top of page

“En Büyük Fakirlik, Hayal Fakirliğidir”

YUNUS ÇENGEL


Hocam ilk olarak, nasıl bir aile ortamında büyüdünüz? İlk eğitiminizden ve ailenizin sizden beklentilerinden bahsedebilir misiniz?


Kuşadası’ndan yirmi kilometre ileride Davutlar nahiyesi var. Orası ben çocukken üçbin nüfuslu bir yerdi. Sadece ilkokulu vardı. Orada bir çiftçi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Yedi kardeştik ve tütüncülük yapıyorduk.


Dünyaya geldiğim ortamda kimsenin büyük bir ideali yoktu. Küçük yer olunca hayaller de küçük oluyor.



Gerçi büyük çoğunluk ilkokula gidiyordu. Ama ondan sonra çok az kişi ortaokula gider, çoğu ise çiftçilik yapardı. Bizim evde de yedi kardeşten sadece benim büyüğüm ortaokulu bitirdi, sonra devam edemedi. Benim de ortaokula gidip gidemeyeceğim şüpheliydi.


Hayatımda bir kırılma noktası olarak, ilkokulu bitirdiğimde okul müdürü elime bir kâğıt verdi ve “Aydın’a gideceksin, şurada bir sınava gireceksin” dedi. Onbir yaşında çocuğum, birşey anlamıyorum. Annem tuttu elimden, Aydın’a gittik. Vakıflar Yurdu sınavı imiş, o sınava girdik. Bu yurt ücretsiz kalabildiğiniz bir yer. Sınavı kazandık ve Aydın’daki ortaokulda okumaya başladık.


Sonradan, şunu ara ara düşünmüşümdür: Okul müdürü ne akrabam, ne başka birşey, hatta doğrudan hocam bile olmadı. Sadece bana bir kâğıt veriyor, diyor ki filan yere git, şu sınava gir. Demek okulun yöneticisi olarak bir potansiyel gördüğü gibi, o potansiyel israf olmasın, nasıl destek olabilirim diye düşünüp hamiyet de göstermiş. Yoksa bizim haberimiz olmazdı ücretsiz yurt imkânından... Okul müdürümüz rahmetli Faruk Parça’nın o dirayeti ve ilgisi hakikaten önemli.


Ortaokulu ve liseyi gayet iyi bir öğrenci olarak bitirdim. Öğrenciyken bile ders veriyordum, harçlığımı o şekilde çıkarıyordum. Aydın Lisesi’nde okurken TÜBİTAK’ın bursunu kazanmıştım, daha lisedeyken burs alıyordum. O burs üniversitede de devam etti.


Liseyi bitirdiğimde, okuldaki ya en yüksek puan veya ikinci en yüksek puan benimdi. İstediğim yere girebilir durumdaydım. Tabii her ailenin rüyası, aileden bir doktor çıksın oluyor. Ama benim içimde doktorluğa karşı bir arzu yoktu. Öğretmen de olmak istemiyorum. Dedim ki, iyisi mi ben mühendis olayım. Mühendis olmak için de ya ODTÜ’ye gideceksin ya İTÜ’ye. Sene 1972. Ankara’yı nedense pek sevmiyorum. Belki Türk filmlerinin etkisinden, İstanbul’u ise seviyorum. İstanbul’da okumaya karar verdim.


Böylece İTÜ Makine Mühendisliği bölümünü kazanıyorsunuz. Hayalinizde olan ile gerçekte karşılaştığınız duruma ve üniversite yıllarınıza dair neler söylersiniz?


Bizim önümüzde bir rol model yoktu. İTÜ’ye gidiyorum ama, o ana kadar hiçbir mühendisle tanışmış değilim. Niye mühendisliğe gittim, doktor olmak istemediğim için gittim. İTÜ’ye gittiğimde de ilk bir-iki yıl zaten ağırlıklı olarak temel dersler; matematik, fizik, vesaire bana çok sıkıcı geldi ve olan heyecanım da aslında öldü. O yüzden üniversitede notlarım çok da yüksek değildir. Vasat bir öğrenciydim.


Üçüncü ve dördüncü sınıfta ise meslek dersleri biraz cazip geldi. Ama yine eski usul; hoca tahtaya yazıyor, biz not alıyoruz, çok verimsiz bir eğitim sistemi. Ders kitabı neredeyse hiç yoktu, hocaların yazdığı teksir türü şeyler vardı. Onlardan bir kısmını aldık, ama zorunlu değildi. Sonunda hoca tahtaya yazıyor, biz deftere aktarıyoruz; sonra onları çalışıyor ve sınavları geçiyoruz. Bu eğitim aslında bir sınıf geçme oyunu, mekanikleşmiş bir sistem.


İTÜ’yü bitirdim, kendi kendime sordum: Yahu ben ne öğrendim? Şimdi piyasaya çıksam ne yapabilirim? “İTÜ mezunuyum, makine mühendisiyim, hakikaten bir birikim var, şöyle birşey yapabilirim.” Hiç öyle bir havada değildim.


Bu süreçte kampüs ile kaldığınız yurt arasında İETT ile olan yolculuğunuzu değerlendirip dil öğrenmişsiniz ama...


Lisede İngilizce hocamız çok iyiydi, o yüzden çok sağlam bir temelim vardı. Üniversiteye başlayınca, ODTÜ’nün hazırlık sınıfı kitapları vardı onyedi cilt, onları satın aldım. Birinci kitaptan çalışmaya başladım. Yurt Fatih’te, fakülte Gümüşsuyu’nda. Notlarımı alır, gider gelirken otobüste ayakta sıkışık vaziyette o notlardan İngilizce çalışırdım. Kendi kendime çalışarak İngilizce öğrendim. İTÜ’yü bitirince TOEFL’a girdiğimde 420 puan aldım ki, hiç de fena değildi.


