top of page

Bakara Sûresiyle Allah’ı Tanımak

ÜMİT ŞİMŞEK

Allah’ın kitabı, Allah’ın ismiyle başlar; fakat tek başına zât ismiyle değil, O’nun kullara yönelik en önemli sıfatını tanımlayan iki ismiyle beraber başlar. Bu iki isim aynı zamanda kitap içindeki bütün sûrelerin de başında Allah’ın zât ismiyle beraber yer alan isimlerdir ve her ikisi de O’nun kullarına yönelik merhamet, şefkat, muhabbet, rızık, af, mağfiret gibi nimetlerinin hepsini kapsamaktadır.

Her an bu iki ismin tecellileri altında nefes alıp verdiğimiz için, tıpkı soluduğumuz hava gibi bu durumun fevkalâdeliği de bizim dikkatimizi çekmeyebilir. Ancak üzerinde iyilikle kötülüğün, iman ile bâtıl inanışların kıyasıya çarpıştığı bir dünyanın sakinlerine âlemlerin Rabbi tarafından gönderilen bir kitabın böylesine müşfik, mûnis ve mütebessim bir çehreyle zuhur etmesi ve bu mânâları bütün bölümlerinin başında tekrar tekrar vurgulaması, ciddî bir tefekkürü davet eden bir durumdur. Bu hal, ancak baştan başa rahmet olarak gönderilmiş bir kitabın özelliği olabilir ki, Kur’an’ın kendisini tarifi de aynen bu şekildedir. O, Rahmân ve Rahîm olan âlemlerin Rabbi tarafından, âlemlere rahmet olarak gönderilen bir elçinin eliyle, iman eden kullara rahmet olarak gönderilmiştir. Bu durumdan çıkarılabilecek en birinci ve en önemli ders ise şudur: İnsanlara sahih İslâm inancını ve bu inancın gereklerini öğretmek üzere takip edilecek her türlü yol ve yöntem, Allah’ın rahmetini müjdeleyerek başlamalı ve bu esas üzerinde devam etmelidir.

Fatiha sûresini, mushaflarda onun karşı sayfasında yer alan Bakara sûresinin ilk âyetleriyle birlikte ele aldığımız zaman, Allah ile mü’min kulları arasında akdedilmiş bir sözleşmeyi önümüzde buluruz. Kur’an-ı Kerim’in de ‘Allah’ın ahdi’ olarak atıfta bulunduğu bu sözleşmenin bir tarafında Allah Teâlânın kendisini tarifi ile birlikte mü’min kullarına karşı kendisine yükümlülük olarak yazdığı vaadler, diğer tarafında ise Allah’ın bu vaadlerine erişmek için kulun üzerine düşen yükümlülükler yer almaktadır. Buna göre,


  • kulların eriştiği her türlü nimetin kaynağı Allah Teâlânın sonsuz rahmetidir,

  • Allah aynı zamanda bütün varlık âlemlerinin yegâne sahibi ve terbiye edicisidir,

  • Hesap gününün mutlak maliki de O’dur,

  • O’ndan başka kulluk edilecek kimse yoktur,

  • her zaman ve her konuda yardım O’ndan istenir,

  • doğru yola iletecek olan da O’dur,

  • bu hayatta Allah’tan istenecek en önemli şey, her hususta yolun doğrusunu bulmak ve onda sabit kalmak, kaçınılacak en büyük tehlike de yolunu şaşırmak ve Allah’ın gazabına uğramaktır.


Allah ile kulları arasındaki bu sözleşmede kullara düşen yükümlülüklerin ise, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde ‘müttakîler’ unvanı altında şöyle sayıldığını görüyoruz:


  • Başta Allah’ın birliği olmak üzere, dünya dolusu şahitleri bulunan ve inanılması gereken şeylere gaybî olarak inanmak,

  • Namazını dosdoğru kılmak,

  • Allah’ın rızık olarak verdiği şeylerden bağışta bulunmak,

  • Kur’an’a ve Allah tarafından indirilmiş olan diğer kitaplara iman etmek,

  • Âhirete şeksiz şüphesiz, tam ve kesin bir şekilde inanmak.


