MURAT KURU

“Bir zamanlar Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. (Melekler) ‘Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz Seni överek tesbih ediyor ve Seni takdis ediyoruz’ dediler. (Rabbin) ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.”
—Bakara sûresi, 2:30
BAŞLARKEN
İnsanın yaptığı kötülük ve günahları görünce birçoğumuzun aklına gelen “Bu kadar kötülükleri yapabilen insan neden yaratıldı ki?” sorusu ilk defa melekler tarafından, insan varlık sahasındaki yolculuğuna adım atmadan önce sorulmuştu.
İnsanlık tarihine şöyle hızlıca, kuşbakışı bile baktığımızda meleklerin sorusunun gerekçesini çok kolay görebilir ve insan eliyle yazılan zulüm, katliam, kan akıtma ve haksızlıklarla dolu tarih sayfalarını bulmakta hiç zorlanmayız.
Evet, her ne kadar bu karanlık tarafımıza bakmak, görmek istemesek de, insan ve insanlık olarak bir tarafımız kötülüğe, zulme, kan dökmeye, haksızlığa teşne ve meyyal. Bununla birlikte, şükür ki sadece bu taraftan ibaret değiliz. Sonsuz hikmet sahibi Rabbimizin bu soruya karşılık hitabı, sadece meleklerin değil, insanların da merak ve istifhamına cevap getiriyor. Başlangıçta meleklerin dahi bilmediği ve farkedemediği; aydınlığa, ışığa, iyiye, güzele ve hayra bakan diğer bir tarafımız var. Rabbimizin bildiği, elçileriyle ve kitaplarıyla bildirdiği hakikatler sadece karanlık taraftan ibaret olmadığımızı gösteriyor. Toplamda varoluşumuz iyi ve kötüyü, aydınlık ve karanlığı, hayır ve şerri, sevgi ve nefreti beraberce içinde barındırıyor.
OLUMSUZ DUYGULARIMIZ NEDEN VAR?
Bu toplamın önemli bir tarafı öfke, kin, nefret, düşmanlık, haset, kıskançlık gibi olumsuz duygular. Her birimiz hayat hikâyemizin geride kalan kısmına baktığında bu duygulardan dolayı yaşadığı sorunları ve sıkıntıları kolayca hatırlayabilir. Öfke yüzünden birçok evlilik mahvolmuş, pek çok insan işini kaybetmiş, ne kadar çok ilişki sonlanmıştır. Öfkeyle bağırmaktan, sinirle kalkmaktan, çileden çıkmakla olup bitenlerden ne çok pişman olmuşuzdur. Bu öfke, kin, nefret toplumsal boyut kazandığında ise sebep olduğu infialle pek çok şiddet ve katliamın müsebbibi olmuştur. Hal böyle olunca, öfke, nefret, kızgınlık, üzüntü, mutsuzluk başta olmak üzere olumsuz duygularımız olmasın, bunları yaşamayalım dileği hayatlarımızın bir döneminde mucizevi bir istek olarak hepimizin zihninde beliriyor.
Peki gerçekten olumsuz duygularımız olmasaydı hayatlarımız daha güzel mi olurdu?
Bunu hayal edelim. Bir mucize olduğunu ve hiçbir olumsuz duygumuzun kalmadığını düşünelim. Öfke, nefret, mutsuzluk, üzüntü, keder, kaygı... hiçbiri artık yok. Böyle bir insanken çok sevdiğimiz anne babamız, çocuğumuz, çok yakın bir dostumuz ağır hasta olduğunda ya da öldüğünde nasıl olurdu? Gerçekten üzülmemeyi mi isterdik? Peki gözümüzün önünde haksız ve zalim birinin masum ve güçsüz birini sömürdüğünü, hakkını gaspettiğini, adaletsizlik yaptığını gördüğümüzde bu duruma karşı öfke ve kızgınlığımız olmasaydı? Masum ve melek yüzlü bir bebeğin ya da çocuğun istismarı haberini öfkelenmeden, bu alçaklığı yapan kişiye karşı kin, nefret ve intikam duyguları uyanmadan duymak ister miydik?
Bu soruların eşliğinde, ‘olumsuz’ diye etiketlediğimiz duygularımız olmasaydı insanlığımızı yitireceğimizi sanırım görebiliyoruz.
Olumsuz duygularımız insanlığımızın çok önemli parçasıdır ve onlar olmasaydı ‘insan’ olamazdık. Duygular, ister olumlu ister olumsuz olsun, yaşam enerjimizdir, motivasyonumuzdur, hayatımızın yakıtıdır. Kâmil bir insan olma yolculuğumuzdaki en önemli imtihanlarımızdan biri, bu duygularımızı dengeli ve yerli yerinde kullanmaktır. Her gün beş vakit namazın her rekatında okuduğumuz Fâtiha’daki “Bizi sırat-ı müstakime yönelt” duasında tam da bunu istiyor, “Rabbimiz, bizi müstakim, dosdoğru, aşırılıklardan uzak, dengeli yola ilet” diyoruz.
Bir Kur’an talebesi olarak Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde bu âyeti şöyle tefsir eder:
“Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki: Tagayyür, inkılab ve felaketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i şeheviye-i behîmiye, ikincisi zararlı şeyleri def için kuvve-i sebûiye-i gadabiye, üçüncüsü nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir. Lâkin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir nihayet tayin edilmişse de fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar. Mesela kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimâl etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helaline şehveti var, harama yoktur.
İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.
Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi cebânettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.
İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır.
Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinab eder.”
BANA ÖFKENİ SÖYLE, SANA KİM OLDUĞUNU SÖYLEYEYİM
Olumsuz duygularımızın tefrit mertebesi olan hiç kullanmamamız nasıl büyük bir sorunsa, ifrat mertebesi olan sınırsız ve kontrolsüz kullanımı da bir diğer büyük sorunumuzdur. Dengeli kullanmakta zorlandığımız, kolayca ifrata kaçtığımız duygularımızdan biri öfkedir. Öfkeden kudurur, hatta deliye döneriz. Öfkeden gözlerimiz kararır, tansiyonumuz fırlar. Öfkeden gözümüz hiçbir şeyi görmez. Bu öfke fırtınası geçtikten sonra geride bıraktıkları ise çoğu zaman pişmanlık, üzüntü, kırık ve kırgınlıklardır. Kırılmış nice kalpte, yaralanmış pek çok ruhta, azalmış pek çok sevgide, kopmuş çoğu ilişkide öfkenin parmak izlerini buluruz. Peki neden bir olay, söz, davranış birimizi öfkeden deliye döndürürken bir diğerimizi hiç etkilemez. Bazılarımız kolayca öfkesine kapılıp mağlup olurken bazılarımız nasıl öfkelerini yutabiliyor?
Duygularımız hayatta bizim için önemli olan, değer verdiğimiz şeyler için güçlü işaretlerdir. Sinir sistemimizin dünyadan haber vermesi, bizi uyarması ve uyandırması gibi, duygularımız da değerlerimiz ve kıymet verdiğimiz şeyler için aynısını yapar. Adalet sizin için çok önemliyse, bir haksızlık sizi öfkelendirecektir. İnsan onuru vazgeçilmeziniz ise, bu onuru çiğneyen, ayaklar altına alan herşey sizi sinirlendirecek ve kızdıracaktır. Sosyal adalet ve hakça paylaşım önem verdiğiniz bir konuysa, paranın ve kapitalin bir avuç zenginin arasında dolaşıp durduğu, faizle mutlu bir azınlık günde milyonlar kazanırken milyonlarca işçinin her gün sabahtan akşama çalışıp karnını zor doyurabildiği bir sistem ve işleyiş ancak öfkenizi ve düşmanlığınızı uyandıracaktır.