İnsan bazı şeyleri yapıyor, ama bir zekanın ürünü olarak, çok düşünceli ve ileri görüşlü olarak değil; bir şekilde yapıyorsunuz. Sonra bakıyorsunuz ki, doğru şeyi yapmışsınız. Öylesine başlamıştım otobüste dil çalışmaya. Kimse de bana böyle yap demedi. Küçüklüğümden beri, belki farkında olmadığım, sonradan farkettiğim bir meziyet israfı kötü birşey olarak bilmek. Zaman israfı da kötü birşey. İsraf olacak birşey varsa, onu bir şekilde değerlendirmek lazım. Sanırım böyle başladım.


Şu anda benim mesleğimin özünde de enerji verimliliği var. Uzmanlık sahibi olduğum alan, enerjide israfı önlemek. Tasarruf en büyük, en ucuz, en yerli ve en temiz kaynak. Ben onlara tasarruf santralleri diyorum. Çünkü diyelim ki bir santral kurdunuz, mesela şimdi nükleer santraller kuruluyor, dört tane kuruldu diyelim, toplam maliyeti yirmi milyar dolar. Beş milyar dolarla yeni bir nükleer santral kuruyorsunuz veya kömür yahut doğalgaz santrali kuruyorsunuz. Onun yakıtları ister uranyum olsun ister kömür ister doğalgaz, bir şekilde bir kaynağı tüketecek ve çevreyi de kirletecek. Enerji verimliliğine o paranın yarısını veya dörtte birini harcayıp dört bin megavatlık tasarruf yaptığınızda aslında ne oluyor? Yeni bir nükleer santral kurulmasına gerek kalmıyor. Yani o enerji verimliliğiyle aslında yeni bir santral kurmuş gibi oluyorsunuz. Çünkü benim tasarruf ettiğim enerji yeni yapılan bir ev, yeni açılan bir fabrika onu kullanıyor. Dünyanın şu anda birinci önceliği enerji verimliliği. İkincisi yenilenebilir enerji; güneş, rüzgâr vs. Üçüncüsü de enerji depolama.


Bir söyleşinizde eğitim için ikinci defa Amerika’ya gidişinizin birinciden farklı olduğunu söylüyorsunuz. Birinci gidişiniz ile ikincisi arasında neler değişti, hem zihniyet hem de eğitim bağlamında neler farkettiniz?


Eskiden belki en büyük fakirlik hayal fakirliğiydi. Hayal edemiyorsunuz. Yani dünyayı bilmiyorsunuz. Ben Amerika’ya gideceğim, orada araştırmacı olacağım, benim hayalimde yok. Niye? Cebime bakıyorum, Türkiye’den çıkamam bile. Amerika’ya gidelim, master yapayım, yok öyle bir dünya. Örnekleriniz yok, sınırlı bir ortamda büyüyorsunuz.


Bir şekilde kaderin yönlendirilmesi diyelim., üç arkadaş İTÜ Gümüşsuyu’nda koridorda geziyoruz. Bir baktık, Türkiye Demir Çelik Fabrikaları, Amerika’ya master için mühendis gönderecek. Dedik, gidelim. Oturduk, başvurduk. Normalde Türkiye’de devam edecektik, hiç yurtdışı niyeti yoktu. Başvurduk, sınavı kazandık ve birinci Amerika yolculuğumuz başladı.


Sınavı kazanınca, ilk önce dil okuluna gidiyorsunuz. Orada da sınava aldılar, dilim gayet iyi. Madem buraya kadar geldin, yazı dersleri al, dediler ve üç ay dil okuluna gittim. Üniversitede master eğitimi, diğer işler derken, birinci gidişim tamamlandı. Aldığım master bursu kesilecek, Türkiye’ye geleceğim. Türkiye’ye gelmeden önceki son dönemde üniversitede güneş enerjisi dersinde asistanlık yapmıştım. Hakikaten asistanlığı da gayet iyi yaptım. Benim bir özelliğim, birşeyi eğer yapacaksam hakkını vererek yaparım. Bir söz var: “Eğer bir şey yapmaya değerse, onu en iyi şekilde yapmaya değer.” Eğer en iyi şekilde yapmayacaksan, ne ötekilerin zamanını israf et, ne de kendi zamanını. Dersin hocaları dediler ki: “Bize çok kişi böyle asistanlık yaptı, ama bizim işimizi senin kadar hafifleten olmadı.” O ciddiyeti, beceriyi ve potansiyeli görmüş ki hocalar, burada doktoraya kal dediler. Hayalimde doktora yoktu. Hayalimiz olan birşey değildi. Yirmidört yaşında bir gencim, başka birşey değil. Dedim ki, “Benim bursum bitti. Bu dönem mezun oluyor ve Türkiye’ye dönüyorum. Ancak siz burs verirseniz kalabilirim.” Bakarız ona, dediler. Türkiye adresimi bıraktım, tekrar geri gelme durumum var diye kitaplarımı falan da bıraktım.


Uçağa bindim, Türkiye’ye dönüyorum. İlk defa bir sorgulama başladı uçakta; terlemeye başladım. Şimdi Türkiye’ye dönüyorum, Demir Çelik’te bana demezler mi “Biz seni Amerika’ya gönderdik. Ucuz değil, dünyanın parası. Yetmişli yıllar bunlar. Hani yirmi sente muhtaç olduğumuz zamanlar. Senin İngilizcen şimdi gayet iyi olmuştur. Orada okudun, yeni teknolojiler, şunlar, bunlar, gel bakalım ne yapacağımız konusunda bize fikirler ver, projeler yap.” Ben bunları hiç düşünmemiştim, hâlâ kendimi öğrenci olarak görüyorum. İlk defa dönüşte uçakta bunlar aklıma geldi ve soğuk terler döktüm. Dedim: “Vallahi ben kepaze oluyorum, çünkü hiç kendimi buna hazırlamamışım.”


