top of page

Gidenlerin Ardından

MURAT KURU


6 Şubat 2023 günü saat 04:17’de 7.8 ve 13:24’te 7.6 ölçeğinde iki şiddetli depremin ardından, tarihimiz 6 Şubat’tan önce ve 6 Şubat’tan sonra diye ikiye ayrılmalı.


Kayıplarımızın büyüklüğü, yıkımın şiddeti tüm ülkemizi bir yas ve matem evine çevirdi. Yüz, ikiyüz, bin, ikibin, onbin, yirmibin diye kolayca telaffuz ettiğimiz sayılar kaybedilenleri yeterince anlatamıyor; anlatması da mümkün değil. Bu yüzden her bir yaşananı, her bir yıkımı, bizden alınan her bin canın hikâyesini tek tek anlamak ve anlatmak zorundayız.






Geleceğe dair satılacak büyük hayallerin, temelleri atılmaya başlanacak binlerce inşaatın, edilen ve edilecek yardımların, deprem sonra şahit olduğumuz mucizevi kurtuluşların başımıza gelenleri ve kayıplarımızı unutturmasına izin veremeyiz. Israrla ve hiç durmadan sormamız gereken iki büyük ve kısa sorunun cevabını aramalıyız:


(1) İnsanlarımız neden öldü?


(2) Binalarımız neden yıkıldı?


Yas, kayıplarımızın ardından verdiğimiz tepkilerimizdir. En basit alışkanlıklarımızı bile bırakmakta zorlanırken en sevdiklerimizi soğuk toprağın bağrına bırakmak, onlardan ayrılmak yüreklerimizi yakmakta, gözyaşlarımızı akıtmakta. Çünkü ölüm Vâmık Volkan’ın ifadesiyle ‘yitimin en somut olanı’dır. İnkâr edilemez, yok sayılamaz, görmezden gelinemez ve geri getirilemez. Bir zamanlar burada bizimle var olanlar artık yoktur ve bu dünyada bir daha olmayacaklardır. Günlerce ulaşılamayan, ulaşıldığında ise bütünlüğünü kaybetmiş, görüntüsü bozulmuş, soğuktan üşümüş bedenler acımızı katmerleştirdi, öfkemizi büyüttü. Yüzbinlere ulaşan ölüm sayısı, onbinlerce yıkılmış ve ondan daha da fazla yıkılması beklenen hasarlı bina, sevdiklerini kaybetmiş milyonlar, yetim kalmış çocuklar bırakan büyük bir felaket...


Kaybedilen sadece canlar değil. Çocukluğun geçirildiği sokaklar, yaşlı genç tüm akrabalarla bayramlaşmaların yapıldığı evler, namazların kılındığı camiler, adımların atıldığı yollar dahil insanlar şehir hafızalarını, anılarını, hatıralarını yitirdiler. Bu da yaşadığımız travmanın şiddetini arttırıyor, acımızı çoğaltıyor. Yapılan çalışmalar beklenmedik ve doğal âfetlerden kaynaklı travmaların travma sonrası stres bozukluğuna dönüşme ihtimalinin savaş kaynaklı, tecavüz, istismar gibi insan kaynaklı travmalardan çok daha düşük olduğunu göstermekte. Bunun anlaşılır sebepleri var. İnsan eliyle ve ihmaliyle oluşan felaketlerin önlenebilir, tedbir alınabilir, hafif atlatılabilir ihtimali varken bunun yapılamaması, zihinde tekrar ve tekrar “Neden?” sorularının dönmesine sebep olur? Bu yüzden atlatılması ve normal hayat dönülmesi çok daha zor olur. Bu zorluk yası da etkiler. İnsanlar, yapılmayan doğrular ya da yapılan yanlışlar yüzünden yaşanan kayıplar karşısında daha öfkeli olup, kabullenmekte daha çok zorlanır.


Yas çalışmaları kayıplardan sonra sağlıklı bir yasın yaşanabilmesi için yerine getirilmesi gereken görevlerden bahseder. Bunlardan ilki kaybın gerçekliğini kabullenmektir. Ne yaparsak yapalım, kaybettiğimiz canları geri getiremeyeceğiz. İnsanlar en sevdiklerini, en yakınlarını, canlarını, akrabalarını, dostlarını ve arkadaşlarını depreme uygun yapılmayan, yeterince denetleme ve kontrolden geçirilmeyen binalar, para ve kâr hırsından kesilen kolonlar yüzünden altında kaldıkları binlerce ton enkazın içinde kaybettiler.


