MURAT KURU

“Benim gitmem sizin için hayırlıdır, çünkü ben gitmezsem Tesellici size gelmez; fakat gidersem, onu size gönderirim.”
—Yuhanna İncili, 16:7
Hayat hepimiz için bazen zorlaşır. Bilerek ya da bilmeyerek hatalar yapar, yanlışlara düşeriz; veya bize yanlış yapılır, canımız acıtılır. Hele bir de bunu yapanlar hiç beklemediğimiz insanlar olursa, yutması da, hazmetmesi de çok daha zor olur.
Hayatta olduğumuz sürece acıdan kaçamıyoruz. Ayrılık, kayıp, ihanet, hastalık, ekonomik zorluk gibi nefesimizi daraltacak, sabrımızı azaltacak pek çok sorunla yüzyüze geliriz. Dünyanın bu zor dertleri yanında ebedi hayatımızla ilgili de endişeye kapılır, kaygılanırız. Düşmek istemediğimiz günahlara tekrar düşülür, ayaklarımız kayar, yaşamak istediğimiz hayatla yaşadığımız hayat arasındaki mesafe açılır, kendimizi bir cenderede buluruz. Nice hayra niyet eder, ama yapamadan hayatın meşgalesinde kayboluruz.
Canımızı sıkacak ne çok şey olur hayatta... Zaman gelir, kardeş bildiklerimiz tarafından kuyuya atılırız. Uğruna hayatımızın en güzel yıllarını verdiğimiz hayal ve ideallerimize dair ümitlerimizi yitiririz. Beklenmedik bir anda işimizi kaybederiz. Bazan kaybetmeyiz de daha kötüsü olur; haksız ve adaletsiz şekilde elimizden gaspedilir. Aklımıza bile gelmezken ayın sonunu nasıl getireceğimiz, çocuklarımıza ne diyeceğimiz soruları en büyük derdimiz, en çok düşündüğümüz olur. En sevdiklerimizi toprağa veririz. Dostluklarımızı yitiririz en ummadık zamanda en ummadık sebeplerden. İhanete uğrarız hiç beklemediklerimizden.
Bu kadar zorluk yetmezmiş gibi, bunlara eklenen ve olup bitenlerin tuzu biberi olan büyük bir sorun daha vardır: içimizdeki ve dışarıdaki eleştirel sesler. Düşünün, diliniz sürçtüğünde, ayağınız tökezlediğinde söylememeniz gereken şeyler söyleyip yapmamanız gereken yanlışlar yaptığınızda, olmanız gereken ve olmak istediğiniz yerin çok uzağında olduğunuzda, çoğu zaman hem kendiniz hem çevredekiler eleştirilerle dövmek için sıraya girer. Çoğu zaman bu eleştiri ve yargılamaların kılıfı hazırdır: “onun iyiliği için.” Birinciliği kimseye kaptırmayız, önce kendimiz kendimizi bir güzel benzetiriz.
Kendimize söylenmedik kötü söz, edilmemiş hakaret bırakmadığımız olur. En acımasız sıfatları, en yakışıksız yakıştırmaları bile yaptığımız olabilir. Sonra arkadaş çevremiz ve dostlarımız sıraya girer. “Biz sana söylememiş miydik?” hatırlatmalarından başlayıp “Kendi düşen ağlamaz” atasözlerine varan bir dizi olumsuz, hayırsız ve faydasız eleştiriyle devam edilir yola. Bu söz ve davranışlarımızla kendimizin ya da muhatabımızın düzelmesine, bir daha yanlış yapmamasına, aynı hatalara bir daha düşmemesine yardımcı olacağımızı sanırız. Gerçek tam tersidir oysa...
Okurken bile göğsünüz daralmış, içiniz sıkılmış olabilir.
Halbuki tüm bu zor zamanlarda insanın ihtiyacı olan, aradığı ve beklediği şey, bir sıcak tesellidir.