Bundan sonrası hayatın gerçekleridir:

Hayrın ve şerrin serbest bırakıldığı, iyi ile kötünün birbiriyle savaştığı, kötülere de iyiler kadar fırsat tanındığı, hatta çoğu zaman kötülerin iyilere baskın çıktığı bir sınav alanındayız. Kendilerine delil ulaştıktan sonra, böyle bir ortamda da olsa insanlar doğru yolu tereddütsüzce seçebilmelidirler. Ama bu yeterli değildir; seçtikten sonra da o yolda sebat etmek gerekir. Bu, tıpkı bedenin hararet ve kan basıncının dinamik bir şekilde dengede tutulması gibi bir durumdur. Bunu başarabilmek için ise mü’minlerin sürekli takviye ve uyarılara ihtiyaçları vardır. Kâfirler onca apaçık delile karşı niçin hâlâ inkârlarında ısrar ederler? Allah’ın azabından hiç korkmazlar mı? Yoksa onların inkârlarında bir hakikat mi var? Bunlar herkesin zihnini tırmalayabilecek sorulardır. Daha yolun başında iken, Kur’an mü’minleri bu konuda rahatlatır: “Onları uyarsan da, uyarmasan da farketmez” der, çünkü inkâr ve isyanda inat etmeleri yüzünden artık kalpleri mühürlenmiştir (6-7. âyetler).

Kâfirlerden daha büyük tehlike ise, iman eder görünerek mü’minlerin arasına karışan münafıklardır. Onların tuzakları da, ikiyüzlülüklerinin mahiyeti ve âkıbeti de bunun hemen arkasından gözler önüne serilir (8-20).

Bu iki büyük düşman hakkındaki uyarılardan sonra, Kur’an, mü’minlere Rablerinden bahseder, O’nun insanlar üzerindeki nimetlerinin başlıcalarını sayar ve sadece O’na kulluk etmelerini emreder. Bu, aynı zamanda, “Dünyayı sizin için bir ev halinde düzenleyip tefriş eden ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran bir Rabbiniz varken, O’ndan başkasına kulluk ederek kendinizi rezil etmeyin” demektir. Böylelikle, Fatiha sûresindeki Rab, Rahmân ve Rahîm isimlerinin bütün kitap boyunca devam edecek olan açılımları başlamış olmaktadır (21-22).

“Rahmân ve Rahîm olan Rabbü’l-âlemîn’e iman ve ibadet borcumuzu bu âyetten öğreniyoruz; fakat bize bunu anlatan kitabın Allah tarafından indirildiğinden nasıl emin olabiliriz?” diye sorulacak olursa:

Her ne kadar ‘Kur’an hakkında hiçbir şüpheye yer olmadığı’ daha sûrenin başında açıkça bildirilmişse de, hâlâ tereddüt içinde olabilecek kimselerin şüphelerini bütünüyle gidermeye yetecek bir meydan okuma bu âyetlerin hemen akabinde gelir: Eğer bu kitap hakkında bir şüpheniz varsa, hepiniz toplanıp onun bir benzerini getirin (23-27). Bu, Kur’an’ın inişinden bu yana hiç kimsenin karşısına çıkamadığı bir meydan okuyuştur.

Bu konudaki şüpheler de giderildikten sonra, Allah’a ve O’nun bizden istediklerine dair açıklamalara geçerken, bizim eğitim programlarımızda en çok ihmal ettiğimiz bir temel konuyu, kendimizle ilgili büyük bir hakikati, daha yolun başında iken Kur’an aydınlığa kavuşturur. Bize kendimizi tanıtır.

Kimdir insan? Niçin yaratılmış, niçin bu âleme gönderilmiş, niçin ona kitap indirilmiştir? Âlemler içinde ve âlemlerin Rabbi katında onun yeri nedir?

Bu soruların cevabı, 29. ve devamındaki âyetlerdedir:

Herşeyi hakkıyla bilen Allah, dünyada ne varsa insan için yaratmış, sonra da “Kendime yeryüzünde bir halife yaratacağım” buyurmuş ve melekleri imrendirecek bir şekilde insanın yaratılışını müjdelemiştir.

Bizim maceramız işte burada başlar. Allah insanı yaratır. Ona isimleri öğretir. Varlıkların isimlerini, Allah’ın isimlerini, kavramları, isim koymayı, konuşmayı, yazmayı, konuşulup yazılanları anlamayı, düşünmeyi, akıl yürütmeyi öğretir. Kelimelerin hazinelerini ona sunar. Yerde ve göklerde sergilenen ilahi sanat eserlerinin sırlarını açar. Allah namına bakmayı, Allah namına okumayı, Allah namına çalışmayı, Allah namına işlemeyi öğretir. Nimetlerini onun üzerine yağdırırken, aynı zamanda, o nimetleri Allah adına başka kullara tevzi etmeyi de öğretir. Kusur işlediğinde af dilemeyi öğretirken, aynı zamanda ona affetmeyi de öğretir. Ona ihsanda bulunurken, ihsan etmeyi de öğretir. Kâinata yerleştirdiği kanunları ona öğretir; bu bilgileriyle yerde, gökte, denizde, karada eserler vücuda getirip âlemi şenlendirmeyi de öğretir.

