top of page

Çoğu Zarar Azı Karar

MURAT KURU

Şubat ayında yaşadığımız iki büyük depremin acıları yüreğimizde tazeyken, yaralarımızı sarmaya, yasımızı yaşamaya çalışırken deprem bölgesinden birbiri ardınca gelen sel haberleriyle tekrar sarsıldık. Ayak sesleri çok uzun zamandır bilim insanları tarafından duyulan, biz sıradan insanlara duyurulmaya çalışılan, çevreye en fazla zarar veren ve sorumluluğu en fazla olan devlet ve milletlerce duymazdan gelinen büyük bir tehlike kapımıza dayanmış görünüyor.



Küresel ısınma ya da iklim değişikliği olarak isimlendirilen bu tehlikenin etkilerini her geçen gün daha fazla yaşar, görür ve izler olduk.

Jason Hickel, Çoğu Zarar Azı Karar ismiyle Türkçeye çevrilip yayınlanan kitabında hem karşı karşıya olduğumuz felâketin büyüklüğünü hem de çıkış yolu olabilecek önerileri ele alıyor. Tüm sorunların çözümünde olduğu gibi, ilk işimiz sorunun gerçekliğinin farkında olmak ve gerçeklerle yüzleşmek. Ümitsiz ve çaresiz bir felâket tellallığı yapmak, bizi yapabileceklerimizden alıkoyabileceği gibi, sorumsuz bir nemelazımcılığa da götürür. Tehlikenin büyüklüğü ve yakınlığının resmedilmesindeki amaç, olup bitenin farkında olup atabileceğimiz adımları geciktirmemek, ertelememek ve elimizden geleni ardımıza koymamak. Yazar da, kitabın başında “Bu bir kıyamet kitabı değil. Bir umut kitabı. Tahakküm ve kaynak sömürüsüne dayalı bir ekonomiden, canlılar dünyasıyla karşılıklılık esasına dayanan bir ekonomiye nasıl geçebileceğimizi anlatıyor” diyor.


Yazar öncelikle kapitalizmin dehşet verici hikayesini anlatıyor. Takıntılı bir şekilde büyümek, hep büyümek, daha fazla büyümek düşüncesine sahip bir hikâyeyle karşı karşıyayız. Günümüzde bu büyümeyi ölçmenin, takip etmenin en önemli ve geçerli ölçeği GSYM büyümesi. Jason Hickel “GSYM büyümesi insanların değil kapitalizmin refahının bir göstergesidir” diyerek acı gerçeğe dikkatimizi geçiyor. Büyümek için büyümek, büyümekten ve kârı maksimize etmekten başka birşey düşünmeyen bir açgözlülük. Bu sınırsızca ve sorumsuzca büyüme iştahının bedelini bir bütün olarak dünyamız ödüyor. Toprağıyla, deniz ve okyanuslarıyla, biyolojik çeşitliliğiyle, dünya nüfusunun çoğunluğunun fakirleşmesiyle, zenginlik ve refahın bir avuç insanın elinde toplanmasıyla...


Rakam ve bulguları birlikte bakalım:

2017 yılında bir grup bilim insanı onlarca yıldır Almanya’daki tabiat parklarındaki böcek sayılarını büyük bir dikkatle takip ettikleri çalışmaların sonuçlarını paylaştı. Bulgular tabiat parklarındaki uçan böceklerin dörtte üçünün yirmibeş yıl içinde kaybolduğunu gösteriyordu. Bunun sebebi tarım alanlarının etrafındaki ormanların önce ekili alana çevrilmesi, sonra da yüksek miktarda zirai kimyasal kullanımıydı. Bilim insanlarından biri, “Öyle anlaşılıyor ki oldukça geniş toprakları çoğu canlı türü için yaşanamaz hale getiriyoruz ve ekolojik kıyamete doğru ilerliyoruz. Böcekleri kaybedersek herşey çökecektir” diyordu. Çünkü hem böcekler tozlaşmanın gerçekleşmesi ve bitkilerin üremesi için, hem de binlerce başka türün besin kaynağı olarak hayati önem taşıyor.