Tesellidir; çünkü insanız, zayıfız. ‘Kişisel gerileyiş’ kitapları her ne kadar aksini iddia edip içimizde sonsuz bir güç, uyandırılmayı bekleyen bir dev, yenilmez bir kaplan olduğunu söylese de, her yönüyle sınırlı, kısıtlı canlılarız. Mükemmel değiliz, hiçbir zaman da olamayacağız. Elimiz kısa, ömrümüz kısa, iktidarımız kısa, sabrımız kısadır. Buna karşılık hayatın yükü ağır, dertleri çok, istek ve arzularımız sonsuz, ihtiyaçlarımız hadsiz. Böyle bir haldeki insana; senin iyiliğin, benim iyiliğim, onun iyiliği için yapıldığı söylense de, yapılan eleştiri, ifade edilen kötü söz, damga gibi vurulan yakışıksız lakap ve sert davranış iyi gelmez, fayda vermez. Vermez, çünkü tesellinin özü olan şefkat ve merhametten yoksundur.
Tüm terapiler özünde insanın acılarını azaltmaya, dertlerini hafifletmeye ve daha iyi oluşlarına katkı sunmaya çalışır. Son zamanlarda sayıları artarak devam eden çalışmalar şefkat ve merhametin terapinin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu gösteriyor. Şefkat ve merhametten yoksun şekilde yapılan iş, insanı bir makine gibi gören, terapisti de terapi tekniklerini ustaca uygulamaya çalışan bir teknikerden öte görmeyen kuru, duygusuz ve çoğu zaman da faydasız bir uğraşa dönüşüyor. Şefkatin ve merhametin teselli edici, tedavi edici, iyileştirici gücünden yararlanmak için terapist olmamız gerekmiyor. Tüm terapiler de nihayetinde bir ilişkidir. İlişkilerimizin açık veya örtük amacı insana iyi gelmesi, beslemesi, iyileştirmesi, yüzünü iyiyi döndürmesidir.
İnsan ilişkileri dediğimizde gözümüzden kolayca kaçan bir ilişki türü insanın kendisiyle ilişkisidir. Şimdi sadece bir dakika durun ve düşünün. Gün içinde kaç defa ve kaç dakika kendinizle konuştunuz, kendinizi eleştirdiniz, kendinize birşeyler söylediniz veya kendinizi savundunuz? Endişelenmeyin, deli değilsiniz. :)
En temel insani özelliklerimizden biridir kendimizle konuşmak. Pandemi döneminde sıkça esprisi yapıldığı gibi, kendi kendinizle konuşuyorsanız normal, çiçeğinizle konuşuyorsanız bu da normal; ama çiçeğiniz sizinle konuşuyorsa, en yakın psikiyatriste gitseniz iyi olur.
Kendimizle, iç sesimizle bu konuşmamızın en rahatsız yönlerinden biri, eleştirel iç sesimizdir. Kendisiyle konuşursanız, bunu sizin iyiliğiniz için yaptığını söyleyecektir. Sizi sürekli eleştirmesi, eksik, zayıf yönlerinizi söylemesi, size kızması, işe yaramazsın, değersizsin, tembel tenekenin tekisin, şişkosun, sıskasın, aptalsın, duygusalsın, çirkinsin, çok zayıfsın gibi türlü olumsuz sözlerle bizi eleştirmesinin hep bizim iyiliğimiz için olduğunu iddia etmektedir. Gerçek ise tam tersidir.
Yapılan çalışmalar iyi niyetle ve iyiliğimiz için bile olsa, anlayış, şefkat ve merhametten yoksun bir eleştirel iç sesin bize iyi gelmediğini, iyi yönde gelişmemize fayda vermediğini, hatalarımızı ve eksiklerimizi düzeltmek için bizi motive etmediğini tekrar tekrar göstermiştir. Kendimizi aşağılayarak, sürekli eleştirerek, katı ve merhametsiz davranarak gideceğimiz yer, olduğumuz yerin daha da gerisinde olacaktır. İçimizdeki iyilik çekirdeği ve özüne inancımızı kaybedecek, iyiliğe kabiliyeti olmayan doğuştan kötü biri olduğumuzu düşünecek, düştüğümüz bataklığa daha da fazla gömüleceğiz. Bunun yerine önerilen, kendimize şefkat ve merhametle davranmamız; insan olmanın zaaf, kusur ve hatalarını kabul etmemizdir.
