SAFA MÜRSEL

Gerçeğe saygı temelinde hak adına hakkaniyetle kullanılması gereken öfke ve korku duygusu, uluslararası alanda maalesef istismar, sömürü ve yayılmacı işgalleri meşrulaştırma aracı olarak kullanılıyor.
Yirmi yıl önce, ABD önderliğinde oluşan koalisyon güçlerince Irak’a karşı girişilen işgal operasyonu, yönetimin elinde kimyasal silah bulunduğu gerekçesine dayanıyordu. Diktatörün bunları her an kullanabileceği gerekçesiyle, bu silahların elinden alınması için bir nefret ve korku kampanyası başlatıldı. Bu iddia doğru olmadığı için Birleşmiş Milletler Teşkilatı ile birçok ülkenin muhalefetine rağmen, işgal gerçekleştirildi. Kısa süre sonra işgal kuvvetleri kimyasal silah bulamadılar, ama bu ülkenin petrollerine el koyma fırsatını yakaladılar. Asılsız nefret ve korkutma kampanyası, Irak petrollerinin gaspıyla maksadına ulaşmış oldu.
Korku ve nefret, aslında hastalık belirtisi olması sebebiyle psikoloji veya biyo-psikolojinin konusu iken, yukarıda görüldüğü gibi gerektiğinde siyasetin operasyon aracı olarak kullanışlı bir malzemeye dönüşebiliyor.
Uzak Doğuda eski ismi Burma olan Myanmar’da Budist yönetim, 2012’den bu yana, nefret politikaları sebebiyle Arakan eyaletinde yaşayan dört milyonluk nüfusun onbinlercesini katletmiş, bir milyonunu ise başka ülkelere göçe zorlamıştır. Onbinlerce insanın dünyanın gözleri önünde katledilişi ‘barış sever’ dünyanın pek de umurunda değildir. Keza, Doğu Türkistanlı Müslüman Uygurların, dinlerini terk amacıyla Çin yönetiminden maruz kaldığı nefret ve asimilasyon çabaları dünyanın gündeminde hak ettiği yeri bulamıyor. Başta Amerika ve diğer bazı Batı ülkelerinde sıklıkla görülen bıçaklı veya silahlı toplu katliamlar ise, nefret ve korkunun gerçek bir salgın hastalığa dönüşmekte olduğunun habercisi gibidir. İsrail polisinin oniki yaşındaki silahsız Filistinli çocukları dünya medyasının gözleri önünde sokakta diziyle boğarak katletmesi, maalesef istatistikî bir olay olmanın ötesinde bir nefret suçu ve cinayeti olarak mütalaa edilmiyor.
Dünya coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşanan bu can yakıcı, çileli, sürgün ve göç üreten sürecin tedbiri ve çözümü acaba nedir? Bu konuda kimse birşey söylemiyor. Belki “ölen ölür, öldüğüyle kalır” diye düşünülüyor!
İnsan psikolojisini ve demografik dengeleri bozan haliyle bu yaşananlar, toplumlar için öncelikle bir insanlık sınavıdır. İnsanların doğup büyüdükleri yerde insanca güvenlik içinde yaşayabilecekleri ortama ihtiyaç var. ‘Medeniyet’ten bugün bu bekleniyor.
İngiliz düşünür Thomas Hobbes (1588-1679) “İnsan aklının gücü sadece amaca götüren bir araç olmasından kaynaklanır” diyor. Ne var ki düşünür, yaşadığı çağda ‘insanların akılcı olmayan arzulara yönlendirildiği’ inancındadır. Ona göre bu yönlendirmenin sebebi, ‘nefret, korku, umut, arzu ve en etkilisi diğer insanlar üzerinde güç kullanma isteği’dir. Buna karşı insanı korumak için öngördüğü çözüm, vatandaşların rızasına dayalı, güçle yetkilendirilmiş otokrat bir yönetimdir. Hobbes, toplumu kaos ve düzensizliğe düşmekten tek kişinin denetimsiz yönetiminin koruyacağını savunuyor (bkz. Andrew Heywood, Siyaset Teorisine Giriş, İstanbul: Küre Yayınları, 2014, s. 28, 150.)