Fransa’da yapılan iki ayrı çalışma tarım bölgelerinde azalan böcek nüfusunun kuş sayısında da müthiş bir düşüşe neden olduğunu gösterdi. Ortalama kuş sayısı onbeş yıl gibi kısa bir süre içinde üçte bir azalmış, çayır incirkuşu ve keklik gibi bazı türlerdeki azalma yüzde 80’i bulmuş. Böcek nüfusunun bu kadar azalması Çin’de de tozlaşma krizine yol açmış ve bazı bölgelerde Çinli tarım işçileri bir bitkiden diğerine giderek elleriyle tozlaşma yapmaya çalışmışlardır (https://www.hurriyet.com.tr/ik-yeni-ekonomi/cin-de-arilar-gibi-ari-insanlar-in-da-soyu-tukeniyor-26390053).


Böcek sayısındaki bu azalma sadece belli bölgelerle sınırlı değil. Her yerde bu sorun var. 2019 yılında yayınlanan bir değerlendirme dünya çapında böcek türlerinin en az yüzde 10’nun soyunun tükenme riski altında olduğunu gösteriyor. Dünyanın en ücra köşelerindeki böcek kitlesi bile iklim krizinden etkileniyor. Porto Riko’daki balta girmemiş El Yunque yağmur ormanlarındaki böceklerle ilgili yapılan bir çalışmada, otuz altı yıllık bir süre içinde böcek biyokütlesinde yüzde 98’e varan oranlarda azalma olduğu tespit edilmiş. Çalışmada yer alan bilim adamlarından biri verdiği röportajda şöyle diyordu: “İlk sonuçlara inanamadık. 1970’lerde yağmurdan sonra her yeri kelebeklerin sardığını hatırlıyorum. 2012’de buraya geri geldiğimde, ilk gün neredeyse kelebek göremedim.” Balta girmemiş bir yağmur ormanının göbeğinde böyle bir felâkete yol açan şeyi bilim insanları iklim değişikliği olarak tespit ediyor. Bu ormanlarda sanayi öncesi döneme göre sıcaklık iki santigrat derece ısınmış ve iki derecelik bu ısınma pek çok tropik böcek türü için ölümcül oluyor. Kendilerinin benzetmesiyle “El Yunque ormanında ölen kelebekler, zamanında kömür madenlerinde zehirli gazları tespit etmekte kullanılan kanaryaları andırıyor.”


Toprağın endüstriyel kâr mantığıyla işlenmeye başlanabilmesi için üstündeki her tür bitki ve ağacın sökülüp atılması, sadece tek tür mahsul ekilmeye başlanması, yoğun kimyasal kullanılması topraktaki biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi öldürüyor. Tek amaç büyükbaş hayvan yemi üretmek, kârı ve verimi maksimize etmek, yani azamî kâr elde etmek. Toprağın ve canlıların başına neler geldiğinin ise çoğu kişi için önemi yok.

Neleri kaybettiğimizi daha iyi anlayabilmemiz için yazar şöyle devam ediyor:


“Şöyle verimli, koyu renkli, kokulu bir toprağı avucunuza alıp bakmışlığınız varsa, içinin yaşamla dolup taştığını görmüşsünüzdür. Toprak solucanla, kurtla, böcekle, mantarla, milyonlarca mikroorganizmayla doludur. Toprağı dayanıklı ve verimli kılan da bu canlılıktır. Fakat toprağın agresif bir şekilde sürülmesine ve kimyasal katkılara dayalı endüstriyel tarım son yarım yüzyıldır toprak ekosistemlerini hızla öldürüyor. BM için çalışan bilim insanları gezegenimizdeki toprağın yüzde 40’ının ciddi anlamda nitelik kaybına uğradığını söylüyor. Tarım toprakları, yenilenme kapasitesinden 100 kat hızlı kayboluyor. 2018’de Japonya’dan bir bilim insanı dünyanın farklı bölgelerindeki solucan nüfuslarını incelemesi sonucu endüstriyel çiftliklerdeki solucan biyokütlesinin yüzde 83 gibi ciddi oranda azaldığını bulmuş. Solucanların azalması ve yok olması toprağın organik içeriğinin yüzde 50’den fazla azalması ve topraklarımızın canlılıktan mahrum bir toz yığınına dönüşmesi demek.”