Sağlıksız bir yas tutmada sağ kalanlar sanki ölüm olmamış, kaybettikleri yaşıyor, seslerini duyuyor, onlara sesleniyor gibi hissediyor ve ölümü inkâr ediyorsa aynı şekilde sağlıksız bir yönetim de ihmalin sonucu yaşanmış ölümleri sıradanlaştırır, basitleştirir ve olağan zamanların ölümü gibi görmeye çalışır. Bu, yaşanan gerçeğin inkârıdır. İnsanlarımız olağan değil olağanüstü, sıradan değil sıradışı şartlarda öldüler. İnsanlarımız nerede, ne kadar sürede, hangi şartlarda öldüler? Ölü bedenleri ölümlerinin ardından kaç gün sonra, kimler tarafından, nasıl çıkarıldı? Ve neden böyle oldu? Sağlıklı bir yas tutabilmek için bu çok acı gerçekleri bilmek zorundayız. Gerçek kaybımızı bilmeden acısını, yasını nasıl sağlıklı ve gerçek olarak yaşayabiliriz?


Biliyoruz ki, hiçbir gerçek yalan kadar acı vermez. Ve yine biliyoruz ki, usulüne uygun gömülmeyen ölüler hayaletler olarak geri dönerler. Bu yüzden herşeyden önce yakınlarını kaybedenlere ve toplum olarak bize, bizi yönetenlerin ‘gerçek’ borçları vardır. Ne demişti Aliya İzzetbegoviç: “Tatlı yalanların faydası olmaz, ama acı gerçekler iyileştirebilir.”


Yas tutmanın ikinci görevi yitirdiklerimiz için duyduğumuz acının, ızdırabın, üzüntünün yaşanmasıdır. Bu aynı zamanda Ahzab sûresinin 21. âyetinde bize en güzel örnek olarak sunulan Peygamber Efendimizin aziz hatırasıdır.


Enes b. Mâlik radıyallahu anhden rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ruhunu teslim etmek üzere olan oğlu İbrahim’in yanına girince gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf:

“Ey Allah’ın Resûlü! Siz de mi ağlıyorsunuz?” diye sordu.


Hz. Peygamber ona: “Ey İbnu Avf! Bu gördüğün gözyaşları rahmet ve şefkat eseridir” cevabını verdi ve devam etti: “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Biz ancak Rabbimizin razı olacağı sözleri söyleriz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz.”


Ölen canlarımız, yitirdiğimiz hatıralarımız kalplerimizi hüzünlendirdi, gözlerimizi yaşarttı. Yas evinin adabı yaşanılan acıya saygı gösterilmesi, ölenin yakınlarını rahatsız, huzursuz edecek söz ve davranışlardan uzak durulması, onların koşullarının yaslarını daha rahat yaşayacakları hale getirilmesidir. Yine bunun güzel bir örneğini Efendimizin aleyhissalâtu vesselamın siyerinden öğreniyoruz. Peygamber Efendimizin amcası Ebû Tâlib'in oğlu Hz. Cafer Bizanslılarla yapılan Mûte savaşında şehit düşmüştü. Hz. Cafer’in hanımı Esmâ binti Umeys ile çocuklarının bundan haberi yoktu. Peygamberimiz ise savaş esnasında olup bitenleri mescidde sahabilerine haber vermişti.


Aynı gün taziye için Hz. Cafer’in evine giden Peygamberimiz, Esmâ binti Umeys’e çocukları sordu. Hz. Esmâ da çocuklarının yüzlerini yıkayıp saçlarını tarayarak Peygamberimizin huzuruna çıkardı. Resûlullah onları bağrına bastı, öptü, kokladı. Bu arada mübarek gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Esmâ binti Umeys bu durumu görünce endişelenmişti. Şöyle dedi:


“Anam babam sana feda olsun, neden ağlıyorsun yâ Rasûlallah? Yoksa Cafer ve arkadaşlarından size acı bir haber mi geldi?”


Peygamberimiz, “Evet, onlar bugün şehit oldular” buyurdu. Bu haber üzerine Hz. Esmâ kendini tutamadı. Ağlamaya ve dövünmeye başladı. Resûlullah onun bu tavrını hoş karşılamayarak şu şekilde ikazda bulundu:


“Ey Esmâ, ağzından uygunsuz ve kaba söz kaçırma. Göğsünü de dövme!”

Haberi duyan sahabe hanımları Hz. Esmâ’nın yanına gelerek onu teselliye çalıştılar.

Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam oradan kalkıp evine gitti. Hanımlarına, “Onlar yemek yapabilecek durumda değillerdir” buyurdu. Yemek yaparak Hz. Cafer’in evine göndermelerini söyledi. Bunun üzerine Hz. Cafer’in evine üç gün yemek gönderildi.


Yakınlarını kaybedenlere karşı gösterilmesi gereken bu merhamet, şefkat, anlayış ve hikmetin örnekliği asırlardır önümüzde dururken, binlerce cenaze enkazların altında çıkarılmayı, daha fazla can da betonların arasında kurtarılmayı beklerken birilerinin defter tutan, ses tonunu sertleştiren, insan onurunu korumak ve kurtarmayı öncelemesi gerekirken devletin itibarını düşünen hitabı ise, en hafif tabiriyle, merhametten uzaktı. Kendi şiirleriyle söyleyecek olursak, ‘devlet dedikleri zât bir çatık kaş’tı.


Ölenlerin acısı ve yası yaşanırken, evet hayat devam eder; ama artık eskisi gibi devam etmez. Böyle çok zor ve acılı zamanlarda ne söyleyeceğimizi bilmekten daha önemlisi, ne söylemeyeceğimizi bilmektir. “Hayat devam ediyor,” “güçlü olmalısın,” “haline şükret, daha beteri var,” “yeter artık, daha fazla ağlama,” “bu kadar üzülme” gibi empatiden uzak cümleler iyiniyetle bile söylense iyi olmayacaktır. Acı yaşanacak, yas tutulacaktır. Bazı acılar hiç geçmeyecektir. Sevdiğiniz biri ölünce yürekte kırk mum yanar, her gün biri sönermiş. Kırkıncı gün biri hariç hepsi sönmüş olur, kırkıncı mum ise kalır ve ölene kadar sönmezmiş. Bu anlatıda dile getirildiği gibi, çok şey sönse ve geçse de bazı acılar ölene kadar sürecektir.


Ölenler sık sık hatırlanacak, hatıraları yâd edilecek, bu ölümlerden sorumlu olanlar hesaba çekilecektir. Bu gidenlerin ardından kalanlara bırakılan bir görevdir. Hayatta kalanların ölüp gidenlere hiçbir şeyin eskisi gibi olmaması, bu ölüm ve yıkımlarda sorumluluğu olan herkesin hesap vermesi ve bir daha böyle acıların yaşanmaması için borçları ve sorumlulukları vardır. Sorumluluğu ve ihmali bulunanların para vererek, inşaat yaparak bu hesaptan kaçmaya çalışması, sarhoş olup hız yapıp kaza yaparak insan öldüren bir zengin çocuğunun babasının cenaze evindeki acı ve yıkıma karşı “kan parasını ödedik, ev de verdik; daha ne istiyorsunuz?” demesi gibidir. Daha ne istiyoruz? Adalet istiyoruz. Acımıza, kaybımıza, ölülerimize saygı istiyoruz.



Suçlu olunduğunda, yanlış yapıldığında, suç işlendiğinde bunun örtmenin, unutturmanın yollarından biri ‘olma’ modundan ‘yapma’ moduna geçilmesidir. Bizim için ne oldukları ve bizim onlar için ne olduğumuz sorusuna cevap veremeyecek olanlar, bir savunma mekanizması olarak sürekli yapma moduna geçerler. Uzun bir yapılacaklar listesi sıralanır. Hayatları alanlar hayaller satmaya çalışır. Geçmiş ve şimdinin hesabını veremeyen, geleceği konuşur. Felaket olana kadar yapılması gerekenlerin konuşulmasını istemeyenler, yapılacakları gündeme taşımaya çalışır. Yaşanan yıkımları, yitip giden canları ‘kader planı’ diye tanımlayıp sorumluluk ve hesaptan uzak olmak isteyenlerin, ifade özgürlüğü kapsamına giren yorum, düşünce ve eleştirilere bile dava açıp ceza istemeleri, bunun için jurnal sistemleri kurmaları büyük bir çelişki ve samimiyetsizlik olarak önümüzde durmaktadır. Yaşananlardan ders çıkarmak, bir daha aynı acıları yaşamamak için, ‘yapma’ modunu yavaşlatıp ‘olma’ modunda daha çok durmak zorundayız. Yoksa yapacaklarımız en fazla bir dahaki felâkete kadar fayda verecektir. Zaten ne olduğumuz sorusunun sağlıklı ve doğru bir cevabını veremediğimizde, yaptıklarımızın da hayrını göremiyoruz.