En basit bir özeti kitaplara sığmayacak büyüklükteki bu macera dolayısıyla insanın Allah katındaki önem ve değeri hatırlatıldıktan sonra (29-39), Kur’an’ın, her biri hayatla yoğurulmuş dersleri, yaşanan ve yaşanmış örneklerle birlikte, birbirini takip eder. İşte, dinin en önemli kısmını ve İslam inanç esaslarının temel taşını teşkil eden Allah’a iman konusunun ayrıntıları, yani nasıl bir Rabbe iman ettiğimizi bize en doğru ve tafsilatlı bir şekilde öğreten bilgiler, bu derslerin içinde öğretilecektir. Ama bu bilgiler bizim derslerimizdeki gibi listeler sunarak, soyut tanımlar ve açıklamalar yaparak verilmez. Bilakis, tıpkı lezzetli bir yemeğin tadını damağımızda bıraktıktan sonra zerrelerine ayrılarak vücudumuzun dört bir yanına dağılışı gibi âlemimize girer, bir ruh halinde hayatımızın bütün gözeneklerine nüfuz eder ve bizden bir parça haline gelir.

İlk insanın yaratılışından sonra İsrailoğullarının macerasına geçen Bakara sûresi, İsrailoğullarının Allah ile ahidlerini tekrar tekrar bozmalarını, buna rağmen peygamberlerinin onlara sabır ve sükûnetle muamele edişini ve Allah’ın tekrar tekrar onları affederek yeni fırsatlar tanıyışını anlatır. Bu anlatım, bir yönüyle eski ümmetlerin durumunu gözlerimizin önüne sererek bizi onlara benzemekten sakındırırken, Musa aleyhisselamın sabır ve merhametini de bir model olarak önümüze koyar. Sonra, az bir tefekkürle biz bu dersin daha da ilerisine geçer ve bu halimâne tavrın ona Allah’tan gelen bir nasip olduğunu anlarız. Nitekim Musa aleyhisselam da Allah’ın Tevvâb ve Rahîm isimlerini zikrederek bu gerçeği kavmine hatırlatacaktır (54). Bu kıssanın okuyucuları olarak biz de, İsrailoğullarını âlemlere rezil eden huylardan sakındıktan başka, hem Allah’ın rahmetinden alabildiğine yararlanmak için O’nun dergâhına şevk ve ümitle yönelmek, hem de kendi hayatımızda affedici ve merhametli olmaya çalışmak suretiyle bu dersten hissemizi arttırmaya çalışırız.

Kur’an, Bakara sûresi boyunca hayatın içinden peşpeşe dersler verirken, bu derslerin içinde Allah’ı eserleriyle, fiilleriyle, sıfatlarıyla bize anlatır. Günlük olayların içinde iken birdenbire büyük resmi gösterir, “Bilmiyor musun ki göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır?” diye sorar (107) ve tekrar konuya döner. Bir müddet sonra yine “Doğu da, batı da Allah’ındır” der, arkasından Allah’ın evlât edinmekten münezzeh olduğunu bildirerek İslâm inancını Hıristiyanların yanlış inanışlarından ayırır, ondan sonra da Allah’ın gökleri ve yeri benzersiz şekilde yarattığını hatırlatır (115-117). Sonra bahsin arasında kâinatı rengârenk güzelliklere boyayan Allah’ın sanatına dikkatimizi yöneltir (138), “Beni anın ki Ben de sizi anayım” buyurarak bizi her an kendisiyle irtibatta bulunmaya çağırır (152), O’nun hiçbir ortağı bulunmadığını Rahmân ve Rahîm isimleriyle beraber hatırlatır (163); göklerde, yerde, gece ve gündüzde, denizde, gemilerde, yağmurda, rüzgârda, bulutlarda, yeryüzünü şenlendiren canlılarda bize Rahmân ve Rahîm olan Allah’ı anlatan tevhid delillerini gözlerimizin önüne serer (164).