Dönüm noktalarından birisi bu oldu. Onlar bursu verdiler, Amerika’ya geri geldim ve hakikaten hayatımın direksiyonunun başına geçtim. Dedim ki, bundan sonra kararları ben vereceğim; herşeyi sorgulayacağım ve muhakeme edeceğim. Çünkü bizde o kültür yok. Yani sorgulayan kişi olma durumum ben yirmibeş yaşındayken oldu. Ama şu anda bizim gençler vallahi beş yaşında bile sorguluyorlar. Zaman çok değişti.


Bu ikinci gidişimde, kaderin bir cilvesi, dediler ki, termodinamik dersini verecek olan Teksaslı hocanın babası ölmüş, istifa ediyor. Termodinamik sevdiğim bir ders değildi. Çok soyut bir ders. Acil hocaya ihtiyaçları var. Ben de yüksek lisansı yeni bitirmiş toy bir delikanlıyım. Dediler, bu dersi verir misin? “Yahu” dedim, “dün geldim daha Türkiye’den. Yarın okulda dersler başlıyor, bana ders verin diyorsunuz.” Asistanlık olunca ne derlerse yapmak zorundasın, sonunda adamlar sana para veriyor. Ama normalde asistanlar kâğıt okur, laboratuvarda yardımcı olur; ders vermek biraz istisnadır.


Doktora öğrencisiyken ders vermeye başlamış, dahası bölümünüzün tarihinde Dr. unvanı almadan Mükemmellik Ödülü kazanan ilk kişi olmuşsunuz. Bu ödülden ve öğreti üyesinin oylanmasının eğitim sitemindeki yerinden bahseder misiniz?


Bir sorumluluk alındığı zaman, onun hakkının verilmesi lazım. Bana ders verme görevi verildi, dersin herşeyinden ben sorumluyum. Ödevler, sınavlar, kim geçti kim kaldı vs. aynı dersi birkaç kişi veriyoruz. Başımızda bir koordinatör hoca var, bir uyumluluk ve belli bir standart olsun diye. Dersi vereceğim, ama dersi ben kendim bilmiyorum, hâkim değilim. Zaten termodinamik mühendislikteki en zorlu derslerden birisidir. Hatta makina mühendisliği bölümünde bu dersi geçtiğiniz zaman mezun olduğunuz sayılır derler. Öyle kanlı bir ders. Ben İTÜ’de geçtim son anda, ama hiçbir şey anlamadım. Neyse ders kitabını aldım, okuyorum; kitabı kendim anlamıyorum. Çok ağır bir kitap. Bunun üzerine kütüphaneye gittim, ne var ne yok, başka kitaplar, malzemeler, değişik yaklaşımlar vs... anlaşılacak gibi değil. Ben anlamazsam öğrenci nasıl anlar o kitabı? Bıraktım hepsini. Dedim ki, bu kitaplarla falan olacak şey değil. Termodinamiğin özü belli; enerjiyle ilgili şeyler, belli prensipleri, kanunları var. Sonunda dedim: Hiç kitap filan olmasa bunlar en iyi nasıl anlatılır?


İşte orada basitliğin gücünü keşfettim. Birşey ne kadar basit olursa, o kadar kolay anlaşılır. Öyle anlı şanlı formüller, Yunan harfleriyle uzun uzun bir sürü şeyler, uzun denklemler, anlayışı kolaylaştırıyor mu? Kolaylaştırmıyor, çoğu zaman da zorlaştırıyor. Dedim fiziğin basit olması lazım. Çünkü etrafa bakıyorsunuz; fizik kanunları, kuvvetler işliyor ve herşey gayet güzel, kolayca, yerli yerinde oluyor. Bunu anlatan kitabın da böyle kolay olması lazım.


Ondan sonra düşünmeye başladım: Bu ders en iyi şekilde zihinlere nasıl işlenir? O zaman bir şekilde yeni örnekler kurguluyorsun, yeni yaklaşım geliştiriyorsun; tarifleri, sıralamayı, izahları değiştiriyorsun. Bunları yapmak için de sınıfta zaman yok. Ders haftada üç saat. O zaman ders verimli olsun diye düzgün notlar hazırlıyorum, onları teksirle çoğaltıp öğrencilere veriyorum ki evde okuyabilsin, detaylarını görebilsin. Sonunda ne oldu? Öğrencinin elinde bir ders kitabı var, anlaması oldukça zor. Ama benim hazırladığım notlar ve sınıfta bunun tartışmaları da var. Ne oluyor? Bu öğrencilerin hoşuna gidiyor ve takdir görüyor.


Sonra “karno” (Karnaugh???) Ödülü diye birşey var, bölümün bir geleneği. Öğrenciler her sene en iyi hoca için oylama yapıyorlar. Sürpriz! Doktora öğrencisinin bu ödülü kazanması bu bölümde bir ilk oldu.


Velhasıl, ne yapıyorsanız onun hakkını vermek gerekiyor. Ben bunu en iyi şekilde yapacağım dediğiniz zaman türlü fikirler, yeni ilhamlar size geliyor; onları alıyorsunuz. Zaten yenilik ve ilerleme böyle oluyor.


Doktora öğrencisiyken verdiğiniz ve size ödül kazandıran ders için topladığınız malzemeler Thermodynamics: An Engineering Approach Mühendislik Yaklaşımı ile Termodinamik) kitabınızın da hazırlığı oluyor. Kitabınızın yazım sürecinden ve akademik dünyadaki karşılığından bahseder misiniz?