Dünyada ilk defa bizim yapacağımız bir hata, bizim işleyeceğimiz bir günah, bizim söyleyeceğimiz kötü bir söz yoktur. İnsan iyilik kadar kötülüğe de meyli olan, aydınlık tarafı olduğu gibi karanlık tarafa da sahip olan bir varlık. Ömrümüz iyiliklerimizi arttırıp kötülüklerimizi azaltmanın mücadelesiyle geçmekte. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hata, günah ve kusura düştüğümüzde ne yapmamız gerektiğiyle ilgili ne güzel bir ışık tutmaktadır karanlık yollarımıza:
“Nerede ve nasıl olursan ol, Allah’tan kork. Kötülük işlersen, hemen arkasından iyilik yap ki, o kötülüğü silip süpürsün. İnsanlarla güzel geçin!” (Tirmizî, Birr 55)
Kul kusursuz, insan hatasız olmuyor. Bir yanlış yapıp, bir günah işlediğimizde bize düşen kendimizi eleştirip, kınayıp durmaktan iyiliğe mecali kalmaz bir duruma düşmektense, kalan gücümüzü yanlışımızı düzeltmeye, günahımıza tevbe etmeye harcamaktır. Bunun için işe yarayacak olan, kendimizi acımazsızca eleştirip katı, sert ve soğuk davranmak değil, hayra ve sevaba doğru adım atmamızı kolaylaştıracak bir şefkat ve merhametle muamele etmektir. Daha iyisi için teselli etmektir. Evet, bunu yapmasaydın daha iyiydi şüphesiz, ama insan böyledir; bazen yanlış yapıyor, günah işliyor.
Şimdi kendine acımasızca, merhametsizce davranmanın iyilik için bir yararı olmayacak. Kalan enerjini de kendini sürekli eleştirip, azarlayıp durarak tüketeceksin. Bu üzüntünü daha iyisini yapmak için kullanabilirsin. Sana güveniyorum. Düştüysen kalkabilir, kirlendiysen temizlenebilirsin. Rabbimiz bile günahlara düştüğümüzde bizden umudunu kesmiyorsa, bizim kendimizden umudumuzu kesmemiz hadsizlik, zalimlik ve merhametsizlik olmaz mı kendimize ve dahi Rabbimize karşı?
“Ey kendi aleyhlerine olarak günahta haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah (dilerse) bütün günahları bağışlar; doğrusu O çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Zümer sûresi, 39:53)
Bazılarımızın aklına nefis muhasebesi yapmanın, kendini gözden geçirmenin, eksik ve kötü taraflarını eleştirmenin dinen tavsiye edilen, istenen bir davranış olduğu gelebilir. Kıyamet sûresinin 2. âyetinde bu duruma yemin edilir; bu özelliğin kadri ve kıymeti, üzerine yemin edilerek gösterilir: “Yine hayır, yemin ederim sürekli kendini kınayan nefse” (Kıyamet sûresi, 75:2). İnsanın kemale doğru yol alması elbette hayatının, yaptıklarının muhasebesini gerektirir. Yanlış, hata ve günahlarına pişman olup üzülmesi, o yanlışları ve onu yapan nefsi kınaması; hayır, sevap ve güzel şeyler yaptığında mutlu olması ve sevinç duyması, istenen ve arzu edilen bir haldir. Yol ayrımı bunun nasıl yapıldığında ortaya çıkıyor.
İnsan yekpare bir benlikten ibaret değil. Farklı farklı benlik parçalarımız mevcut. Bunu bir yönüyle akıl, kalp, ruh, nefis, his, heva, heves gibi sahip olduğumuz özellikler olarak düşünebiliriz. Nefis ve heva bir günah işlediğinde, bir yanlış yaptığında bunu eleştirir ve kınarken, burada kalmayıp aynı zamanda kötü bir akla, kötü bir kalbe, kötü bir ruha sahip olduğumuza kadar yargımızı genişletirsek, iyiliğe yol alacak, hayra adım atacak neyimiz kalır? Ve bu kınamayı hiçbir iyilik ve hayra kabiliyetimiz olmadığını düşündürecek şiddet ve sertlikte yaptığımızda, kendi asli değerimizi düşürdüğümüzde, başka bir ihtimal, başka bir hayat ve yaşantı için içimizde bir parça güç ve motivasyon bırakmayız. Bu ise şeytanın sağdan yaklaşmasıdır. Kötülüklerimizi, kötülüğü isteyen nefislerimizi kınamanın amacı iyiliklere yol almak içindir. Bu kınama, eleştiri, muhasebe ancak şefkat ve merhametle yapıldığında istenen maksat hâsıl olabilir. Yoksa bizi olduğumuz noktadan daha geriye götüren, iyilikten ümidimizi kestiren, me’yus ve bedbaht bir halet-i ruhiyeye sokan bir kınama Rahmân’ın istediği değil, şeytanın tuzağı olabilir.