Ama eğer hayatınızın merkezinde şişkin egonuz varsa, bu kez sizi övmeyen, yeterince yüceltmeyen, koltuklarınızı kabartmayan her söz, davranış ve tavır sinirinizi bozacak, öfkenizi doğuracaktır. Hayatınızı çok, daha çok, daha da çok biriktirmek üzerine kurmuş bir cimriyseniz, bırakın zararı, kârınızı azaltan en ufak birşey sizi çileden çıkaracak, deliye döndürecektir. Kendinizi mükemmel ve kusursuz görüyorsanız, karşınızdaki insanın en ufak bir hata ve yanlışında sinirlenecek ve üstünü çizeceksiniz. Tam tersi, eğer insan olmanın ne demek olduğunu öğrenmişsek, hata ve yanlışlara daha müsamahalı, daha hoşgörülü ve affedici oluruz. Çünkü tüm kusur, eksik, hata ve yanlıştan müberra, yani Sübhan olan sadece Rabbimizdir. İnsan eksiktir, kusurludur ve hatadan hâlî değildir.
DOĞRU BİLİNEN YANLIŞ:
DUYGULARI YÖNETMEK
Gördüğümüz gibi duygularımızı hem dünya hem ahiretimiz için dengeli ve sağlıklı yaşayabilmemiz, hayatımızı üzerine kurduğumuz değerleri iyi belirlememize ve netleştirmemize bağlı. Her birimiz neyin canımızı sıkıp bizi öfkelendirdiği, sinirlendirdiği ve kızdırdığına bakarak hayatlarımızın merkezine koyduğumuz değer ve kıymetleri farkedebiliriz. Eğer çok öfkeli, sinirli, asabi biriysek işe başlayacağımız ilk nokta duygularımız değil, bu duygularımızı nelerin hareket geçirdiğidir. Yoksa duygularımızı yönetmeye ve kontrol etmeye çalışmak kazanmamızın mümkün olmadığı bir savaşı başlatmaya benzer. Duygu kontrolü, duygu yönetimi gibi çok popüler kişisel gelişim cümlelerinin aksine, yönetebileceğimiz şey duygularımız değil, değerlerimiz, davranışlarımız ve eylemlerimizdir. Aksi takdirde duygularımızı yönetmeye ve kontrol etmeye çalıştığımız her seferinde yaşayacağımız başarısızlık bizleri ümitsizliğe itmeye ve varolan durumun değiştirilmez olduğuna ikna etmeye başlayacaktır. Artık öfke küpü olmak kaderimiz gibi gelmeye başlar. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat isimli eserinde bu durumu çok güzel izah eder:
“İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, ‘Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme.’ Yani, ‘Fıtratını değiştir’ gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, ‘Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz;’ hem nasihat tesir eder hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”
Bu uyarının dikkat çektiği gibi, insanın yaratılışında bulunan fıtrî duygularla savaşan yenilir, başarısız olur, çünkü imkânsızı istemiştir. Muhali, imkânsızı istemek ise yine Said Nursi’nin ifadesiyle kendine fenalık etmektir. Nasihat eden deyince aklınıza sadece kürsüde, sosyal medyada ya da televizyon ekranında hakka ve hayra kavl-i leyyinle çağırmaktan ziyade bağırıp duran hocalar ve vaizler gelmesin. İnsana en fazla nasihat eden, yine kendisidir. Kaç defa kendimize “Öfkelenip sinirlenme, sakinliği koru, acele etme, sabırsız olma, stres yapma, heyecanlanma, kin gütme, nefret etme” şeklinde tavsiyede bulunmuşuzdur. En birinci tavsiyecimiz ve nasihat edicimiz kendi zihnimizdir. Duygularımıza yönelik böylesi tavsiyelerimizin işe yaramadığını da hepimiz tecrübe etmişizdir. Zira imkânsızı istemekte, mümkün olmayanı talep etmekteyiz. Kontrol etmeye ve yönetmeye çalışmamız gereken duygularımız değil, davranışlarımızdır. Duygular ortaya çıkmadan önce ise, neyin bizim için değerli, önemli ve olmazsa olmazımız olup nelerin kıymetsiz ve geçici olduğunun ayrımını yapabilmektir. Çünkü duygularımız değerlerimizi takip edip onlara işaret eder.
ÖNCELİKLER SIRALAMASI
Hz. Peygamber (a.s.m.) bir hadisinde “İnsanoğlu farklı farklı mertebelerde yaratılmıştır. Kimisi geç öfkelenir, çabuk yatışır. Kimisi çabuk öfkelenir, çabuk yatışır. Bazısı çabuk öfkelenir, zor teskin edilir, ki en şerlileri bunlardır. En hayırlıları ise geç öfkelenip çabuk yatışanlardır” buyurur. Bu hadisin de işaretlediği üzere, hepimiz hayatın bize getirdiklerine bir filtreden ve süzgeçten bakarız. Etrafımızda olan her sesin, görüntünün, kokunun, dokunuşun farkında olmayız. Eğer farkında olsaydık hayat bizim için çekilmez ve yaşanmaz olurdu. Giydiğiniz elbisenin size temasının her an farkında olduğunuzu, damarlarınızda dolaşan kanın akış sesini ya da yerde yürüyen karıncanın ayak sesini her saniye duyduğunuzu, ışığın her dalga boyunu görüp farkettiğinizi düşünün; hayat nasıl zor ve yaşanmaz olurdu. Ama böyle olmaz. Herşey bir süzgeç ve filtreden geçirilir. Önemlileri farkedilir, diğerleri bilinçli farkındalık alanımızın dışına atılır. Öfke sözkonusu olduğunda da durum aynıdır. Eğer süzgecimizin delikleri çok geniş, filtremiz çok geçirgense, kendimizi öfkeye kaptırmak çok kolay olacaktır. En ufak bir hata, eksik, kusur, bir beklentinin karşılanmaması ya da hizmetin aksaması durumu, basılan bir korna, söylenen bir söz, geç kalınan bir buluşma öfkemizi tutuşturacaktır.
İnsan herşeye aynı derecede önem ve kıymet veremez. Çünkü eli kısa, iktidarı ve iradesi sınırlı, sabrı az, gücü kısıtlıdır. Herşeye hassas, her olana duyarlı olduğumuzda, bu ruhsal, psikolojik ve biyolojik olarak taşıyamayacağımız bir yük olur. Bu yüzden öncelikler sıralaması yapmak, bizim için önemli ve değerli olanları sıraya koymak zorundayız. Resulullah’ın hayatına ve sünnetine baktığımızda, onun da nadiren olmakla birlikte öfkelendiğini, ama öfkesinin her zaman din ve hak namına olduğunu, nefsi ve dünya için olmadığını görebiliriz. Onun öfkesi hakkın sınırlarının belirlenmesi, netleştirilmesi, gerektiğinde altının kalın şekilde çizilmesi ve hakkın yerine getirilmesi için olmuştur. Öfkesi duruma özgü, anlık ve geçici olmuş; kişiliğinin bir parçası olmamıştır.