Kitap şu anda dünyada bir numara. Amerika’daki üniversitelerin yarıya yakını, buna Stanford da dahil, yıllardır kitabı kullanıyorlar. Türkçe, Çince, Japonca ve İspanyolca da dahil, ondan fazla dile tercüme edildi. Bu kitap, yazmanın felsefesini ve formatını değiştirdi. Eskiden kitap dediğin şey üst düzey olur, bir ciddiyeti olur, anlaması zordur gibi bir yaklaşım vardı. Sanki anlaması zor olunca çok daha kıymetli oluyor. “O kadar iyi bir kitap ki, vallahi anlayamazsınız.” Akademide kitabın zorluğu sanki kitabın kalitesiyle orantılı gibi bir hava vardı. Ben o paradigmayı bıraktım.


Doğrusu işe bir kitap yazayım diye başlamadım. Az önce anlatmıştım, doktora öğrencisiyken öğrencilere zor konuları anlatmak için hazırladığım notlar bayağı bir yekûn oluşturdu. Yine bu dersi başka derslerle beraber verince notlara yeni notlar ve yeni örnekler eklendi. Doktora bitince bir kitap fikri hâlâ yoktu. North Carolina Üniversitesi’nde doktoram bittikten sonra geçtiğim Nevada Üniversitesi’nde öğrenciler, “Hocam senin yazdıklarını çok iyi anlıyoruz, ama kitabı anlamıyoruz, bir de okumadığımız kitaba para veriyoruz. Sizin notlarınız bunun boşluklarını dolduran bir kitap haline gelsin, doğrudan oradan çalışalım” dediler. Kitap öyle ortaya çıktı.


Özellikle mühendislikle ilgili olarak, alışılmışın dışında bir üslubu var kitabımın. Kitabı yazdığım sırada yaşım otuz civarında, akademide bu çocukluk çağı sayılır. Neyse, öğrenciler öyle deyince deneyelim bakalım dedim. Yazdım ve Amerika’daki en iyi üç yayınevine gönderdim. Birisi hiç bakmadan “Biz şu anda bir termodinamik kitabı hazırlıyoruz, aynı anda aynı konuda iki kitap etik olmaz” diye cevap verdi. Diğer iki yayınevi hakemlere, yani Amerika’da bu konuda en söz sahibi hocalara gönderdi. Sürpriz bir şekilde Amerika’nın termodinamik alanındaki en iyi hocaları “Kitap dediğin, öğrencilerin anlayacağı seviyede olur. Bu kitap bunu gayet iyi becermiş” diye değerlendirmeler yazdılar. Burada yayınevi için hakemlere sorduğu anahtar soru şu: “Bu kitabı basacak olursak, siz alır mısınız?” Hepsinin cevabı kitap bitsin, dikkate alırız olunca iki yayınevi de yayınlamaya talip oldu. Ben McGraw-Hill ile gitmeye karar verdim. Onların teklifleri çok daha iyiydi ve çok daha büyük bir yayıneviydi.


Kitabımın en önemli özelliği, basit olması. İçinde karikatürler var, dünyanın şekilleri, tasarımı, yan tarafta küçük özetler derken, pedagojik olarak olması gereken tüm ögeleri içeriyor. Peki ben bunları böyle nereden çıkardım? Daha önce bu alanda böyle bir kitap yok, ama ben diyorum ki bunun böyle olması lazım. Yani benim kitaplar böyle oluyor, ben de öyle yapmalıyım gibi, geleneğe bağlılık diye bir meselem hiçbir zaman olmadı.


Biraz zaman aldı ama, birkaç baskı sonra kitabım alanında hakikaten bir numaraya oturdu. Yayınlanalı otuz yıldan fazla oldu bu kitabımın. Normalde böyle kitapların ömrü o kadar uzun değildir. Şu anda onuncu baskıyı yaptı ve benim bildiğim en az onbir dile çevrildi.


Kitap yeni bir yaklaşım oluşturdu ve mühendislik alanında ders kitabı yazımını değiştirdi. Yayınevleri bunu model olarak aldılar ve bundan sonra yazarlara kitapları böyle yapın diyeceğiz, dediler. Burada muhatap öğrencidir, hocalar değil. Yani kitaplar hocalar için yazılmıyor; öğrenci için yazılıyor. Onların okuyup anlayabileceği şeyler olursa, o kadar hocaya ihtiyacın olmuyor.


Hatta bir keresinde şöyle bir olay olmuştu. Bir öğrencim derse gelmiyor. “Hiç derse gelmiyorsun. Senin sınıf geçme niyetin yok galiba, bir de para veriyorsun” dedim. “Hocam benim derse gelmeye ihtiyacım yok, kitabı okuyorum ve gayet iyi anlıyorum” dedi. İlk sınav oldu, zeki bir çocuk, yüksek de puan aldı. Bu, işte basitliğin gücü. Hocaya ihtiyaç bırakmadan bir konuyu öğretebiliyor ve öğreniyorsunuz.


Burada mühim olan, yaklaşım ve örnekler. Niye ‘Mühendislik Yaklaşımıyla’ dedim? Çünkü termodinamik ‘science,’ yani fen diye geçiyor. Fen bir şekilde doğayı anlama ağırlıklı oluyor. Ama mühendislik uygulama ağırlıklı. Mühendislik yaklaşımıyla dediğiniz zaman, ağır matematik, derin fizik falan değil, mühendislik bakış açısıyla: Ben bunu nasıl uygulayacağım? Nerede uygulayacağım? Bir kere temel prensipleri çok iyi anlamak, ondan sonra da uygulamasını çok iyi yapmak lazım ve bunun da gerçek hayattan gelmesi lazım. O bağlantıyı kurmak gerekiyor. Bağlantıyı kurarken de başlangıç noktası günlük hayat. Termodinamik bizi nasıl etkiliyor? Yemek pişirirken, su kaynatırken, şunu bunu yaparken, insanın içiçe yaşadığı bütün şeylerde termodinamik bilimini göstermek. Gerçek hayatla bunu bağdaştırmak. Mesela Türkiye’de ders ayrı, gerçek hayat ayrı. Okulda teori öğrenirsiniz, gerçek hayatı, yani pratiğini değil. Oysa teoriyi en iyi öğrenmenin yolu pratikten geçiyor. Ama ağır şeylerden değil, insanların kullandığı şeylerin içinden bunu göstermek; ki bağdaşsın bir şekilde. Pedagojik olarak nisbeten yeni bir yaklaşım ve öğrencilerin aynen süt içer gibi zihnen hazmetmesi çok kolay bir sunum... Yenilik buradaydı. Yoksa termodinamik aynı termodinamik.