Kendi eleştirilerimizin tuzağından sonra önümüze çıkacak bir diğer büyük engel, başkalarının eleştirileri ve sonu gelmez değerlendirmeleridir. Zor zamanlarımızda, hata yaptığımızda, günaha düştüğümüzde en son ihtiyacımız olan şey iyiniyetle yapılsa bile eleştiridir. İnsanların kendi hayatlarında nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğu ile ilgili çoğu zaman kafa karışıklıkları ve belirsizlikler yoktur. Hataya düşmek, yanlış yapmak çoğu zaman bilmemekle ilgili değildir. İhtiyacımız olan şefkatli bir el, merhametli bir kalbin yanımızda olduğunu hissetmemizdir. Şu koca dünyada yanlış da yapsak, günaha da düşsek bizi terketmeyecek, yalnız bırakmayacak, teselli edip hayra teşvik edecek dostluklarımızın olduğunu bilmektir.
Kuyuya düşmüşsek kuyu başındakilerden beklentimiz ve ihtiyacımız neden kuyuya düştüğümüzün, yaptığımız hataların, bir daha düşmemek için neler yapmamız gerektiğinin uzun uzun izahı değil; uzatılacak bir el, sarkıtılacak bir ip, dayanacak bir merdivendir. Ayağımız sürçüp yere kapaklanmışsak, elimiz, ağzımız, ayaklarımız kan revan içindeyken iyiliğimize olan, kolumuza giren bir kol, yaralarımızı temizleyip pansuman eden, merhem sürüp saran şefkatli bir eldir. Kendi hatalarımızdan dolayı kuyuya düştüğümüzde, yere kapaklandığımızda bile ihtiyacımız olan buysa; bizi kuyuya atanların, ayaklarımıza çelme takanların merhametsiz sözlerinin, hikmetsiz tavsiyelerinin, şefkatsiz davranışlarının faydasının olması mümkün mü?
İnsan insanın yurdu olacak, zor zamanlarında bir teselli verecek, acısını azaltacak, derdini hafifletecekse, şefkat ve merhamet olmazsa olmazımız. Ünlü terapist Jeffrey A. Kottler’in şefkatini yitirdiğinde yardımcı olması için kendisine başvuran danışanlarına yardım etmekte ne kadar zorladığını kendi ifadelerinden dinleyelim:
“İlk taslağı gözden geçirilmesi için gerekli isimlere gönderdiğimde şöyle bir geribildirim aldım: ‘Kottler’in bir sorunu olduğunu düşünüyorum, çünkü tüm danışanlarını hayatını zindana çevirmek için gönderilmiş zebaniler gibi görüyor.’ Bu sözcükleri okuduğumda başımı sallayarak onaylamıştım. ‘Ayrıca,’ diye eklemişti bu kişi, ‘bana öyle geliyor ki kendisi şefkatini yitirmiş.’ Ah, işte bu canımı çok acıtmıştı. Bu yorum beni tam onikiden vurmuştu; gerçekten de danışanlarıma yönelik şefkatimi ve empatimi yitirmiştim. Danışanlar benim arzu ettiğim kadar hızlı hareket etmedikleri için sabırsızlanıyordum; hatta onlardan ihtiyaç duyduğum kadar hızlı hareket etmiyorlardı demek daha doğru olacaktır, çünkü kendi hayatımda bir tıkanma yaşamaktaydım.
İşte o noktada farkettim ki, mesele danışanların süreci engellemesi değil, benim tutumlarımın işleri zorlaştırmasıydı.
Bu yorumu yeterince sindirdikten sonra bir dizi karar verdim. Öncelikle kitabımın adını Cehennemden Gelen Danışanlar yerine Şefkatli Terapi yapmaya karar verdim. ……………….