Charles Darwin’in (1809-1892) ‘doğal ayıklama teorisi’nden hareketle konuya yaklaşan Herbert Spencer’a (1820-1903) bakılırsa, toplumsal düzeni sağlamak için yapılacak şey bellidir. Ona göre, ‘insanlar arasında şartlara en iyi uyum sağlayanların var olma mücadelesini kazanıp tepe noktalara çıktığı, doğaları itibarıyla daha şanssız olanların dipte kaldığı sonsuz mücadele’ vardır. Bu mücadele sonunda, şartlara iyi uyum sağlayanlar ayakta kalır. Başarı ve başarısızlık, zenginlik ve sefalet böylece biyolojik şartlarda belirlenir. Bu doğal ayıklama sürecine hiç müdahale edilmemelidir. “Çünkü yapılacak bir müdahale türlerin zayıflamasına neden olacaktır.” Spencer’ın ‘Sosyal Darwinizm’ olarak nitelenen bu görüşleri sadece liberalizmi etkilemekle kalmamış, aynı zamanda faşistlerin ‘dünyadaki farklı ırklar veya uluslar arasında bitmez tükenmez mücadele bulunduğu’ görüşüne de meşruiyet gerekçesi üretmiş (Siyaset Teorisine Giriş, s. 22), yani faşizme de yeşil ışık yakmıştı. Bu ifadeler gösteriyor ki, insanlığın karşılaştığı nefret, korku ve katliamın ayak izleri, ‘çağdaş siyasî düşünceler’ adıyla ve hiç de ‘insanî’ olmayan vahşi yöntemlerle yaklaşık üçyüz yıllık bir maziden günümüze geliyor.
Batı düşünce tarihinin bugün bile kitlesel katliam ve sürgün şeklinde uygulama alanı bulabilen bu görüşleri insanlık adına yüz kızartıcı nitelik taşımıyor mu? Toplumlar sanki bir aygır sürüsüdür, itişe kakışa bir mücadele içinde olacaklardır ve sonunda dayanma gücünü kaybeden ezilecek, ayakta kalan muzaffer bir eda ile toplumu otokratik olarak yönetme imtiyazı kazanacak... Akıl ve iz’ana sığmaz böyle bir vahşete, yönetim ve hele ‘medeniyet’ denilebilir mi?
Dönemlerinde idealize edilmiş bu görüşler, Batılı düşünürlerce zaman içinde toplumsal sorunlara çözüm ve yönetim modelleri olarak sunuldu. Öngörülen güç odaklı bu yönetim modelleri nefret ve korkuyu ortadan kaldırmadığı gibi insan saygısından da uzaktı. Varlıklarını cebir ve vahşetlerine borçluydular. İnsanlığın bu dönemlerini değerlendiren Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Zaman-ı sâlifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümferma, vahşetin mahsulü ve tedenni ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi” (Said Nursi, İlk Dönem Eserleri, s. 427). Aynı müellife göre, Orta Çağdan devralınan ‘kuvvet ve cebrin saltanatı’nı sürdürmeyi benimseyen devletler, zorbalıklarıyla tarih sayfalarından, baykuşların dağılmış yuvaları gibi silinip gittiler. Yayılmacı amaçlarla kaşınan ırk, inanç farklılıkları ile ekonomik yarar gibi sâiklerin beslediği gerilimler ise göç dalgalarına dönüşüyor. Güvensiz bölgelerden yaşanan göçler, tehdit potansiyeliyle küresel sorun niteliğine bürünüyor.
Yukarıda kuvvet ve cebrin saltanatını kutsayan Batılı kaynaklardan aktardığımız görüşler, düşünce tarihini etkilemenin ötesinde, insanlığa büyük acılar, yıkım ve katliamlar yaşattılar. Bu görüşler, nefret üreterek kuvvet kullanmayı meşrulaştıran ilkeleriyle ‘çağdaş’ patentli medeniyet formuna hâlâ kaynaklık ediyorlar. Yani Hobbes’un ‘otokrat yönetim’ modeli ile Spencer’ın güce yönetim imtiyazı tanıyan vahşi ‘doğal ayıklama teorisi’ yirmibirinci asırda ne yazık ki belirleyici olmaya devam ediyor.