Sûre bu minval üzere devam ederken, hayatımızın bütün alanlarına çekidüzen veren ibadetler ve muamelât ile ilgili hükümler de birbirini takip etmeye başlar—fakat ilmihallerde ve hukuk kitaplarında yer aldığı gibi ruhsuz ifadelerle ve birbirinden soyutlanmış ayrı ayrı dersler halinde değil. Biz bu bahisleri Kur’an’ın âyetlerinde hep Allah tarafından geldiğini vurgulayan ifadelerle, hikmetleriyle, bizi faziletli davranışlara özendiren teşvikleriyle birlikte okuruz. Fazilet yolunu tutanın Allah katında ödülü vardır; haksızlık eden ise ancak kendisine yazık etmiş olur, çünkü Allah herşeyi görmektedir (229-237). Hayatın bütün alanlarını birarada gören Kur’an’ın bu bakışı, hayatımızı düzenleyen kurallara ruh üfler, Allah’a ve âhiret gününe olan imanımızı ve Allah hakkındaki bilgilerimizi canlandırır ve yaşanan bir hayata dönüştürür. (Bu konuda kısa bir örnek için, “Ya iyilikle, ya da iyilikle” başlıklı kutuya bakınız.)


* * *


Kur’an’ın çok önemli bir başka özelliği de âyetleri özetleyen son cümleleri, fezlekeleridir. Âyetlerin ruhu bu cümlelerde kodlanmıştır. Öyle ki, âyetleri ne ölçüde anladığımızı, fezlekelerden nefsimize çıkardığımız nasiple ölçebiliriz. Meselâ 190. âyet “Sizinle savaşanlarla siz de savaşın” der, hemen arkasından da “Haddi aşmayın” diye bir sınır çizer. Ancak sözü burada bırakmayıp “Allah haddi aşanları sevmez” diyerek bağlar, böylece her türlü suiistimal ve haksızlığın önünü bu fezleke ile keser. Savaşla bir işimiz olsun veya olmasın, “Haddi aşmayın” buyruğu ile hepimizin her zaman ve her konuda münasebeti vardır ve olmalıdır. Ve bu münasebet, Allah’ın muhabbetini kazanmak veya kaybetmek şıkları arasında bizi sürekli olarak tercih durumunda tutmaktadır.

Bir sonraki âyet düşmanın tecavüzlerine misliyle karşılık vermeyi emrederken, onun arkasından gelen 192. âyet ise “Onlar vazgeçecek olursa siz de vazgeçin” buyurur ve bunu da Allah’ın Gafûr ve Rahîm isimlerine bağlar. Bu bağlayışta hem Allah’ı gufran ve rahmetiyle tanıtma, hem Allah’ın Gafûr ve Rahîm isimleri gereğince davranmayı emretme, aynı zamanda da bu âyetlerin hükmüne riayet edilmediği takdirde Gafûr ve Rahîm isimlerinin lütuflarından mahrum kalma mânâları okunur. Allah kelâmına mahsus olan bu üslûbun vicdanlar üzerinde yaratacağı tesirin ise, bir fıkıh kitabının “Şu caizdir, bu mekruh veya haramdır” şeklindeki ifadelerinden çok daha güçlü olacağında şüphe yoktur.

Bakara sûresinin 286 âyetinden 103 kadarında fezlekeler konuyu Allah’ın isim, fiil ve tasarruflarına bağlayacak şekilde düzenlenmiştir. Bu sayede mü’minler Rablerinden gelen kitabı okurken, hayat dersleriyle marifetullah derslerini birlikte alırlar ve her seferinde, bir yandan hayatı Esmâ penceresinden okuyan yüksek ve geniş bir bakış açısı kazanırken, aynı zamanda da Rablerini isimleriyle en doğru bir şekilde tanıma imkânı bulmuş olurlar. Bu yöntemin sağlam bir iman inşa etme ve bu imanı hayatın bütün gözeneklerine bir ruh gibi nüfuz ettirmedeki tesirini bizim eserimiz olan kelâm yöntemleriyle vücuda getirmeye çalışmak hiçbir zaman erişilemeyecek bir hayalden öteye geçemez ve şimdiye kadar da geçmemiştir.

Bakara sûresinin fezlekelerinden Allah Teâlâ hakkında öğrendiklerimizi şöyle bir liste halinde özetleyebiliriz (bu listenin tamamını “Bakara sûresinde Allah’ı anlatan fezlekeler” başlıklı ikinci kutuda bulabilirsiniz):