Bir örneğini Asr-ı Saadette bir grup erkek sahabenin Peygamber Efendimizin eşlerine gelerek onun ibadetini sorup öğrendiklerinde, bunu kendileri için yeterli görmeyip verdikleri kararla ilgili olarak görürüz. İçlerinden biri “Ben artık hayatım boyunca bütün gece boyunca namaz kılacağım,” bir diğeri “Ben de hayatım boyu her gün oruç tutacağım, hiç bırakmayacağım,” üçüncüsü ise “Ben de hayatım boyu kadınlardan uzak kalıp asla evlenmeyeceğim” der. Sahabenin bildirdiğine göre, Resulullah bu durumdan haberdar olduğunda o zamana kadar görmedikleri kadar öfkelenmiş ve “Allah’a hamd olsun, Allah’tan en çok korkanınız ve yasaklarından en ziyade kaçınanınız benim.
Fakat buna rağmen bazen oruç tutar, bazen yerim; namaz kılarım, uyurum da; kadınlarla beraber de olurum. Kim benim sünnetimi beğenmezse, benden değildir” buyurmuştur. Resulullah aleyhissalâtu vesselamı bu kadar öfkelendirip hiddete getiren sebeplerden biri, bu sahabilerin söylediklerinin fıtrata uygun olmaması, onun ise fıtrî olandan ayrılan böylesi bir yolun zarar ve mahzurlarına engel olup önlem almak istemesi olsa gerektir. Çünkü fıtrî meyelan engellenemez ve engellemeye çalıştığımızda büyük sorunlar başgösterir. Araştırmaların ve ‘beyaz ayı baskılama’ deneylerinin tekrar tekrar gösterdiği üzere, istenmeyen, uzaklaştırılmak istenen bir düşünce ve dürtüyü bilinçli olarak ne kadar ısrarla ve zorla bastırmak istersek, o derece daha güçlü ve ısrarlı şekilde geri gelecektir. Bastırılan, daima geri döner. Öfke hayatımızı ve değerlerimizi korumak için gerekli olan fıtrî, insanî ve önemli bir duygumuzdur. İhtiyacımız, yapamayacağımız halde onu yok etmeye, bastırmaya çalışmak değil; bu duyguyu gerektiğinde hayır, iyilik, güzellik ve adalet için kullanmak, ulvî değerler yoluna yönlendirmektir.
ATSAN ATILMAZ, SATSAN SATILMAZ:
ÖFKEYİ NE YAPMALI, ÖFKEYLE NE YAPMALI?
Âl-i İmran suresi 134. âyetinde Rabbimiz “O müttakiler ki, bollukta ve darlıkta infak edenler, kızdıklarında öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir. Allah muhsinleri sever” buyurur. Âyet, onlar için, öfkelenmezler, öfkeleri yokmuş gibi davranırlar, bastırırlar, yok etmeye çalışırlar demez. Öfkeden dolayı ağızlarına ne gelirse söylerler, yakarlar, yıkarlar, sınır tanımazlar da demez. Âyette öfkeyi bastırmak ya da öfkeden patlamak değil, üçüncü bir yol olarak öfkeyi yutmak, yutkunmak tavsiye edilir. Öfkenin varlığı inkâr edilmez, farkında olunur; ama bizi yoldan çıkarmasına, haddi aşmamıza, saldırgan ve yıkıcı davranışlara itmesine müsaade edilmez.
Bu ise hem ciddi bir tevhid tefekkürü, hem de ciddi bir nefis terbiyesi gerektirir.
Tevhid tefekkürü gerektirir; çünkü dünyadaki bir yaprak bile O’nun izni ve iradesi olmadan düşemezken başımıza gelen hadisatın, bizi öfkelendirip sinirlendiren olayların, kişilerin, sözlerin O’nun izin, irade ve takdiri olmadan meydana gelmesi mümkün değildir. Herşeyi kontrol altında tutabilmek, herşeyden haberdar olup önlem alabilmek, geleceğin ne getireceğini görebilmek, sonuçları takdir edebilmek ancak rububiyetin şe’ni ve gereğidi—insanın değil. İnsan âcizdir; nazarı kısa, bakışı dar, tedbiri sınırlıdır. Elinden geleni yaptıktan sonra takdire rıza göstermek ise mü’minin en önemli meziyetlerindendir.
Nefis terbiyesi gerektirir; çünkü Rabbimizin kitabında bildirdiği üzere, insan acelecidir, sabırsızdır, cidâle ve tartışmaya düşkündür; unutkan, çabuk umutsuzluğa kapılan, mala ve câha tutkulu, cimrilik edebilen, yaptığı iyiliği başa kakabilen, kibirlenmeye ve böbürlenmeye meyyal, küçük dağları ben yarattım havasında yürüyüp burnu havada olabilen, sesini sevimsiz eşek sesi gibi yükseltebilen bir varlıktır. Nefsi bunun gibi nice kusur ile âlûde olan insanın öfkesinde bu özelliklerin mutlaka bir etkisi ve katkısı olacaktır. Bu yüzden Said Nursi Uhuvvet Risalesi’nde şöyle analitik bir bakış ve değerlendirme önerir:
“Halbuki, mü’min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Sâniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Sâlisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umûr-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.”
Bu satırlarda hepimizin her an kapılabileceği anlık bir hırs, kin ve düşmanlık değil, şedit bir hırs, daimi bir kin ve mütemadi bir düşmanlık yerilmekte, bunun zararından ve zulmünden bahsedilmektedir. Yoksa insanlık hali olarak hepimiz bu tür duyguları hissedebilir ve zaman zaman etkilerine kapılabiliriz. Ama bunu daimî ve sürekli bir hale getirip devam ettirmek ve davranışlarımızı etkilemesine, daha ötesi yaşantımızı yönetmesine izin vermek zulüm ve kötülüğün başladığı noktadır.
Bu durum artık salt bir davranış sorunu değil, kişilik bozukluğunun bir göstergesi olacaktır. Mizaçları bozulmuş böyle kişiler için olanlar, yaşanılanlar varolan öfkelerinin sadece gerekçesi olur. Zaten öfkelidirler veyahut öfkelenmek için bahane ararlar. Öfkeden beslenirler, öfkeyle yaşar ve onunla varolmaya çalışırlar. Sorun bu kişilerin kendi geçmişlerinde, kendi içlerinde ve kendi kişiliklerindedir. Daha derinlemesine bir çalışmayı ve içe bakışı gerektirir. Sürekli öfke durumu bu kişileri kendi yalnızlıkları, boşlukları ve eksikliklerini farketmekten koruyucu; kendi gerçekleri ile karşılaşma, yüzleşme ve hesaplaşmanın gerilim, stres ve zorluğundan koruyucu bir işlev görür.
Bütün bunlarla beraber insan davranışlarını tek bir nedenle açıklamaya çalışmak indirgeyici ve eksik bir yaklaşımdır. Öfkelenip öfkelenmeyeceğimize ve öfkelendikten sonra neler olacağına etki eden birçok faktör vardır. İnsanlara, hayata bakışımızdan, inancımıza, ekonomik durumumuzdan tutun da o anda aç olup olmadığımıza, yeteri kadar uyuyup uyuyamadığımıza, elimizdeki teslim tarihi gelmiş işi bitirip bitiremediğimize, sabah eşimizle veya çocuğumuzla tartışıp tartışmadığımıza, talep ettiğimiz zammı o gün patronun kabul edip etmediğine kadar birçok sebep etki eder. Bir damla su bardağı doldurmaz, ama bir damla su bardağı taşırabilir derler. Birikim ve yığılmaya neden olabilecek bu sebepleri serinkanlı şekilde değerlendirip elimizde olan, yapabileceğimiz ve çözebileceğimiz şeylerden başlamak iyi bir başlangıç noktası olabilir. Bununla ilgili çok sayıda faydalı ve pratik öneriye her yerden kolayca ulaşabilirsiniz.