Deniz ve okyanuslarımızdaki durum da yukarıdakinden çok farklı değil. Kitaptan öğrendiğimize göre, dünyanın balık stoklarının yüzde 85’nin tükendiği ya da tükenmenin eşiğinde olduğu belirtiliyor. Dünya çapında yakalanan balık sayısı tarihte ilk defa azalmaya başlamış. Bunun sebebi büyük oradan aşırı avlanma, okyanusların aşırı ısınması ve kirletilmesi. Büyük şirketler, tarımda olduğu gibi, balık tutma işini de bir savaşa çevirmiş durumda. ‘Piyasa değeri’ olan birkaç balığı yakalayabilmek için yüzlercesini öldürüyor, mercan bahçelerini ve rengarenk ekosistemleri yaşamdan mahrum çöllere çeviriyorlar. Bir zamanlar yaşamla dolup taşan denizlerimiz korkutucu şekilde boşalıyor, balıktan çok plastik barındırıyor.

Okyanuslar iklim değişikliğinden düşündüğümüzden daha fazla etkileniyor. Yine kitaptan aldığımız bilgilere göre, küresel ısınmanın yol açtığı ısının yüzde 90’ından fazlasını denizler soğuruyor.


Okyanuslar bizi ısı salınımlarının en kötü etkilerinden koruyan bir tampon vazifesi görüyor. Ama bunun sonucunda da zarar görüyorlar. Okyanuslar ısındıkça, besin döngüleri ve zincirleri bozuluyor, deniz tabiatının geniş kesimleri yok oluyor. Karbon salınımı bir yandan da okyanusların daha asidik olmasına yol açıyor. Bu asitleşme geçmişte defalarca kitlesel yok oluşa sebep olduğu için de, gidişattan büyük bir endişe duyuluyor ve korkuluyor. Okyanusların pH değerinde 0,25 azalmanın bile denizde yaşayan türlerin yüzde 75’inin ölümüne sebep olabileceği hesaplanıyor. Mevcut gidişatta deniz canlılarının kara canlılarına göre iki kat hızlı yok olduğu görülüyor. Uçsuz bucaksız mercan ekosistemleri ölü, renksiz, bembeyaz iskeletlere dönüyor.


Bu bilgilerden sonra yazar bize en önemli noktalardan birini hatırlatıyor: Herşey birbirine bağlı. Dünyayı karmaşık bütünler olarak değil de tekil parçalar olarak görmeye alışık olduğumuzdan, bunun nasıl işlediğini kavramakta zorlanıyoruz. Hatta kendimizi de böyle, yani bireyler olarak görmemiz gerektiğiniz öğreniyoruz. Şeyler arasındaki ilişkiye nasıl odaklanacağımızı unuttuk. Tozlaşma için gerekli böcekler, tarım zararlılarını yiyen kuşlar, toprağın verimi için hayati önem taşıyan kurtlar ve solucanlar, suyu arıtan mangrov ormanları, balıkların varlığı için gerekli mercanlar ‘oralarda bir yerde,’ insanlıkla bağlantısız bir şekilde varlığını sürdüren şeyler değil. Tam aksine, kaderlerimiz birbirine bağlı. Onlar—oldukça hakiki bir biçimde—biz ile aynı şey.