Allah herşeyi bilir. O’ndan başka ilâh yoktur. Gücü herşeye yeter. Herşeyi görür, herşeyi işitir. İradesi herşeyi kuşatır; O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Her işi hikmet iledir. Bütün yaptıklarınızı görür. Bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Gizli açık herşeyi bilir. Kullarına çok merhametlidir. Tevbeleri kabul eder. Kullarına lütufkârdır. O’ndan başka dostunuz ve yardımcınız yoktur. Doğru yola ulaştıran O’dur. Sabredenlerle beraberdir. Şükredenlere şükürlerinin karşılığını verir. Bütün kuvvet O’na aittir ve O’nun cezası çok şiddetlidir. Haddi aşanları sevmez. Bozgunculuğu sevmez. Çok bağışlayıcıdır. Hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız. Kullarına çok şefkatlidir. Rızık veren O’dur. İyilik yapanları sever. Sabredenlerle beraberdir. Tevbe edenleri ve temizlenenleri sever. Daraltan da O’dur, genişleten de. Zalimleri sevmez. Nankörlükte ve günahta azıtanları sevmez. Kullarına karşı hilim sahibidir. Yaptığınız her iyilikten haberdardır.


* * *


Kur’an-ı Kerim’in Allah’ı tanıtma konusundaki yöntemlerine Bakara sûresi ölçeğindeki bu bakışımızın ortaya çıkardığı manzara, bize açıkça şunu gösteriyor:

Biz dünyaya geldikten sonra hayatı nasıl yaşayarak öğrenmiş ve dünyayı nasıl tanımışsak, Kur’an bize Allah’ı aynı şekilde, yaşamakta olduğumuz hayatla birlikte öğretiyor. Kur’an’ı okurken biz Allah’ın sıfatları hakkında herhangi bir tasnifatla karşılaşmıyoruz, ama O’nu hayatımızın her yerinde buluyoruz. Güneşle dünyamızı O aydınlatıyor, yağmuru O gönderiyor, yerden bitkileri O bitiriyor, bizi O doyuruyor, en gizli dualarımızı O cevaplandırıyor, O güldürüyor, O ağlatıyor, hastalandığımızda O şifa veriyor…

Bu bilgiler, aynı zamanda, davranışlarımızın sonuçları hakkında da bizi aydınlatıyor. Tıpkı hayatımızın ilk yıllarında sıcağın bizi ısıtıp soğuğun üşüttüğünü, yemeğin bizi doyurduğunu, uykunun dinlendirdiğini öğrendiğimiz gibi, bu dünyada Allah’ın emir ve yasakları karşısındaki davranışlarımızın bizi ne tür sonuçlarla karşı karşıya getireceğini de bu bilgilerimizle birlikte öğreniyoruz.

Kur’an’dan öğrendiklerimiz, diğer kitaplardan aldığımız bilgiler gibi teorik bir bilgi olarak zihnimizin bir köşesinde kalmıyor; yaşanan hayatla birlikte gelen bu bilgiler, hayatla beraber yaşanmaya devam ediyor. Kur’an bize bu bilgileri çeşitli açılardan, çeşitli vesilelerle, değişik boyutlarıyla, farklı şekillerde tekrar tekrar sunuyor. Zira, hayat tecrübelerimizden de kolayca çıkarabileceğimiz gibi, Allah’ın bizi görüp bildiğini bilmemiz kâfi değildir; bu bilgiyi her yerde ve her zaman hatırlayabilmemiz gerekir. İlâhî rahmetin kuşatıcılığını bilmemiz yetmez; onu aldığımız nefeste, yediğimiz meyvede, sevdiğimiz kimsede, başımıza gelen olumlu-olumsuz hadiselerde, yaptığımız işte, insanlarla olan her türlü münasebetlerimizde, baktığımız her yerde hatırlayabilmemiz gerekir. Bir gün dirilip de Allah’ın huzuruna çıkacağımıza inanır ve bundan şüphe etmeyiz. Fakat bizden istenen bundan ibaret değildir. Davranışlarımızda, düşüncelerimizde, alışverişimizde, işimizde, insanlarla ilişkilerimizde, bir iş başına getirildiğimizde ve her zaman bu imanı tekrar tekrar yaşamamız gerekir. Bunlar ise, başka yollarla değil, ancak Allah’ın kitabına sürekli ve sadık bir talebe olmak suretiyle hayatımıza hükmedecek olan hakikatlerdir. Zaten Kitabın indirilişi de bu gayeye matuftur.

Nitekim Resûlullah ile sahabîlerinin insanları İslam’a davet ederken yaptıkları iş onlara Kur’an okumak olurdu. Çünkü onlar Kur’an’dan ders alıyor ve insanlara da aynı dersi okuyorlardı. Biz ise Kur’an’ı bir yana bırakmış, kendimiz yazıp kendimiz okuyoruz. Aradaki farkı da halimiz gösteriyor.


bottom of page