İNSANLAR İKİYE AYRILIR:
İNSANLARI İKİYE AYIRANLAR VE AYIRMAYANLAR
Öfkeden sonra bizi bekleyen tehlikeli duraklar düşmanlık, kin, nefret ve en sonunda şiddettir. İnsanın uygun ortam ve zeminde kolayca ayrımcılık, kin, nefret, düşmanlık ve şiddete kayabildiğini gösteren bol miktarda tarihî tecrübeye sahibiz. Bugün yapılan birçok çalışmadan biliyoruz ki, bebeklikten itibaren bizden olana daha empatik, toleranslı, anlayışlı ve torpilli; bizden olmayanlara bir diğer ifadeyle yabancılara daha hoşgörüsüz, tahammülsüz ve katıyız. Robert Benchley’e atfedilen “Dünyada iki tür insan vardır: dünyayı iki tür insana ayıranlar ve ayırmayanlar” diye bir söz vardır. İkiye ayırıp, ayrımcılık yapanlar çoğunluğu oluşturmakta. Ayırmak, bölmek çok kolay. Sadece göz renginiz bile bunun için yeterli olabilir.
1960’lı yıllarda Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra bir ilkokul öğretmeni olan Jane Elliot bir deney yapar. Öğretmeni olduğu üçüncü sınıf öğrencilerini kahverengi gözlüler ve mavi gözlüler olarak ikiye ayırır. Önce mavi gözlü öğrencilere bazı ayrıcalıklar tanır. Onlar daha fazla öğle yemeği yiyebilir, daha uzun teneffüs yapabilir, yemeğe daha erken çıkabilirler. “Çünkü” der, “mavi gözlü insanlar kahverengi insanlardan daha akıllı, daha zeki ve daha üstündürler.” Dahası kahverengi gözlü çocuklar, daha ‘zeki’ mavi gözlü çocuklardan daha kolay ayırt edilebilsinler diye yakalarına bu ayrımı gösteren bir simge takacaklar ve sınıfın en arka sıralarına oturacaklardır. Ayrıca Elliot mavi gözlülerin daha akıllı, üstün ve başarılı; kahverengi gözlü öğrencilerin ise daha başarısız, tembel ve unutkan olduklarını sürekli söylemeyi ihmal etmez. Dakikalar içinde mavi gözlü öğrencilerin kahverengi gözlü öğrencilere davranışı ve bakışı değişir. Artık onlarla beraber oynamazlar, onlara küçümseyici gözlerle bakarlar ve aşağılayıcı sıfatlar takmaya başlarlar. En ufak hatalarında ya da kurallara uymadıklarında kahverengi gözlü öğrencileri cezalandırmak için çok istekli ve hevesli olurlar.
Deneyin ikinci gününde sınıfa gelen Elliot önceki gün bir yanlışlık yaptığını durumun ve gerçeğin tam tersi olduğunu söyler. Aslında kahverengi gözlü öğrencilerin daha akıllı, başarılı ve üstün, mavi gözlülerin ise tam tersi olduğunu sınıfa açıklar. Ve kahverengi gözlü öğrencilerin taktığı simgeler yer değiştirir. Bu sefer yine dakikalar içinde kahverengi gözlü öğrenciler mavi gözlü öğrencileri küçümsemeye, aşağılamaya, dışlamaya, ayrımcılık yapmaya ve düşmanlık göstermeye başlarlar. Bu deney 9 yaşlarında ilkokul üçüncü sınıf öğrencilerinin bile bir otorite tarafından göz rengi gibi çok yapay bir ayrım üzerinden ayrıştırılabileceğini göstermektedir.
İnsanları ikiye ayırmak istediğimizde ayıracak sebepler bulmakta zorlanmayız. Göz rengimiz, ten rengimiz, saç şeklimiz, doğduğumuz mahalle, şehir ya da ülke, konuştuğumuz dil, bazen dilimizin lehçesi, inandığımız din, giydiğimiz elbise bile bunun için yeterli olabilir. Makbul addedilene benzemediğimizde, farklı göründüğümüzde bu çeşitlilik ayırmak isteyenlerin gözünde güzelliğin ve zenginliğin bir veçhesi değil, düşmanlığın bir nedeni olur. Ama bu nedenler bahaneden öte değildir. Sebepleri görülmüş de sonra insanlar ikiye ayrılmış değildir. Kişi önce zihninde, kalbinde insanları ikiye bölmüştür. Bizim gibi olan, bizden olan, biz ile bize benzemeyen, bizden olmayan onlar, yabancılar. Çünkü kendisiyle ilgili eksiklikler, yetersizlikler, çözülmemiş ya da çözülememiş meseleler varken yabancı tekinsiz algılanır, önyargılarla yaklaşılır. Kendisi ile ilgili şüpheler, endişeler, korkular, kusurlar karşısındaki yabancıya yansıtılır. Yabancıdır, zira kendisine benzememektedir.
ZOR VE BÜYÜK SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ:
TEMAS
Peki düşmanlıklar, birbirine önyargı ve ayrımcılıkla bakanlar, çatışanlar ve savaşanlar nasıl biraraya getirilebilir?
Psikolog Gordon Allport bilimsel hayatını bu soru(n)ların çözümüne adamış ve iki soruya cevap aramıştır:
(1) Önyargının kaynağı nedir?
(2) Önyargıları nasıl önleyebiliriz?
Yıllar süren araştırma ve çalışmalarının sonucunda bu soruların cevabını çok kısa ve sade bir kelimede bulmuştur: ‘temas.’
Temas olmadığında, biraraya gelinemediğinde önyargılar yeşermeye, düşmanlıklar büyümeye, nefret ve ırkçılık ortaya çıkmaya başlıyor. Temas etmediğimizde, temassız kaldığımızda birbirimizi tanıyamıyoruz. Tanımadığımızda ise diğerleri hakkında çok kolay önyargı ve olumsuz genellemelerde bulunuyoruz. Bu yüzden çözüm temasta, biraraya gelmekte, konuşmak, tanışmak ve tanış olmakta.
Fakat Gordon Allport’un bu ‘temas kuramı’ biyoloji ve nöroendokrinoloji profesörü Robert Sapolsky’nin çok incelikli olarak tespit ettiği ve açıkladığı gibi, “biz ve onları biraraya getirin, düşmanlıklar yok olur, benzerlikler farklılıklardan daha çok önem kazanır ve herkes biz olur” demek değildir. Buradaki temas, doğru versiyonuyla, herkesin eşit ve sınırları belli muameleye maruz kaldığı, uzun süreli ve tarafsız, her iki tarafın önem verdiği yüksek bir amaç uğruna birlikte çalıştığı ve iyiniyetli ortamlarda sürdürüldüğünde işe yarayan bir temas şeklidir. Yani birinin diğerine üstünlük taslamadığı, diğerine üvey evlat muamelesi yapmadığı, eşit göz hizasından ve aynı yükseklikte ses tonundan konuştuğu bir ortamda olan temaslar işe yarıyor, önyargı ve düşmanlıkları azaltıp barış ve huzur ihtimalini arttırıyor. Aksi takdirde sadece biz ve onları yanyana getirip, temas ettirip, temasın tarzını ve ortamın şartlarını ise gözönüne almadığımızda sorunları daha da büyütüp işleri daha da kötüleştirebiliriz.