Ah, bu arada, ortaya koyduğu yorumla bizimle her zaman istediğimiz gibi işbirliği yapmayan insanlarla çalışırken şefkatli, anlayışlı, empatik davranmanın önemini vurgulayan, danışanları oldukları gibi kabul etmemi, sabırlı davranmamı hatırlatan o isim kimdi, biliyor musunuz? Belki adını duymuşsunuzdur: Albert Ellis.”
(Hemencecik not düşmüş olalım: Albert Ellis, Akılcı Duygusal Davranışçı Terapi kuramının kurucusu olan, “Ben aslında kendim için bir terapist olarak doğdum” sözünün sahibi ünlü bir psikoterapisttir.)
Danışanlar yerine insanlar, akrabalarımız, arkadaşlarımız, dostlarımız kelimelerini de yazabiliriz rahatlıkla. Şefkat ve merhamet yitirildiğinde destek ve teselli yeteneğimizi de yitirdiğimizden, tanıdığımız insanların en ufak hata ve yanlışlarında hayatımızı zorlaştırmak, bizi gıcık etmek için etrafımızda olduklarını düşünmeye başlarız. “Hayat onlarsız ne kadar güzel olurdu!” “Cehenneme kadar yolları var.” Son iki-üç cümleyle bile kalbimizin nasıl katılaştığını, şefkat ve merhametin esamesi okunmamaya başladığını hissettiniz mi? Bunun yardım etmek, teselli vermek istediğimiz insanlara da, bize de faydasının olmadığını farkedebiliyor musunuz?
Şefkat, sıklıkla acımakla karıştırılsa da, ondan farklıdır ve fazlasıdır. Acımakta bir hiyerarşi, bir üstünlük, bir mertebe farkı hissedilir. Şefkat ise aynı insanî zorluklarla, dertlerle uğraşan bir insanın diğer insana ilgisidir, sevgisidir, acısını azaltma çabasıdır. Şefkat başka insanların acılarına, dertlerine duyarlılığın bir göstergesidir. Acıları, dertleri azaltmanın gayretidir. Şefkat kurtulmaya çalışan bir insanın kurtulmaya çalışan diğer insanlara yardım çabasıdır, kurtulmuş olduğunu düşünenin başka insanları kurtarma kahramanlığı değil.
Bu yönüyle şefkat aynı zaman bir cesaret işidir. İnsanın kendi gerçekliği, zayıflığı, güçsüzlüğü, ihtiyaç sahibi bir varlık oluşu ve acılarıyla yüzleşme, kabullenme cesareti... Bu cesaret sayesindedir ki, diğer insanların acılarına, zorluklarına daha anlayışlı ve merhametli davranılabilir, tahammül edilebilir. Yoksa kendini acıdan, ihtiyaçtan, kusurdan uzak ve âzâde görme iddiası ve çabası cesaret değil, gerçekliğe gözlerin kapandığı inkâr halidir; kendi gerçekliğinden korkmaktır.
Bunun güzel bir örnekliğini Risale müellifinde görürüz. Milyonlarca insanın şüphelerini gidermeye, imana kavuşmalarına vesile olmuş bir hizmetin birinci hizmetkârı ve başlatıcısı olarak şu sözleri söyleme cesaretini göstermiştir:
“Hem yazılan eserler, risaleler—ekseriyet-i mutlakası—hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit, demişler: ‘Şu zamanın yaralarına devadır.’ İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.”
Ruhundan gelen ihtiyaçların farkında olan, bu ihtiyaçları karşılamaya kendi gücünün yetmeyeceğinin idrakinde olup bulduklarını kendi hesabına yazmayan, ihtiyacına, çabasına ve gayretine binaen kendisine Rahmân tarafından ihsan edildiğini hem kabul hem itiraf eden, bulduklarının kendisi gibi dertleri, ihtiyaçları, arayışları olanlara iyi gelebileceğini düşünüp onlara ulaştırmaya çalışan, buna hayatını vakfeden, merhamet ve şefkat dolu bir kalbin şefkat ve merhametle harmanlanmış cesur satırları...
Şefkat ve merhamet çalışmaları, merhamet imgelerini hayal etmenin merhameti arttırdığını göstermiş. Acınızın çok, sıkıntınızın büyük olduğu bir zamanda sizin için şefkati, merhameti, bilgeliği, dostluğu temsil eden bir arkadaşınızı hayalinizde canlandırmanın, onun size bu durumda neler söyleyebileceğini, nasıl davranacağını düşünmenin içimizi ısıttığını, acımızı azalttığını, dayanıklılığımızı arttırdığını göstermiş.