Bu kitabınız dahil olmak üzere, kitaplarınızı yazarken hayatın içinden ve zihnen hazmı kolay olması temel bir ilkeniz galiba...


Yazmak, üretmek için hazım lazım. Ben hangi konularda makale yazarım? Bildiğim konularda yazmak bana cazip gelmiyor, çünkü sıradandır. Ben makale yazacağım zaman bilmediğim konularda yazarım. Başlangıçta onunla ilgili hiçbir fikrim yoktur. Niye yazarım? Başkaları okusun diye değil, en başta kendim öğrenmek için. Ben öyle öğrenirim yani...


Diyelim ki, bazı konularla ilgili biraz bilginiz var Ama bölük pörçük; bütünü göremiyorsunuz. Böyle olunca boşluklar kalıyor ve yüzeysel bir anlayış oluyor; onun üzerine birşey bina edemezsiniz. Çok sağlam bir zemin lazım. Bu daha neyi gerektiriyor? İnekler bir sürü ot, yem yer, sonra oturur, epeyce bir vakit geviş getirir, onu iyice öğütür, sonra hazmeder ya, işte onu gerektiriyor. Hiç kimse sıfırdan başlamıyor. Birikimler var, onlara anahatları ile bakıyorsunuz. Bunlara baktınız, ama b tam resim görünmüyor, dünyanın eksiği var. Verilen şeyler de hazmedilecek gibi değil; çok kuvvetli bir zihin lazım, onu da herkes beceremez. O zaman ne olacak? Anahatları çıkardıktan sonra onu dört başı mamur bir hale, başta kendiniz olmak üzere herkesin anlayabileceği bir şekle dönüştürmeniz gerekiyor. O zaman diğer şeyleri bırakıyor, zihin âleminde onları irdeliyorsunuz.


Boşluklar kalıyor yine, o boşlukları mantıkla dolduruyorsunuz. Görünenden, görünmeyenleri çıkarıyorsunuz. Bir sürü kitapta bilgi olarak yeni şeyler yazmışımdır. Öyle bir bilgi yok aslında; ne okudum, ne de araştırmalarda karşılaşmışım. Ama mantıken bakıyorum, bunun böyle olması lazım, başka türlü olamaz yani. Mantık kurallarını kullanarak bütün o boşlukları dolduruyorsunuz, anlamlı bir bütün oluşuyor. Aradığınız şey zihninize parlamaya başlıyor, artık bir şekilde onu görüyorsunuz. Ondan sonrası daha kolay. Onu alın, istediğiniz dilde, en basit bir şekilde anlatın; çünkü bütün herşeyini görüyorsunuz. Zaten basit yazmanın sırrı çok iyi anlamaktır. Çok iyi anlamazsanız basit yazamazsınız. O zihin karışıklığı yazıya yansır. En basit bir şekilde anlatamıyorsanız, bu demektir ki siz onu tam anlayamadınız.


Bana “Kitaplarınızda Risale-i Nur’daki üslup var gibi” diyenler oldu. Kasten öyle birşey yapmadım, ama felsefe olarak aynı. Birçok ilahiyatçının kitaplarına bakın, kafanız karışır, bir netlik yok. Risale-i Nur’a bakın, kristal berraklığında. Dilinin ağır olması kavramların zihinde oluşmamasıyla ilgili, onun için okuyucuya iş düşüyor, kavramları anlayabilmesi için altyapı oluşturması gerekiyor.


Doktoranızı tamamladıktan sonra Amerika’da öğretim üyesi olarak ders vermeye devam ediyorsunuz. Bu bağlamda, oradaki eğitim sistemine dair tespitlerinizden bahseder misiniz?


Şununla başlayayım. Türkiye’de bilgiyi sorarlar: Şunu öğrendin mi? Ezbere dayalı bir eğitim sistemi buradaki. Orada herhangi bir konu verirler, git araştırma makalesi yaz gel derler. Ondan sonra konuyla ilgili kısımlara bakar, özetler, epey çiçekler dolaşırsın ve zihinsel bir üretim ortaya çıkar. Yazmayla birlikte düşünmeyi öğrenmiş oluyorsunuz. İlk önce mükemmel olmuyor haliyle, yavaş yavaş, bir an geliyor ki hakikaten çok iyi yazmaya başlıyorsun. Bu da ne demektir? Çok iyi düşünüyorsun demektir. Çünkü bunlar birbirinin yansıması.


Türkiye’de, bir mühendis olsun, doktor olsun, kim olursa olsun, bir şey yazdırmak isteyin, kolay kolay yazmazlar, yazamazlar. Bilgi ezberine dayalı sistemde zihinde net düşünme mekanizmaları oluşmuyor. Bu durum parça parça bilgilerden doğrudan sonuca gitmeyi netice veriyor. Bu ise insanı çok tehlikeli yapıyor, çünkü anlayış derinliği oluşmuyor.