Yasın tamamlanması gereken üçüncü görevi, ölenlerin olmadığı dünyaya uyum sağlamaktır. Ölülerimiz artık bu dünyada yoklar ve olmayacaklar. Gidenlerin ardından kalanlara karşı sorumluyuz. Geride kalan çocuklarına, yakınlarına, yaşlılarına bakmakla, göz kulak olup kollamakla, ihtiyaçlarını gidermelerine yardımcı olmakla yükümlüyüz. Geçmiş tecrübeler gösteriyor ki, kitlesel felâketlerin ilk günler ve haftalarındaki çok yoğun yardımlaşma ve dayanışma seferberliği zamanla azalmakta ve âfetzedeler bir süre sonra kendi imkânlarıyla başbaşa kalmaktadır. İnsan nisyanla, unutuşla bilinen canlı. Unutuşun tuzağına düşmemek zorundayız. Bu yüzden olsa gerek ashâb-ı kirâm birbirinden ayrılırken Asr sûresini okuyarak sürekli hakkı ve sabrı tavsiye edermiş. Hatırlamaya; her gün, her daim hakkı ve sabrı hem hatırlatmaya hem de hatırlatılmaya ihtiyacımız var.


Yasın son görevi ise kaybettiklerimizle kalıcı bağlantı kurmanın yollarını bulmaktır. Bu kadar büyük kayıp ve acılardan sonra eskisi gibi olamayacağımız gibi, zamanı felâket anında da donduramayız. Ölenlerimizin hatırasını geleceği insan hayatını, canını, onurunu ve özgürlüğünü garanti altına alacak şekilde inşa etmek suretiyle aziz kılmalıyız. Ölümlerinin boşa gitmediğini, daha adil ve güvenli bir sistem inşa etmenin dönüm noktası olduğunu göstermeliyiz. O zaman bu büyük acıyla birlikte bir teselli bulmuş, gidenlerin ardından yasımızı sağlıklı bir şekilde tutmuş ve tamamlamış oluruz.



ÖZETLER


Yapılan çalışmalar doğal âfetlerden kaynaklı travmaların travma sonrası stres bozukluğuna dönüşme ihtimalinin insan kaynaklı travmalardan çok daha düşük olduğunu gösteriyor. Bunun anlaşılır sebepleri var. İnsan eli ve ihmaliyle oluşan felaketlerin önlenebilir olma ihtimali varken bunun yapılmamış olması daha ağır etki bırakır.


Kayıplardan sonra sağlıklı bir yasın yaşanabilmesi için yerine getirilmesi gereken ilk görev, kaybın gerçekliğini kabullenmektir. Sağlıksız bir yas tutmada nasıl sağ kalanlar sanki ölüm olmamış gibi hissediyorsa, sağlıksız bir yönetim de ihmali sonucu yaşanmış ölümleri basitleştirir. Bu, yaşanan gerçeğin inkârıdır.


Sağlıklı bir yas tutabilmek için gerçekleri bilmek zorundayız. Gerçek kaybımızı bilmeden acısını, yasını nasıl sağlıklı ve gerçek olarak yaşayabiliriz? Biliyoruz ki, hiçbir gerçek yalan kadar acı vermez. Ve yine biliyoruz ki, usulüne uygun gömülmeyen ölüler hayaletler olarak geri dönerler. Bu yüzden yönetenlerin bize ‘gerçek’ borçları var.


Ölenlerin acısı ve yası yaşanırken, evet hayat devam eder; ama artık eskisi gibi devam etmez. Böyle çok zor ve acılı zamanlarda ne söyleyeceğimizi bilmekten daha önemlisi, ne söylemeyeceğimizi bilmektir. Empatiden uzak cümleler iyiniyetle bile söylense iyi olmayacaktır.


Suçlu olunduğunda, yanlış yapıldığında bunun örtmenin yollarından biri ‘olma’ modundan ‘yapma’ moduna geçilmesidir. Sorumlular ve suçlular, bir savunma mekanizması olarak sürekli yapma moduna geçerler. Hayatları alanlar, hayaller satmaya çalışır. Geçmiş ve şimdinin hesabını veremeyen, geleceği konuşur.


Yaşananlardan ders çıkarmak, bir daha aynı acıları yaşamamak için, ‘yapma’ modunu yavaşlatıp ‘olma’ modunda daha çok durmak zorundayız. Yoksa yapacaklarımız en fazla bir dahaki felâkete kadar fayda verecektir. Zaten ne olduğu sorusunun doğru cevabını veremediğimizde yaptıklarımızın da hayrını göremiyoruz.


bottom of page