Bireyin kimliği ego esaretinden alınıp diğergâm insanî boyuta taşınamazsa, meydan güçlünün menfaat ve nefret yüklü tasallutu altında olmaya devam edecektir. Bu ortamlar ancak inanç ve ahlak kaynaklı, insanın can güvenliğine ve özgürlüğüne saygılı şefkat ve merhamet yüklü değerlerin insan kimliğinde yaşanır hale gelmesiyle aşılabilir. Zira “kendi nefsini beğenen ve seven başkasını sevemez.” ‘Kendisi için istediğini başkası için de isteyen’ insana ihtiyaç var. “İnsan, insaniyete lâyık bir şeref ve maişetle yaşamak ister.” Bu olmazsa, ‘beşerin hayat-ı içtimaiyesinde bütün ahlaksızlığın ve bütün ihtilallerin’ sebep ve kaynaklarından birisi, “Ben tok olayım da başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!” duyarsızlığıdır (bkz. Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, s. 74).
Batı toplumlarının işgal, tahakküm ve nefrete dayalı tutumlarıyla yüzleşmesi gerekiyor. Silahların dehşet dengesi üzerinde kurulu hale gelmiş dünyayı, barış ve güvenlik adası haline getirme amacı ütopya olmaktan çıkmalıdır. Çatışma ve savaş rüyasıyla yatıp kalkanlar, bir gün barışa muhtaç hale gelebilir. Artık dünya çift kutuplu değil. Tek kutuplu hiç değil. Gelecek tasavvurlarımız çok kutuplu, özgür ve adil bir dünya üzerine kurulmak zorundadır.
Nefret, öfke, korku, sömürü ve tahakkümcü kavramlar günümüz insanının gündeminde yoktur. İnsanlığın yüzü her zaman hak, hakkaniyet, adalet, hürriyet, şefkat, merhamet ve barış gibi değerlere dönüktür. Bu değerler içtenlikle sahiplenilmeyi bekliyor. Dünyada sekizyüz milyon insan aç yatarken birmilyar altıyüz milyon insanın obeziteyle malul olması, adil ve güvenli bir dünyada yaşamadığımızın matematiksel ifadesidir.
ÖZETLER
Korku ve nefret, aslında hastalık belirtisi olması sebebiyle psikolojinin konusu iken, gerektiğinde siyasetin operasyon aracı olarak kullanışlı bir malzemeye dönüşebiliyor. İnsan psikolojisini ve demografik dengeleri bozan haliyle bu yaşananlar, toplumlar için öncelikle bir insanlık sınavıdır. İnsanların doğup büyüdükleri yerde insanca güvenlik içinde yaşayabilecekleri ortama ihtiyaç var.
Batı düşünce tarihinin bugün bile kitlesel katliam ve sürgün şeklinde uygulama alanı bulabilen görüşleri insanlık adına yüz kızartıcı nitelik taşıyor. Öngörülen güç odaklı yönetim modelleri, nefret ve korkuyu ortadan kaldırmadığı gibi insan saygısından da uzaktı. Varlıklarını cebir ve vahşetlerine borçluydular.
Orta Çağdan devralınan ‘kuvvet ve cebrin saltanatı’nı sürdürmeyi benimseyen devletler, zorbalıklarıyla tarih sayfalarından silinip gittiler. Yayılmacı amaçlarla kaşınan ırk, inanç farklılıkları ile ekonomik yarar gibi sâiklerin beslediği gerilimler ise göç dalgalarına dönüşüyor. Güvensiz bölgelerden yaşanan göçler, tehdit potansiyeliyle küresel sorun niteliğine bürünüyor.
Kuvvet ve cebrin saltanatını kutsayan görüşler, düşünce tarihini etkilemenin ötesinde, insanlığa büyük acılar, yıkım ve katliamlar yaşattılar. Bu görüşler, nefret üreterek kuvvet kullanmayı meşrulaştıran ilkeleriyle yirmibirinci asırda ne yazık ki yaşamaya ve belirleyici olmaya devam ediyor.
Bireyin kimliği ego esaretinden alınıp diğergâm insanî boyuta taşınamazsa, meydan güçlünün menfaat ve nefret yüklü tasallutu altında olmaya devam edecektir. Bu ortamlar ancak insanın can güvenliğine ve özgürlüğüne saygılı değerlerin insan kimliğinde yaşanır hale gelmesiyle aşılabilir. ‘Kendisi için istediğini başkası için de isteyen’ insana ihtiyaç var.
Batı toplumlarının işgal, tahakküm ve nefrete dayalı tutumlarıyla yüzleşmesi gerekiyor. Silahların dehşet dengesi üzerinde kurulu hale gelmiş dünyayı, barış ve güvenlik adası haline getirme amacı ütopya olmaktan çıkmalıdır. Gelecek tasavvurlarımız çok kutuplu, özgür ve adil bir dünya üzerine kurulmak zorundadır.