Amerika’da sınavdır, şudur budur çok önemli değil. İsveç’te ortaokulu bitirinceye kadar zaten sınav diye birşey yok, tamamen beceri kazandırma üzerinden ilerliyor ve kişi neyi seviyorsa onda uzmanlaşıyor. Dünyanın en iyi eğitim sistemi olarak şu anda Finlandiya gösteriliyor. Orada yapılan eğitim, çıktı odaklı. Yani biz öğrenciye neyi kazandırıyoruz? Şu zamanın gerektirdiği temel becerileri; başta sorgulama. Doğruları empoze etme falan değil; sen ne düşünüyorsun, senin bu konuda görüşün ne? Ondan sonra iletişim, yani birşeyi anlatma. Ve daha sonra takım çalışması, beraberce birşey yapma, birbirinden öğrenme. Zihinsel olarak yeni çözümler geliştirme ve insanî gelişim üzerine işliyor eğitim sistemi.


Türkiye’deki sistemin özü hâlâ bilgi yükleme. Oysa şu anda bilgi çok ucuzladı, bilgiye ulaşım son derece kolay. Öyle olunca da okuldaki gelişim sınırlı kalıyor. Tek bir çıktısı var, üniversite kapısında bir sıra numarası. Neye dayanarak ölçme yapılıyor bu sınavlarda? Gerçek hayatta beş para değeri olmayan ezber bilgiler ve mekanik becerilere dayanarak... Bir çocuğun zekasını ölçmek için dört sene testlerle haşir neşir etmek; cinayettir bu.


Türkiye’ye ne zaman ve neden döndünüz?


Nevada’da onsekiz yıl öğretim üyeliği yaptım. Amerika bana vereceğini verdi, ben Amerika’ya vereceğimi verdim. Kitapları da yazdık ettik, onlar zaten devam ediyor. Ben yıllardır iki iş yapıyordum. Normal bir akademik iş, akşamları ve hafta sonları da yazarlık. Çünkü yoğun bir yazma mesaisi vardı. Artık şu iki işi en azından bire veya birbuçuğa indireyim, dedim. Bir sebebi buydu. 2002 yılında Türkiye’ye döndüm.


Diğer sebebi çocuklar. Eğer Türkiye’den etkileneceklerse biraz da burada okula gitmeleri lazım. Çünkü liseye falan başlayacak olurlarsa orada kalacaklar. Biz onların Türkiyeli olmalarını da arzu ettik. Geçim önemli bir konu; oradaki maaşlarla buradaki maaşlar mukayese kabul etmez. Ama kitaplar çok iyi sattığı, kitapların geliri gayet iyi olduğu, döndüğümde zaman çalışmak zorunda olmadığım için, dedik ki Türkiye’ye dönelim.


Yurtdışına eğitim için gitmek isteyen gençlere neler söylersiniz?


Yurtdışına eğitime gitmek imkânı olan gençler mutlaka gitsin. Bizim okullarımız da iyi, gitmemize gerek yok demesinler. Bu okul meselesi değil. Hakikaten iyi okullarımız da var, ama bu ortam meselesi; teneffüs ettiğiniz ortam size çok farklı şeyler katıyor. Bu aynı zamanda bir felsefe meselesi. Burada hoca ve kurum merkezde, orada öğrenci merkezde ve ortam esnek bir ortam. Burada iyi lisans eğitimi olanların Amerika’ya veya Avrupa’ya burslu olarak gitme şansları gayet yüksek. Başarılı öğrenciler bu şanslarını kullansınlar derim.


Kendi alanınızdan hareketle bilim felsefesine dair çalışmalarınız var. Bu bağlamda mevcut bilimin açmazlarından ve üzerinde çalıştığınız elmas teorisinden bahseder misiniz?


Biz bilimi objektif diye biliriz, genelde de öyledir. Ama bunun bir de karanlık bir yüzü var, pek ön plana çıkarmak istemedikleri bir felsefe var. O felsefe de materyalizm. Yani herşey maddedir ve madde herşeydir. Bu bilim değil; bu bir önyargı, bir ideoloji ve gerçeklikle uyumlu değil. Bilim dünyasında şu an temel yanılgı herşeyi maddeye indirgeme. Hatta hayatı bile kimya diye görmek...


Mesela diyelim bir bitki, bir elma ağacı. Atomlardan oluşuyor; aynen bizim gibi, aynen toprak gibi. Ama orada öyle birşey var ki bütün o maddeyi bir şekilde doğru miktarlarda alıyor, ediyor, ölçüyor, biçiyor, bilgiyi değiştiriyor, bilgiyi de kullanıyor. Belli ki orada o maddeye hükmeden, fizik kanunlarının ve kuvvetlerinin üzerinde etki ve kurallar var. Hayat veren şey o ve bununla bir gaye gözetiyor. Ama materyalist bir anlayış hayatın varlığını böyle gönül rahatlığıyla kabul edemiyor, bu da düşünceyi sınırlıyor, bilimi sınırlıyor ve önünü kapatıyor.


İndirgemeci materyalist yaklaşımın saçmalığını millet şu an görüyor; ama ondan uzaklaşamıyor da, tam da savunulamıyor. Şu anda bilim dünyasında bir çalkantı var zaten, çok kişi bu işe karşı çıkıyor. Fizik dışıyla fiziği bir bütünün birbirini tamamlayan parçaları olarak görmek lazım. Çünkü bunlar iç içe, realite bu şekilde.

Ölçebileceğimiz herşey fizik içerisinde oluyor; orada zaten hiçbir tartışma olmaz. Çünkü herkes ölçüyor, herkes görüyor, ediyor. Yani fen bilimlerinin kendi alanında dediği şeyler doğru şeylerdir. Bir hata varsa da başkası hatayı gösterir ve o değişir.