Bu Martin Buber’in insan ilişki ve iletişimlerini iki moda ayırdığı Ben ve Sen (I and Thou) ile Ben-O (I-It) modlarıdır. Ben ve Sen ilişkisinde iki taraf da iletişimin öznesidir. Ben-Sen modunda, bu ‘sen’ler farklı olsalar bile ‘ben’im gibi duygulara, düşüncelere, arzulara, istek ve amaçlara sahip; kendi iradesi olan bir özne olarak görülür. Ben-O iletişiminde ise bir özne-özne ilişkisi yoktur. Sadece şeylerle, şeylermişçesine ilişki kurulduğu, karşı tarafın nesneleştirildiği, ona nesne muamelesi yapıldığı bir durum mevcuttur. Bir insanın öznelliğinin, biricikliğinin, duygu ve düşüncelerinin yok sayıldığı, insanlıktan çıkarılıp bir nesne ve eşyaya dönüştürüldüğü bu durum ise bir insana yapabileceğiniz en büyük kötülüklerden birisidir.
İNSAN ONURUNU KORUMAK
Dehumanization diye kavramlaştırılan bu gayriinsanîleştirme, yani insan-dışılaştırma tarih boyunca yapılan birçok şiddet, vahşet ve zulmün bahanesi olmuştur. Düşman kabul edilen öteki insanî özelliklerden soyutlanarak, yapılan kötülük ve zalimlik meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Kimisi zekasının kıtlığı, bir başkası aşağı ırkın mensubu olması, bir diğeri derisinin rengi, öbürü fiziksel engeli, beriki temizlik eksikliği ve kabalığı üzerinden insanlık sınıfından çıkarılarak ya hayvanlaştırılır ya da hissiz, duygusuz ve duyarsız bir nesneye dönüştürülür. Artık hayvan ya da nesne sınıfından gördüğünüz bir gruba her türlü insanlık dışı muameleyi yapmak daha kolay olacaktır. Ne de olsa karşınızda artık bir ‘insan’ yoktur. Bu nedenle tarih sayfaları düşmanların bir hayvan, hastalık, böcek ya da mikroba benzetilmeleriyle doludur.
Bazan karşı taraf hakkında bir yorum cümlesi bile bunun için yeterli olabiliyor. Robert Sapolsky’nin Davranış kitabında klasik Milgram deneyi tarzı bir çalışmadan bahseder. Milgram deneyleri otoritenin emri altında sıradan, normal insanların nasıl zalimce eylemler yapabileceklerini anlamaya çalışan, psikoloji tarihinin en meşhur ve popüler deneylerinden biridir. Sapolsky’nin aktardığı Milgram deneyine benzer bu çalışmada araştırmacılar ‘kazara’ öğrenci hakkındaki fikirlerinin öğretmen tarafından duyulmasını sağlarlar. “İyi çocuğa benziyor.” “Bu herif hayvandan beter.” Sizce hangi öğrenciye daha çok şok verilmiştir? Sapolsky, “Otoriteler iyi çocuk olarak etiketledikleri kişilere şok vermemizi nadiren isterler” der ve devam eder: “İkinci kategorizasyonun daha fazla uyum yaratmasının altında, otoritelere ya da gruba anlatı yaratma gücünü kendi ellerimizle vermemiz yatıyor. Direnişi [biz buna kötülük, zulüm, kin, nefret ve düşmanlığa direnişin de diyebiliriz] en bereketli kaynaklarından biri, anlatıyı ele geçirmektir.” Sapolky, “Kurbanların direnişe doğru attıkları en önemli adım kendilerini tanımlama gücünü kazanmaktır” diye de eklemektedir.
TEMASIN ÖNEMLİ BİR ARACI OLARAK TİCARET VE SEYAHAT
Psikolog Steven Pinker Doğamızın İyilik Melekleri kitabında şiddetin insanlık tarihindeki seyrini anlatırken şiddeti azaltan önemli sebeplerden birinin ticaretin yaygınlaşması olduğunu söyler. Temas kuramıyla birlikte düşünüldüğünde, akla çok yatkın bir sebep. Ticaret demek temas demek. Ticaret karşılıklı konuşmayı, tanışmayı, iletişimi; iki taraf için de en kârlı alışverişe ulaşmak için birbirinin gözüne ve birbirinin gözünden bakmayı gerektirir. İslam tarihinin ilk yüzyıllarında müslümanlığın yayılmasında dünyanın farklı coğrafyalarına giden Müslüman tüccarların büyük etkisinin olduğu görülür.
Ticaret sayesinde gittikleri yerin halkıyla temas etmişler, tanışmışlar, İslam’ın ahlaki güzelliğini ve kâmil insanlığını gösterme imkânına kavuşmuşlardır. Ticaretin sağladığı bu temas, tanışma, kendinden başka insanların ve dünyaların varlığından haberdar olma imkânı, otoriterleşen ve diktatörleşmeye giden yönetimlerin serbest ve kurallı ticaretten neden hoşlanmadıklarını, neden içe kapanmacı politikalara yöneldiklerini, dünyayla ticari olarak mümkün olduğunca az ve sınırlı ilişkiye girme eğilimlerini, kendi gibi otoriter ve diktatör ülkelerle ticaret yapma arzularını, ticareti sınırlama isteklerini ve varolan ticareti de şeffaf, ulaşılabilir, hesap sorulabilir kurumlar ve kurallar aracılığıyla değil de daha kapalı, şeffaf olmayan, bilgilere ulaşımın zor olduğu bir tarzda ve kapı arkası müdahalelere imkân verecek şekilde yapma heveslerini açıklamaktadır.
Ticaretin önemli bir parçasını oluşturan seyahat, temasın önemli bir vesilesidir. Seyahat etmek yeni yerler, kültürler, insanlar görmek demektir. Dünyayı kendinden ve kendi kabuğundan ibaret sanmamaktır. Eğer bir turist gibi seyirci olarak değil de bir seyyah gibi oyunun ve sahnenin bir parçası olarak gezer, seyahat ederseniz önyargı ve düşmanlığınız azalır; hoşgörü ve dostluğunuz artar. Tevbe sûresinin 112. âyetinde övgüyle bahsedilen ve müjdelenen sınıflardan birinin seyyah edenler olmasının bir hikmeti de yolculuğun bu güzel tarafıdır. Seyahatin bu faydaları Mark Twain’e “Seyahat önyargı, hoşgörüsüzlük ve dar kafalılık için ölümcüldür” satırlarını yazdırmıştır.
Rutger Bregman Çoğu İnsan İyidir başlıklı kitabında temasın pozitif etkilerinin birçok örneğini aktarır. Mesela siyahlardan nefret eden beyazların oranının, İkinci Dünya Savaşında birlikte savaşanlar arasında tam dokuz kat daha düşük olduğu saptanmıştır. Bir diğer örnek de, 1938 yılında siyah Amerikalıların denizciler sendikasına kaydolmaları başlangıçta beyazlardan çok fazla tepki alsa da, yanyana çalışmaya başladıklarında bu tepkilerin sönüp gitmesidir. Çalışmalara göre, karma arkadaş grubu olanların yabancılara karşı daha hoşgörülü oldukları bulunmuştur. Başka bir çalışmaya göre, işyerinde Müslümanlarla teması olan kişilerin daha az İslamofobik olduğu görülmüştür.
Bunlar bize otoriter ulus devletlerin, otokrat ve diktatör yöneticilerin neden farklı ırktan, etnik kökenden, dinden insanların birarada ve birlikte yaşamalarından rahatsız oldukları ve neden mübadele, sürgün, tehcir ve hatta soykırım yoluyla ülkelerini homojenleştirmeye çalıştıkları hakkında fikir verir. Temas çatışmayı azaltır, gerilimi düşürür, sıkılan yumrukları gevşetir. Savaşın en karanlık anlarında bile ötekine, karşımızdakine uzanan ve dokunan bir temas havayı kıştan yaza, güzden bahara çevirebilir. Stalingrad savaşı sırasında kemancı Mikhail Goldstein Rus askerlere moral vermek amaçlı tek kişilik bir konser vermek üzere sipere gider.