Bu satırları okurken insan aklına “İnsanların kendi ellerinin (irade ve ihtiyarlarıyla) yaptıkları işler (günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesat meydana çıktı ki, Allah, işledikleri günahlardan bir kısmının cezasını (dünyada) onlara tattırsın” âyeti (Rûm sûresi, 30:41) geliyor. Yaratıcı ve vahiyle bağını zayıflatan, koparan, hevâsını kendisine tanrı edinen, sonunda bir tüketiciye indirgenen insanın zararı sadece kendisiyle sınırlı kalmıyor. Dünyanın efendisi, ona istediğimiz her şekilde davranabilecek sahibi değiliz. Dünya belli kural ve şartlarla kullanımımıza verilmiştir, mülkiyeti ise Malikü’l-mülktedir.


Kitaptan bir kısmını aktarmaya çalıştığımız bu büyük tahribatın sorumluları, sorunu herkesin ve hepimizin sorunu olarak genelleyerek kendilerini sorumsuz ve görünmez kılmaya çalışıyorlar. Dünya kaynaklarının çok büyük bölümünü kendileri kullanıp refah içinde yaşarken, faturayı hepimize eşit dağıtma gayreti içindeler. Biliyoruz ki, bir sorunda herkesin sorumlu olması demek, aslında kimsenin sorumlu olmaması demektir. Herkes suçlu demek, kimse suçlu değil demenin başka bir yoludur. Dev petrol ve petrokimya şirketleri, içecek firmaları, fastfood zincirleri yaptıkları propagandalarla, çevre hareketlerine verdikleri perde desteklerle hepimizi bu iklim krizinden eşit sorumlu insanlar göstererek kendimizi sorumlu ve suçlu hissettirmeye, gözleri ve okları kendi üzerlerinden uzaklaştırıp hedef şaşırtmaya çalışmaktadırlar.


Kendileri bir günde tüm dünya insanlarının çevreye verdiği zarardan çok daha fazlasını verirlerken, bu tür oyunlarla dikkatleri üzerlerinden uzaklaştırıyorlar. Böylece biz ayırmadığımız çöp, fazla kullandığımız kâğıt, geri dönüştürülebilir olmayan alışverişlerimiz için kendimizi suçlu ve sorumlu hissedip dünyayı fazla ısıttığımızın vicdani sıkıntısını çekerken, onlar sorumsuz ve sınırsız kirletmelerine ve sömürmelerine devam edebiliyorlar. Bir örnek olarak, ABD nüfus olarak dünya nüfusunun yüzde 4.2’sini oluştururken dünya enerjisinin yüzde 25’ini tüketir ve dünyadaki toplam servetin yüzde 29.4’üne sahiptir.


Bu veriler gösteriyor ki dünya çapındaki ekolojik yıkımda en büyük pay sahibi ve en büyük sorumlu, kapitalist sistemin ‘mabedi’ konumundaki yüksek gelirli gelişmiş ülkelerin aşırı büyümesidir. Kitaptan devam edecek olursak, ekolojik kriz insanların tamamının, eşit şekilde neden olduğu birşey değil. Düşük gelirli ülkeler, hatta Küresel Güney’de yer alan ülkelerin çoğu, gezegensel sınırları aşmış değil. Hatta pek çoğunun insani ihtiyaçlarını karşılayabilmek için enerji ve kaynak kullanımını arttırması gerekiyor. Mesele, yüksek gelire sahip büyümenin her türlü ihtiyaçtan bağımsız ilerlediği ve insanların iyi hayatlar sürebilmesi için gerekli olanın çok çok üstünde seyrettiği yüksek gelirli ülkeler. Dünya çapındaki ekolojik yıkım neredeyse tamamen yüksek gelirli ülkelerin aşırı büyümesinden ve özellikle de en zenginlerin elindeki aşırı birikimden kaynaklanıyor; bunun sonucunda da Küresel Güney ve yoksullar orantısız bir şekilde zarar görüyor. Son tahlilde bu durum, başka şeylerin yanısıra bir ‘eşitsizlik krizi.’