Yani hata yapsa dahi kendini düzeltme özelliği var. Fizik dışı şeyler, mesela iradeye gelirsek, materyalist düşünce iradeyi kabul etmiyor veya edemiyor. Ama gerçek hayatta mecburen kabul ediyor. Çünkü irade yoksa o zaman suç da yoktur. Bütün dünya gerçek hayatta iradenin varlığını kabul ediyor, ama bilim dünyası bu materyalist saplantı yüzünden bu kadar aşikâr birşeyi reddetmek zorunda kalıyor. Çünkü irade var dediğin anda materyalizm çöker; o kadar basit. Fizik dışı bir şey var, bu irade ve maddeye hükmediyor. Fizik dışı, fiziğe hükmediyor; irade ve bilinç de bunun yansıması. O zaman ne oluyor? Materyalizmin çizdiği realite resmi gerçek dışı oluyor.


Eleştirel düşüncenin hayatınızdaki yeri nedir?


İnsan değişen ve gelişen bir varlıktır. Hatta değişen ve gelişen tek varlıktır. Mesela bir arıya bakıyorsunuz, bin sene önce ne yapıyorsa bugün de aynısını yapıyor. İnek için de aynı şey geçerli, ağaçlar için de. Onlarda değişim, gelişim yok. İnsana bakıyorsunuz, dünyaya geliyor, sıfır bilgi, sıfır kuvvet, sıfır beceri; herşey sıfır. Ondan sonra büyüyor, gelişiyor, bu sıfır bilgiden bayağı bilgili hale geliyor, ilim tahsil ediyor, anlayış geliştiriyor. İnsanın özelliği bu.


Peki bu nasıl oluyor? Eleştirel bakış açısıyla. Başka şekilde olmaz mı? Şu mesela şöyle değişmez mi? Sürekli şekilde eleştirel bakış açısı. Hayattaki siyasi sistemlerden tutun da eğitime kadar her alanda sürekli şekilde sorgulama, eksik yönleri görme, onları giderme, daha iyilerini hayal etme ve onları gerçekleştirmeye çalışma. O yüzden şu anda eleştirel düşünce en değerli şey olarak görülüyor.


Sorgulama ve eleştirel düşünce cesareti göstermeden hakikati doğru bir şekilde dört başı mamur halde algılayamıyoruz. Herşeyin sorgulanması lazım. Bu zamanın önemli özelliklerinden biri muhakeme zamanı olması. Muhakemeye öncelik verilmezse, eleştirel bakış açısıyla bakılmazsa, herşey sorgulanmazsa orada ilerleme olmuyor. İlerleme olmayan yerde de gerçek manada insan yok; her bakımdan az gelişmişlik var.


Müslüman bilim adamlarının kendi ülkelerinde akademik üretim yapması ile yurtdışında üretim yapmasını mukayese ederek, özgürlük ve bilim ilişkisine dair neler söylersiniz?


Sondan başlayalım. Einstein’ın bir sözü var, “Gerçekten büyük ve ilham verici olan herşey, hürriyet ortamında çalışan insanlar tarafından ortaya konulmuştur” diye. Hürriyet ortamı olmazsa ortaya ciddi birşey koyamazsınız. Hürriyet ortamı olmazsa olmazdır. Çünkü zihinler ve fikirler hürriyet ortamında gelişir. Ortamın hür olması ve ifade hürriyetinin tam olması lazım. Diğer türlü fikir filizleri büyümez.


Hürriyet ortamının yeşermesi aileden başlıyor; ülkeden değil. Ailede hürriyet ortamı yoksa çocukların gelişimi sınırlı olur. Ondan sonra mahalle, ülkeye sıra geliyor. O yüzden gelişimin en iyi olduğu yerlere bakın, hakikaten demokrasinin en ileri olduğu, hür düşüncenin değer gördüğü, farklılığın aşağılanmak yerine saygı gördüğü, hatta yüceltildiği, değişime açık ülkelerdir.


Bilim insanlarının başarılı olması bakımından bir kişinin yapacağı şeyler vardır, ama bu zamanda takım çalışması olmazsa olmaz. Bireysel başarılar ve buluşlar eskiden bayağı bir yer tutuyordu, ama onlar bence miadını doldurdu. Şu anda yapılan şeyler, ekip çalışmaları ve ekibin de geniş olması lazım. Mühendistir, tıptır, fizikçidir, bilmem nedir, beraberce çalışmaları gerekiyor. Ve bu ekip çalışmasının en iyi olduğu yerlere bakıyorsunuz, yine Batı ülkeleri. Bizde ekip çalışması o kadar iyi değil. Akademiye bakıyorsunuz, genellikle akademisyenler tek başına çalışır. Böyle olunca oradan büyük bir çıktı bekleyemezsin. Beraber çalışma kültürü çok fazla gelişmiş değil; o ekosistem burada yok. Ekosistem olmazsa kişi kabiliyetli, bilgili, becerili de olsa onun gelişme şansı az. Bunu bir sera gibi düşünün. Tohum çok iyi diyelim, gübreniz de olsun, suyunuz da var. Ama siz seradaki sıcaklığı kontrol edemiyorsanız oradan verim alamazsınız.


Batı ortamında bu ekosistem bütün ögeleriyle ve birbirine destek olacak şekilde kurgulanmış. Batı deyince buna Japonya ve Kore’yi de dahil ederek söylüyorum. Onlar da sonradan bu işi öğrendiler ve gayet iyi yapıyorlar. Ama Türkiye’ye o ekosistem biraz kurulmaya çalışılıyor, bir iki adım atılıyor, daha fazla ilerleyemiyor.

Türkiye için de yapılacak şey herkesin gözü önünde. Mühim olan popülizmi bırakıp o iradeyi göstermek, onun mekanizmasını kurmak ve ciddi bir şekilde ilkokul eğitiminden başlayarak bu işe girmek. Ama biz yıllardır çocuklarımızın beyinlerini resmen iğdiş ediyoruz. Ulusal bir strateji oluşturulmadıkça; iktidarın, muhalefetin ve halkın benimseyebileceği bir yol haritası oluşmadan, olacak birşey yok. Bu da ancak demokrasi, istişare ve aklın öne alınmasıyla olacak. Kalkıp duygulara hitap ederek değil.