İcra ettiği melodiler hoparlörler yolu ile Alman siperlerine kadar ulaşır ve ateş birdenbire kesilir. O acayip sessizlikte Goldstein’ın yayından müzik akmaktadır. Goldstein konseri bitirdiğinde Rus askerlerinin üzerine derin bir sessizlik çökmüştür. Büyüyü Alman bölgesindeki bir başka hoparlörlerden gelen ses bozar. Kırık dökük bir Rusça’yla şu rica duyulur: “Biraz daha Bach çalın, ateş etmeyeceğiz!”
Elbette tersi de olabiliyor. Yine Bergman’ın kitabına göre, Trump’a en fazla destek verenler Meksika’ya en uzak yerlerde yaşayanlar ve Müslümanlarla en az temasta bulunanlardır. Irkçı yaklaşımı, Meksika sınırına duvar örme planı ve Müslümanlara yönelik İslamofobik tutumu olan bir siyasetçinin en büyük destekçilerinin Meksika’ya ve Müslümanlara en uzak ve en az teması olanlar arasından çıkması şaşırtıcı değil. Bir diğer örnek İngiltere’nin AB’den ayrılma (Brexit) referandumunda görülmüştür. Yaşanan çevredeki kültürel çeşitlilik ne kadar az ise, Brexit’e o kadar çok yüksek destek çıkmıştır. Mesafe, uzaklık ve temassızlık kötülüğün ve düşmanlığın; yakınlık, temas ve ilişki ise iyiliğin ve dostluğun arkadaşı, hatta ortağı olarak gözükmektedir.
KIRIK PENCERELER TEORİSİ
Nasıl yangına giden yol bir kıvılcımla başlıyorsa, kötülük ve düşmanlığa giden yol da küçük adımlarla başlar. Bunun bir delili, 1982 yılında James Wilson ve George Kelling isimli iki suç bilimci The Atlantic dergisindeki makaleleriyle ortaya koydukları ‘kırık pencere’ teorisidir. Gerisini Malcolm Gladwell’in Kıvılcım Anı kitabından öğrenelim: Wilson ve Kelling’e göre, suç düzensizliğin kaçınılmaz sonucudur. Eğer bir pencere kırıksa ve onarılmadan bırakılırsa, oradan geçen insanlar hiç kimsenin umursamadığını ve oranın bir sorumlusunun olmadığını düşünürler. Kısa bir süre içinde daha fazla pencere kırılır ve anarşi algısı binadan o binanın çıktığı caddeye doğru yayılır ve “olur böyle şeyler, normaldir” mesajını verir.
Bu, bulaşıcı suç kuramıdır. Suçun tıpkı bir moda akımı gibi bulaşıcı olduğunu, kırık bir pencereyle başlayıp topluma yayılabileceğini ifade eder. Devamında Gladwell küçük, görünüşte önemsiz ‘yaşam kalitesi’ suçlarının şiddet içeren suçlar için kıvılcım anları oluşturduğunu söyler ve şunu belirtir: Temiz bir caddede ya da temiz bir metroda daha iyi bir insan olmak, çöp ve duvar yazılarıyla kirletilmiş bir cadde ya da metroda daha iyi bir insan olmaktan daha olasıdır.
Bu da bizi insan davranışlarını sadece insanların kendi seçimlerine, tercihlerine, vicdanlarına bırakamayacağımıza, hukuk ve adaletin de devreye girmesi gerektiğine götürür. Meşru şiddet tekelini eline verdiğimiz devlet, bu şiddet tekelinin amacına uygun kullanılmasını sağlayacak hukuk ve adaleti işletmekten sorumlu ve görevlidir. Zor gücü adilce kullanılmadığında insan kendi adaletini kendi sağlamak isteyecek, kaos ve çatışma büyüyecektir. Küçük sineklerin takıldığı, büyük sineklerin ise delip geçtiği bir hukuk işleyişi öfkeleri kabartacak, düşmanlıkları çoğaltacak, şiddeti meşrulaştıracak ve yasadışı yollara sapmayı arttıracaktır.
Küçük bir nefret suçuna müsamaha ile baktığınızda nefret tufanının önünü açmış olursunuz. Küçük bir pencereyi kıran ırkçı, ayrımcı, yalancı söylemlere geçit verdiğinizde tüm binayı işgal edecek bir yağmalamanın önünü açar, kötüleri cesaretlendirmiş olursunuz. Masumları korkutup suçluları cesaretlendiren adalet işleyişi kötü bir işleyiş, buna hizmet eden hukuk ise kötü bir hukuktur. Gücü ve iktidarı kullanma yetkisi olanların önleyici ve engelleyici müdahaleler yapma sorumluluk ve görevleri vardır. Kırık bir pencereyi tamir etmeyen ve bunu yapana bedelini ödetmeyen bir sistem daha büyük suçların ve kötülüklerin suç ortağı, teşvikçisi ve destekçisi olmuş olacaktır.
ŞİDDETİN NEDENLERİ
Doğamızın İyilik Melekleri kitabında Pinker insanların neden şiddete başvurma sebeplerini Baumeister’ın dört parçalı şemasını temel alarak beş kategori altında toplar. Birinci şiddet kategorisini pratik, araçsal, istismarcı ya da yırtıcı şiddet olarak nitelendirir. Bu, şiddetin en basit türüdür: belli bir hedefe, isteğe ulaşmak için açgözlülük, şehvet veya hırs gibi duygularla güç kullanmak. İkinci şiddet kategorisinin kökeninde hakimiyet, yani rakiplere üstün gelme dürtüsü vardır—özellikle erkeklerin ve grupların birbirleriyle rekabetinde sık gördüğümüz bir dürtü. Şiddetin üçüncü kategorisinde intikam, yani verilen zararı fazlasıyla, hiç olmazsa misliyle karşı tarafa ödetme dürtüsü yer alır. Dördüncü şiddet kategorisinin kökeninde sadizm, yani acı vermekten zevk almak bulunur. Bunun farklı bir versiyonu tüm fanatikliklerde görülür. Düşman gördüğünüz, nefret ettiğiniz ötekinin (bu belli bir insan, ırk, grup, takım ya da ülke olabilir) yenilgisinden, acısından zevk alma. Buna schandenfreude, yani ‘başkasının acısından zevk alma’ denir. Pinker şiddetin beşinci ve en büyük zararları doğuran kökeninin ise ideoloji olduğunu söyler. İdeolojilerin bağlıları bir inanç kurgular ve o inanç uğruna her türlü şiddeti meşru görürler. İdeolojiler çağı olan yirminci yüzyılda ideoloji ve izmlerin sebep olduğu şiddet, ölüm ve yıkımların izini bugün bile görmemiz mümkündür.
Hakimiyet kurmak ve hakimiyetini sürdürmek için kimlerin şiddete başvurma ihtimali yüksek diye düşündüğümüzde aklımıza ilk olarak psikopat ve narsist kişilikler gelir. Sık duyduğumuz bir diğer açıklama, özsaygı eksikliğinin şiddete sebep olduğudur. Oysa Roy Baumeister bunun çarpıcı, gülünç ve acınası ölçüde yanlış bir teori olduğunu ortaya koymuştur. Onun yaptığı çalışmalarla gösterdiği üzere, gerçek tam tersidir. Baumeister, şiddetin bir özsaygı eksikliği sorunu değil, aşırı özsaygı, özellikle de hak edilmemiş bir özsaygı sorunu olduğunu göstermiştir. Bu bulgu psikopat ve narsist kişiliklerin özellikleri ile de uyumludur.