Peygamber Efendimizi (s.a.v.) müjdelerken Hz. İsa’nın onun hakkında kullandığı sıfat da ‘Tesellici’dir. Dertlerimiz, yaralarımız, sıkıntılarımız, zorluklarımız çok. Hayatlarımız zor... Teselliye ne çok ihtiyacımız var. Şükür ki bunun en güzel yolunu hayatıyla, sözleriyle, tavırlarıyla bizzat yaşayarak göstermiş bir peygamberin ümmetiyiz. Ne mutlu bize ki, getirdiğimiz her salavatta hayal edebileceğimiz, Rabbimiz tarafından âlemlere rahmet olarak gönderildiği müjdelenmiş bir peygamberimiz var...
ÖZETLER
Tüm terapiler özünde insanın acılarını azaltmaya, dertlerini hafifletmeye ve daha iyi oluşlarına katkı sunmaya çalışır. Son zamanlarda sayıları artarak devam eden çalışmalar, şefkat ve merhametin terapinin olmazsa olmaz bir parçası olduğunu gösteriyor.
Zor zamanlarda insanın ihtiyacı olan, aradığı ve beklediği şey, bir sıcak tesellidir. Çünkü insanız ve zayıfız. Her ne kadar aksini iddia edip içimizde sonsuz bir güç, uyandırılmayı bekleyen bir dev olduğunu söyleyenler var ise de, her yönüyle kısıtlı canlılarız. Mükemmel değiliz ve hiçbir zaman da olamayacağız.
Yapılan çalışmalar, iyiniyetle ve iyiliğimiz için bile olsa, anlayış, şefkat ve merhametten yoksun bir eleştirel iç sesin bize iyi gelmediğini tekrar tekrar göstermiştir. Kendimizi sürekli eleştirerek gideceğimiz yer, olduğumuz yerin daha da gerisinde olacaktır.
Kul kusursuz, insan hatasız olmuyor. Bir yanlış yapıp, bir günah işlediğimizde bize düşen kendimizi eleştirip, kınayıp durmaktan iyiliğe mecali kalmaz bir duruma düşmektense, kalan gücümüzü yanlışımızı düzeltmeye, günahımıza tevbe etmeye harcamaktır.
İnsanın kemale doğru yol alması elbette yaptıklarının muhasebesini gerektirir. Yanlış, hata ve günahlarına pişman olup üzülmesi, o yanlışları ve onu yapan nefsi kınaması istenen ve arzu edilen bir haldir. Yol ayrımı, bunun nasıl yapıldığında ortaya çıkıyor.
Kötülüklerimizi, kötülüğü isteyen nefislerimizi kınamanın amacı iyiliklere yol almak içindir. Bu kınama, eleştiri, muhasebe ancak şefkat ve merhametle yapıldığında istenen maksat hâsıl olabilir. Yoksa bizi olduğumuz noktadan daha geriye götüren bir kınama, Rahmân’ın istediği değil, şeytanın tuzağı olabilir.
Zor zamanlarımızda, hata yaptığımızda, günaha düştüğümüzde en son ihtiyacımız olan şey, iyiniyetle yapılsa bile eleştiridir. İhtiyacımız olan şefkatli bir el, merhametli bir kalbin yanımızda olduğunu hissetmemizdir.
Şefkat, sıklıkla acımakla karıştırılsa da, ondan farklı ve fazlasıdır. Acımakta bir hiyerarşi, bir üstünlük duygusu hissedilir. Şefkat ise kurtulmaya çalışan bir insanın kurtulmaya çalışan diğer insanlara yardım çabasıdır; kurtulmuş olduğunu düşünenin başka insanları kurtarma kahramanlığı değil.
Şefkat ve merhamet çalışmaları, merhamet imgelerini hayal etmenin merhameti arttırdığını gösteriyor. Acımızın çok, sıkıntımızın büyük olduğu bir zamanda şefkati, merhameti, bilgeliği, dostluğu temsil eden bir arkadaşı hayalde canlandırmak dayanıklılığımızı arttırıyor.