ÖZETLER



İnsan bazı şeyleri yapıyor, ama çok düşünceli ve ileri görüşlü olarak değil. Sonra bakıyorsunuz ki, doğru şeyi yapmışsınız. Ben otobüste dil çalışmaya böyle başladım. Küçüklüğümden beri, israfı kötü birşey olarak biliyordum. Zaman israfı da kötü, onu bir şekilde değerlendirmek lazım; böyle başladım...


Birşeyi yapacaksam hakkını vererek yaparım. Bir söz var: “Eğer bir şey yapmaya değerse, onu en iyi şekilde yapmaya değer.” Eğer en iyi şekilde yapmayacaksan, ne ötekilerin zamanını israf et, ne de kendi zamanını.


Termodinamik mühendislikteki en zorlu derslerden birisidir. Bu dersi vermem istendiğinde, ders kitabını aldım, okuyorum; kitabı kendim anlamıyorum. Ben anlamazsam öğrenci nasıl anlar? İşte orada basitliğin gücünü keşfettim.


Birşey ne kadar basit olursa, o kadar kolay anlaşılır. Öyle anlı şanlı formüller, uzun denklemler anlayışı kolaylaştırıyor mu? Kolaylaştırmıyor, çoğu zaman da zorlaştırıyor. Dedim: Fiziğin basit olması lazım. Çünkü etrafa bakıyorsunuz; fizik kanunları işliyor ve herşey gayet kolayca, yerli yerinde oluyor. Bunu anlatan kitabın da böyle kolay olması lazım.


Ne yapıyorsanız onun hakkını vermek gerekiyor. Ben bunu en iyi şekilde yapacağım dediğiniz zaman türlü fikirler, yeni ilhamlar size geliyor; onları alıyorsunuz. Zaten yenilik ve ilerleme böyle oluyor.


Yazdığım termodinamik kitabı, ders kitabı yazmanın felsefesini ve formatını değiştirdi. Eskiden kitap dediğin şey üst düzey olur, anlaması zordur gibi bir yaklaşım vardı. Akademide kitabın zorluğu sanki kitabın kalitesiyle orantılı gibi bir hava vardı. Ben o paradigmayı bıraktım.


Kitabımın en önemli özelliği, basit olması. İçinde karikatürler var, dünyanın şekilleri, tasarımı, yan tarafta küçük özetler derken, pedagojik olarak olması gereken tüm ögeleri içeriyor. Peki bunları nereden çıkardım? Daha önce bu alanda böyle bir kitap yoktu, ama ben böyle olması lazım dedim ve yaptım.


Türkiye’de ders ayrı, gerçek hayat ayrı. Okulda teori öğrenirsiniz, gerçek hayatı, yani pratiğini değil. Oysa teoriyi en iyi öğrenmenin yolu pratikten geçiyor. Ama ağır şeylerden değil, insanların kullandığı şeylerin içinden bunu göstermek... Yenilik buradaydı.


Basit yazmanın sırrı çok iyi anlamaktır. Çok iyi anlamazsanız basit yazamazsınız. O zihin karışıklığı yazıya yansır. En basit bir şekilde anlatamıyorsanız, bu demektir ki siz onu tam anlayamadınız.


Sorgulama ve eleştirel düşünce cesareti göstermeden hakikati doğru bir şekilde dört başı mamur halde algılayamayız. Herşeyin sorgulanması lazım. Muhakemeye öncelik verilmezse, eleştirel bakış açısıyla bakılmazsa, herşey sorgulanmazsa orada ilerleme olmuyor. İlerleme olmayan yerde de gerçek manada insan yok.


Einstein’ın bir sözü var: “Gerçekten büyük ve ilham verici olan herşey, hürriyet ortamında çalışan insanlar tarafından ortaya konulmuştur.” Hürriyet ortamı olmazsa ortaya ciddi birşey koyamazsınız. Ortamın hür olması ve ifade hürriyetinin tam olması lazım. Diğer türlü fikir filizleri büyümez.


Hürriyet ortamının yeşermesi aileden başlıyor; ülkeden değil. Ailede hürriyet ortamı yoksa çocukların gelişimi sınırlı olur. Ondan sonra mahalle, ülkeye sıra geliyor. O yüzden gelişimin en iyi olduğu yerlere bakın, hakikaten demokrasinin en ileri olduğu, hür düşüncenin değer gördüğü, farklılığın saygı gördüğü, değişime açık ülkelerdir.


Bu zamanda takım çalışması olmadan başarı olmaz. Bireysel başarılar ve buluşlar eskiden bayağı bir yer tutuyordu, ama onlar miadını doldurdu. Şu anda yapılan şeyler, ekip çalışmaları ve ekibin de geniş olması lazım. Bizde beraber çalışma kültürü çok fazla gelişmiş değil; o ekosistem burada yok.


Ekosistem olmazsa kişi kabiliyetli, bilgili, becerili de olsa onun gelişme şansı az. Bunu bir sera gibi düşünün. Tohum çok iyi diyelim, gübreniz de olsun, suyunuz da var. Ama siz seradaki sıcaklığı kontrol edemiyorsanız oradan verim alamazsınız. Batı ortamında bu ekosistem bütün ögeleriyle ve birbirine destek olacak şekilde kurgulanmış.


Türkiye için yapılacak şey herkesin gözü önünde. Ama popülizmi bırakıp o iradeyi göstermek ve ciddi bir şekilde ilkokul eğitiminden başlayarak bu işe girmek gerekiyor. İktidarın, muhalefetin ve halkın benimseyebileceği bir yol haritası oluşmadan, olacak birşey yok. Bu da ancak demokrasi, istişare ve aklın öne alınmasıyla olacak. Kalkıp duygulara hitap ederek değil.


bottom of page