardına düştüğümüzde, günün sonunda düşeceğimiz yer cehennem çukurları olacak.

Ya da atamız Âdem gibi yeniden cennete yükseleceğiz.

Herşey ‘haberler’e bağlı.


Hangi haberciyi dinlediğimize...

Haberleri nasıl dinlediğimize...

Veya şöyle diyelim: Kimlerin haberini dinlediğimize... Nebîlere ve onların izi sıra gidenlere mi itibar ediyoruz, yalan haberin mucidi İblis’in izi sıra gidip yalan haber üretenlere mi?

Asıl olay da bu, asıl haber de.

Haberimiz var mı? Haberiniz var mı?



ÖZETLER


Bir yalan haber yüzünden gerçekleşti insanın yeryüzüne düşüşü. Düğümlere üfleyen İblis, insanın en büyük arzusu olan ‘beka’ üzerinden onu yanıltmayı seçmişti: Allah, bu ağacın meyvesini size yasakladı, çünkü bu ölümsüzlük ağacıdır!


Neden düştüğümüzün sebebi belli: yalan haberin peşine düşmek. Düşmemenin yolu da belliydi: gerçeğin haberini getiren nebîlere kulak vermek. İblis’in yalan haberinin değil, nebîlerin doğru haberlerinin izini sürmek...


Atamız Âdem’in imtihanı, bizim de imtihanımız. Üstelik, önümüzdeki risk daha büyük. O cennetten dünyaya düştü, biz bu dünyada yalan haberin ardına düştüğümüzde ise, düşeceğimiz yer cehennem çukurları olacak.


bottom of page