Başarı ve övgü onlar için çalışarak, ter dökerek, hak ederek elde ettikleri birşey değil, tam tersine kendileri, varlıkları sebebiyle doğuştan hak ettiklerini düşündükleri şeylerdir. Hak edilmemiş ve gerçekçi olmayan bu aşırı özsaygılarını gerçeklerle yüzleştiren kişilerle yüzyüze geldiklerinde öfke ve şiddete meyyal olurlar. Öfkelenir ve bunu kendilerine karşı yapılmış bir saldırı gibi algılarlar. Narsisizm özünü oluşturan büyüklenme, beğenilme ihtiyacı ve empati yapamama üçlüsü diğer insanlarla iletişimi bir ilişkiden ziyade tek taraflı bir beslenmenin olduğu asalaklığa dönüştürür. Vermeden hep alacaktır. Verdiği zamanlar ise verdiklerini daha sonra kat kat fazlasıyla talep etmek içindir. Narsistin diyalogu olmaz, hep monolog icra eder. Hiç dinlemez, hep dinlenilmek ister. Bu özelliklerin aklınıza birçok diktatörün ismini çağrıştırmış olması muhtemeldir. Çünkü özellikler çoğu zaman onlara cuk diye oturuyor ve maalesef ellerindeki güç ve iktidar şahıslarına ve iktidarlarına itiraz eden, eleştiren kişi ve kitlelere karşı kolaylıkla şiddete dönüşebiliyor.
EMPATİ EKSİKLİĞİ:
DİKKAT, ŞİDDET ÇIKABİLİR!
Şiddetin ve öfkenin önemli sebeplerinden bir diğeri empati eksikliğidir. Kötülüğün Anatomisi kitabında Simon Baron-Cohen empatiyle kötülük ve zalimliğin ilişkisini ve kökenlerini araştırır. Empatinin bilişsel (farkına varma) ve duygusal (karşılık verme) empati olmak üzere iki temel bileşeni olduğunu belirtir. Empati sahibi olmamak anlamına gelen empatinin sıfır derecesini, pozitif ve negatif sıfır derecesi olarak iki gruba ayırır. Empatinin sıfır-pozitif noktasını otizm spektrum bozukluğu olan bireyler oluşturur. Sıfır-pozitif denmesi bu kişilerin diğerlerine bile isteye zarar verme, şiddet gösterme niyetlerinin olmaması, beyinlerindeki empati sorunlarının aynı zamanda onlara mükemmel bir hafızayı da beraberinde getirmiş olması ve beyinlerinin çalışma tarzının onları ahlaksız değil tam tersi süper ahlaklı, daha doğru ifadeyle katı ahlaklı olmalarına neden olmasından dolayıdır.
Empatinin sıfır-negatif grubunu ise borderline, psikopat ve narsist bireyler oluşturur. Cohen bunları sıfır negatif olarak gruplamasının nedenini haklarında pozitif olarak söylenecek birşey olmaması olarak açıklar. Bunun hem bu durumdan muzdarip olanlar hem de onların çevresindekiler için gerçekten de kötü bir durum olduğunu belirtir. Bu kişilik tiplerini tanımak ilişkilerde yaşanacak olası olumsuz sonuçlardan korunmak ve kendini kollamak için çok önemlidir. Bu özellikteki kişiler çok becerikli manipülatördürler. İyiniyeti hiç hissettirmeden ustalıkla sömürür ve kullanırlar.
Kendi ihtiyaç ve istekleri dışında birşey ilgilerini çekmez. Güneş sisteminin merkezinde kendilerinin olduğunu düşünürler ve diğerlerini onların hizmetlerini görmek, maddi manevi ihtiyaçlarını karşılamak ve tatmin etmek için etrafta dönen gezegenler olarak görürler. Gerektiğinde öfke ve şiddete başvurmaktan çekinmezler. Bu kişileri kurtarma kahramanlığına giriştiğinizde zamanla tükendiğinizi, istismar edildiğinizi farkedersiniz. En uygun yol bu kişileri profesyonel destek almaya yönlendirmek ve terapi görmelerine yardım etmektir. (Bu tanıların psikiyatrik birer bozukluk olduğunu, sadece uzmanları tarafından konulabileceğini; birilerine hakaret etmek, damgalamak, karalamak amaçlı kullanımlarının doğru olmadığını da unutmayalım.)
BULUNABİLİRLİK YANILGISI:
“HERKES VE HER YER KÖTÜ”
Kan sattırır, şiddet izlettirir. Bu yüzden gazetelerin üçüncü sayfalarını, ana haber bültenlerinin manşetlerini, dizi ve filmlerinin büyük bir bölümü kan ve şiddet işgal eder. Tartışma programlarının çoğunu sesi en çok çıkan, bağıran, saldırgan, kavgacı tipler doldurur. Sokaklar tekinsiz, yollar tehlikelidir. Adeta kötülük her yerde kol geziyor gibidir. Güvenilir insan bulmak, bir iyiliği görmek, bir merhamete şahit olmak sanki istisna ve nadir bir olaydır. Mekânı ve zamanı sanki kin, nefret, düşmanlık ve şiddet kaplamıştır. Halbuki bu zihnin yaygın bir yanılgısıdır: bulunabilirlik yanılgısı. Akla kolayca gelenin, hemen hatırlananın daha yaygın veya daha önemli olduğunu düşünme. Neyi daha çok görürsek, neleri daha fazla dinlersek hayatta en çok onların var olduğunu sanırız.
Oysa iyilikler, güzellikler, empati, şefkat ve merhamet de hayatın içinde en az kötülükler, düşmanlıklar, suçlar kadar mevcut. Eğer film ve diziler, haber programları, gazeteler, sosyal medya düşmanlık, şiddet, öfke, kötülük, günahlar kadar iyilik, güzellik, sakinlik, dostluk ve sevapları gösterseydi durumumuz daha farklı olurdu. Bu biraz da nereye bakmak istediğimize bağlı. Şairin “Oluklar çift / birinden nur akar, birinden kir” dediği gibi, hayatın içinde her ikisi de var. İyiyi, güzeli görmek onlara bakmayı gerektiriyor. Güzel baktığınızda, güzele baktığınızda güzeli göreceksiniz. Hayatın lezzeti de çoğu zaman güzeli görmekte.
BİTİRİRKEN
İnsan olduğumuz sürece, pozitif olumlu duygularımız kadar negatif duygularımız da olacak. Öfkemizden kaçamaz, sinirimizden saklanamayız. Düşmanlık duygumuzu yok edemeyiz. İyi insanların kötülük ve kötülerle mücadelesi için bu duygulara da ihtiyaçları var. Eğer bu duyguları yaşarken doğru zamanda ve doğru şekilde kullanıp kullanmadığımız konusunda kafamız karışır, emin olamazsak, duygularımızın meyvelerine bakabiliriz. İyiliği arttırıp kötülüğü azaltıyor mu, mutluluğu çoğaltıp üzüntüyü eksiltiyor mu, umudu büyütüp umutsuzluğu küçültüyor mu, ışığı açıp karanlığı kısıyor mu? Çatışma ve düşmanlık bitip, barış ve dostluk başlıyor mu?
Eğer cevaplar olumluysa, doğru yoldayız demektir.