Bu karamsar tabloya rağmen çaresiz değiliz ve bu gidişatı durdurmak için neler yapabileceğimizi biliyoruz. Kitabında ana iddialarından biri olan sorgulanamaz ve değiştirilemez gibi sunulan büyüme zorunluluğunu ve takıntısını sorgulamakla başlayabiliriz. Çünkü kapitalist bir zihniyette büyüme demek daha fazla enerji, daha fazla kaynak tüketip daha fazla atık üretmek demektir. Diğer yandan insana yapıştırılan tüketici etiketini reddetmek, kullanıcı olduğumuzu hatırlamak, tüketimi azaltmak, daha az harcamak, daha az satın almak, daha az eşyayla yaşamak ve sadeleşmek aklımıza gelen ilk uygulanabilir önlemler.


Jason Hickel’in dediği gibi, kapitalizm temelde büyümeye bağımlı bir sistem. İnsanlığın, dünyanın, toprağın, suyun, havanın, bitkilerin, hayvanların, böceklerin, çiçeklerin zararına bir büyümeye karşı çıkabiliriz. Sorgulanamaz ve sorgulanması teklif dahi edilemez diye sunulan olguları yeniden düşünmeye ve eleştirel bir gözle tekrar değerlendirmeye başlayabiliriz. Bunu yapabiliriz. Hickel’in kitabından devam edecek olursak: Herhangi bir cep telefonunu veya sanat eserini alıp da asla “Bu şimdiye kadar yaratılmış olan en iyi âlet veya sanat eseridir, bunun ötesine geçilemez, buna teşebbüs bile etmemeliyiz!” diyemeyiz. Öyleyse konu ekonomik sistem olunca neden kapitalizmin tek olası seçenek olduğuna, daha iyi birşey meydana getirmeyi düşünmenin bile yanlış olduğuna inanıyoruz?


ÖZETLER


Ekosistem büyük bir tehdit altında. Toprağın endüstriyel kâr mantığıyla işlenmeye başlanabilmesi için üstündeki her tür bitki ve ağacın sökülüp atılması, sadece tek tür mahsul ekilmeye başlanması, yoğun kimyasal kullanılması topraktaki biyolojik çeşitliliği ve ekosistemi öldürüyor.


Herşey birbirine bağlı. Dünyayı karmaşık bütünler olarak değil de tekil parçalar olarak görmeye alışık olduğumuzdan, bunun nasıl işlediğini kavramakta zorlanıyoruz. Hatta kendimizi de bireyler olarak görmemiz gerektiğiniz öğreniyoruz. Şeyler arasındaki ilişkiye nasıl odaklanacağımızı unuttuk.


Bir sorunda herkesin sorumlu olması demek, aslında kimsenin sorumlu olmaması demektir. Herkes suçlu demek, kimse suçlu değil demenin başka bir yoludur. Dev şirketler hepimizi bu iklim krizinden eşit sorumlu insanlar göstererek dikkatleri kendilerinden uzaklaştırıyor.


Ekolojik kriz insanların tamamının, eşit şekilde neden olduğu birşey değil. Dünya çapındaki ekolojik yıkım yüksek gelirli ülkelerin aşırı büyümesinden ve en zenginlerin elindeki aşırı birikimden kaynaklanıyor. Son tahlilde durum, bir ‘eşitsizlik krizi.’


Tüketici etiketini reddetmek, kullanıcı olduğumuzu hatırlamak, daha az harcamak, daha az satın almak, daha az eşyayla yaşamak ve sadeleşmek, ekolojik yıkıma karşı aklımıza gelen ilk uygulanabilir önlemler. İnsanlığın, toprağın, suyun, havanın, hayvanların, böceklerin, çiçeklerin zararına bir büyümeye karşı çıkabiliriz.


bottom of page