Duygularınızla kalın, hoşça kalın...
ÖZETLER
İnsan olarak bir tarafımız kötülüğe, zulme, kan dökmeye, haksızlığa teşne ve meyyal. Bununla birlikte, şükür ki sadece bu taraftan ibaret değiliz. Aydınlığa, ışığa, iyiye, güzele ve hayra bakan diğer bir tarafımız var. Toplamda varoluşumuz iyi ve kötüyü, aydınlık ve karanlığı, hayır ve şerri, sevgi ve nefreti beraberce içinde barındırıyor.
‘Olumsuz’ diye etiketlediğimiz duygularımız insanlığımızın çok önemli parçasıdır. Onlar olmasaydı ‘insan’ olamazdık. Kâmil bir insan olma yolculuğumuzdaki en önemli imtihanlarımızdan biri, bu duygularımızı dengeli ve yerli yerinde kullanmaktır.
Duygularımız hayatta bizim için önemli olan şeyler için güçlü işaretlerdir. Sinir sistemimizin dünyadan haber vermesi, bizi uyarması ve uyandırması gibi, duygularımız da değerlerimiz ve kıymet verdiğimiz şeyler için aynısını yapar. Mesela adalet sizin için çok önemliyse, bir haksızlık sizi öfkelendirecektir.
Eğer çok öfkeli, asabi biriysek işe başlayacağımız ilk nokta duygularımız değil, bu duygularımızı nelerin hareket geçirdiğidir. Yoksa duygularımızı yönetmeye ve kontrol etmeye çalışmak kazanmamızın mümkün olmadığı bir savaşı başlatmaya benzer.
Yönetebileceğimiz şey duygularımız değil değerlerimiz, davranışlarımız ve eylemlerimizdir. Aksi takdirde duygularımızı yönetmeye ve kontrol etmeye çalıştığımız her seferinde yaşayacağımız başarısızlık bizleri ümitsizliğe sevk eder. Artık öfke küpü olmak kaderimiz gibi gelmeye başlar.
Hepimiz hayatın bize getirdiklerine bir filtreden ve süzgeçten bakarız. Önemli olanları farkedilir, diğerleri bilinçli farkındalık alanımızın dışına atılır. Öfke sözkonusu olduğunda da durum aynıdır. Öncelikler sıralaması yapmak, bizim için önemli ve değerli olanları sıraya koymak zorundayız.
Resulullah’ın hayatına ve sünnetine baktığımızda onun da nadiren öfkelendiğini görebiliriz. Onun öfkesi hakkın sınırlarının belirlenmesi, netleştirilmesi, gerektiğinde altının kalın şekilde çizilmesi ve hakkın yerine getirilmesi için olmuştur. Öfkesi duruma özgü ve geçici olmuş, kişiliğinin bir parçası olmamıştır.
Araştırmaların ve ‘beyaz ayı baskılama’ deneylerinin gösterdiği üzere, zorla bastırılan daima geri döner. Öfke hayatımızı ve değerlerimizi korumak için fıtrî ve gerekli önemli bir duygumuzdur. İhtiyacımız onu yok etmeye çalışmak değil, gerektiğinde hayır, iyilik, güzellik ve adalet için kullanmaktır.
Mizaçları bozulmuş kişiler için yaşanılanlar varolan öfkelerinin sadece gerekçesi olur. Zaten öfkelidirler veyahut öfkelenmek için bahane ararlar. Öfkeden beslenir, onunla varolmaya çalışırlar. Sorun bu kişilerin kendi geçmişlerinde, kendi içlerinde ve kendi kişiliklerindedir.
Öfkelenip öfkelenmeyeceğimize ve öfkelendikten sonra neler olacağına etki eden birçok faktör vardır. Birikim ve yığılmaya neden olabilecek bu sebepleri serinkanlı şekilde değerlendirip elimizde olan, yapabileceğimiz ve çözebileceğimiz şeylerden başlamak iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Öfkeden sonra bizi bekleyen tehlikeli duraklar düşmanlık, kin, nefret ve en sonunda şiddettir. İnsanın uygun ortamda kolayca ayrımcılık, kin, nefret, düşmanlık ve şiddete kayabildiğini gösteren bol miktarda tarihî tecrübe var. Yapılan çalışmalardan biliyoruz ki, bizden olana daha empatik ve anlayışlı, yabancılara ise daha tahammülsüz ve katıyız.
İnsanları ikiye ayırmak istediğimizde ayıracak sebepler bulmak zor değildir. Makbul addedilene benzemediğimizde, bu çeşitlilik ayırmak isteyenlerin gözünde düşmanlığın bir nedeni olur. Ama bu nedenler bahaneden öte değildir.
Temas olmadığında önyargılar yeşermeye, düşmanlıklar büyümeye, nefret ve ırkçılık ortaya çıkmaya başlar. Temas etmediğimizde birbirimizi tanıyamıyor ve diğerleri hakkında çok kolay önyargı üretiyoruz. Bu yüzden özüm biraraya gelip konuşmak ve tanış olmakta.
Temas, herkesin eşit ve sınırları belli muameleye maruz kaldığı, uzun süreli ve tarafsız, her iki tarafın önem verdiği yüksek bir amaç uğruna birlikte çalıştığı ve iyiniyetli ortamlarda sürdürüldüğünde işe yarar. Aksi takdirde temasla sorunları daha da büyütüp işleri daha da kötüleştirebiliriz.
Karşıdaki kişi veya topluluğu insan-dışılaştırma tarih boyunca yapılan birçok şiddet, vahşet ve zulmün bahanesi olmuştur. Ne de olsa karşınızda artık bir ‘insan’ yoktur! Bu nedenle tarih sayfaları düşmanların bir hayvan, hastalık, böcek ya da mikroba benzetilmeleriyle doludur.
Küçük bir nefret suçuna müsamaha ile baktığınızda nefret tufanının önünü açmış olursunuz. Küçük bir pencereyi kıran ırkçı, ayrımcı, yalancı söylemlere geçit verdiğinizde tüm binayı işgal edecek bir yağmalamanın önünü açarsınız.

Akla kolayca gelenin, hemen hatırlananın daha yaygın olduğunu düşünme zihnin bir yanılgısıdır. Neyi daha çok görürsek, neleri daha fazla dinlersek hayatta en çok onların var olduğunu sanırız. Oysa iyilikler, güzellikler, empati, şefkat ve merhamet de hayatın içinde en az kötülükler, düşmanlıklar, suçlar kadar mevcut.
Eğer film ve diziler, haber programları, gazeteler, sosyal medya düşmanlık, şiddet, öfke, kötülük, günahlar kadar iyilik, güzellik, sakinlik, dostluk ve sevapları gösterseydi, durumumuz daha farklı olurdu. Bu, biraz da nereye bakmak istediğimize bağlı. Güzel baktığınızda, güzeli göreceksiniz.
İnsan olduğumuz sürece, pozitif olumlu duygularımız kadar negatif duygularımız da olacak. Öfkemizden kaçamaz, sinirimizden saklanamayız. Düşmanlık duygumuzu yok edemeyiz. İyi insanların kötülük ve kötülerle mücadelesi için bu duygulara da ihtiyaçları var.
Bu duyguları yaşarken doğru zamanda ve doğru şekilde kullanıp kullanmadığımız konusunda kafamız karışırsa, duygularımızın meyvelerine bakabiliriz: İyiliği arttırıp kötülüğü azaltıyor mu, mutluluğu çoğaltıp üzüntüyü eksiltiyor mu? Cevaplar olumluysa, doğru yoldayız demektir.